1. YAZARLAR

  2. Şuayb Mekeç

  3. Zulme Karşı Çıkmak İmanın Gereğidir

Zulme Karşı Çıkmak İmanın Gereğidir

Ocak 2013A+A-

Bugün İslam coğrafyasında olan bitenlere dün üzerinde çalıştığımız Kur’ani kavramlarla yeniden bakmaya  başladık. Bu kavramlarla ilgili tanımlamalar geçmişten bugüne zaten mevcuttu. Ama  fikrî alandan fiilî alana yani  hayatımıza ilişkin tercihlerimizde kavramlara yüklediğimiz anlamlarda ayrıştığımızı fark etmeye başladık. Esasen kavramlara yüklediğimiz anlamlar bizim Kur’an’ın ayetleri ve diğer referanslarımızla zihnimiz arasındaki irtibatın nasıllığıyla alakalı tezahürleri de ortaya koyuyor. Kendimize ait yapıp ettiklerimizle kavramsal kabullerimiz arasındaki irtibatın; durduğumuz yerden vareste olmadığını fark ettik. Aslında konuları ele alış  farklılıklarıyla birlikte izah etmeye çalıştığımız bu durum, çoğunlukla meselenin menşeiyle ilgili tarihten bize ulaşan fikrî ayrılıkları, yöntem ve ekol farklılıklarını da ortaya çıkarıyor. Bugünün koşulları içerisinde Müslümanların zihinlerine  arız olan modern tanımların dönüştürücü etkileri de bir başka konu.

Bu hatırlatmalar çerçevesinde ve Müslümanların meselelere yaklaşımları bağlamında kavramlara yüklediğimiz anlamların menşeini ortaya koyabilmemiz açısından “zulüm” kavramını vahyin ışığında ele almaya çalışalım. Kur’an, bu kavramı adaletin, imanın, tevhidin, salihatın, maslahatın zıddı olarak tanımlıyor. Zulüm; örtmek, karartmak, söndürmek, bozmak, yok etmek, işleyişi tersine çevirmek, müstağnileşmek sıfatlarının  olgusallığıyla  ortaya konuluyor. Kötü eğilimlerin somutlaşmış son hali  şeklinde karşılık buluyor.

Küfürle, şirkle eşdeğer ve bu öncüllerin kabulüyle cahiliye ortamına dönüşen toplumların genel hallerinin tespiti olarak zikrolunan zulüm kavramı, inanç alanına müteallik  Allah’ın kendi alanına (Allah’ın sıfatlarının adlandırıldığı gaybi alana) müdahale olarak değerlendiriliyor ve şirkin en büyüğü olarak tanımlanıyor:

“Muhakkak Allah, inkâr edenleri ve zulmedenleri ne bağışlar ne de doğru bir yola eriştirir.” (Nisa, 4/168) 

“Ey oğulcuğum Allah’a şirk koşma. Çünkü şirk en büyük zulümdür.” (Lokman, 31/13)

Rabbimiz, Müslüman kullarına yeryüzünde adaleti, hayrı, sulhu ikame etmelerini emrediyor. Her türlü münkerattan, sapıklıktan ve fahşadan uzak olmalarını emrediyor:

“Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.” (Nahl, 16/90)  

“Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 5/8)

Rabbimiz kitapları ve peygamberleri de aynı amaçla gönderdiğini söylüyor:

“De ki: Rabbim bana adaleti emretti. Her mescitte yüzünüzü O'na doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz.” (Araf, 7/29)

Rabbimiz bu yönelimimizi (gayretimizi) olumsuz durumdan olumluya  tahvil etme yasalarını bizim sorumluluğumuz dâhilinde kendi irademizle irtibatlandırıyor. Yani şirkten, küfürden, zulümden tevhide olan dönüşümü  bir değişim yasası olarak Müslümanlara emrediyor:

“Gerçekten Allah, bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, onların durumunu değiştirmez.” (Rad, 13/11)

Allah Teâla  hayatımızı bireysel ve toplumsal alanlarda tamamıyla vahyin öngördüğü şekilde düzenlememiz gerektiğini ve ancak bu gayretlerimizle oluşturacağımız hayatımızda dünya ve ahiret mutluluğuna  erişebileceğimizi vaat ediyor.

Kur’an’da anlatılan resullerin mücadeleleri tüm insanlığa örneklik teşkil eder. Rabbimiz, toplumsal değişim yasalarını var olan olumsuz gidişata müdahale etmemizi, kötüyü iyi olanla değiştirmeye çalışmamızı teşvik; ayrıca kaderciliğe ve ümitsizliğe sürüklenmememiz için vazetmiştir. Müslümanların yaşadıkları olumsuzluklar karşısında adalet ve özgürlük mücadeleleri Allah’ın koyduğu sünnetullahla ilgili yasalara tutunarak ilerlemektedir. Toplumsal değişim yasaları, Hıristiyanlığın kaderci ve diyalektik materyalizmin determinist yaklaşımlarından kökten farklılık arz eder. Zulmü bertaraf edecek mücadeleyi ortaya koymak hem fıtratımıza uygun bir tutum izlemekle hem Rabbimizin fıtratımızla uyumlu inzal ettiği Kur’an’ın hayatımıza dönük yaşamsal hükümlerini yeryüzünde muktedir kılma kararlılığı ile mümkün olabilir. Kur’an, bu dönüşümün ilkelerini, başkalarının bizim adımıza karar verip yapacağı veya dışarıdan müdahaleyle dayatılan bir durum olarak değil, insanların kendi iradelerine bağlı gerçekleştirecekleri temel bir kural olarak gündemimize getirmektedir. (Bkz. Rad, 13/11)

Müslümanlar dünya dengelerini gözetme bağlamıyla veya  bölgesel, kişisel veya diğer asabiyet eğilimlerini  esas alarak kendi geleceklerine dönük hayalci yaklaşımları esas almamalılar. Kur’an’da  Allah’tan her daim iyilik ve hayır temenni ettiğimiz bir arayış içinde olmamız ve ümitlerimizi yitirmeyip gelecek temennimizi vahyin doğrultusunda inşa etmemiz öngörülüyor: “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.” (Zümer, 39/53) Allah her şeyin sahibidir, her şeyi haber alandır, bilmediklerimizi bilendir. (Maide, 5/116; Rad, 13/13)

Her ne halde olurlarsa olsunlar Müslümanların vahyin öngördüğü şekilde hayatlarını düzenlemeleri, vahyin öngördüğü mücadele ve müdahale ilkelerine riayet etmeleri gerekiyor. Ümit ve iyimserlik, her türlü zorluğun, kuşatmanın, zayıf bırakılmanın hazırladığı şartlardan kurtulmanın ön koşuludur: “Elbette Allah, seni istediğin, arzu ettiğin bir geleceğe ulaştıracaktır.” (Duha, 93/4)

Müslümanlar olarak asla yitirmememiz gereken umut hali, koşullar ağır da olsa yük ağır da gelse kararlılık içinde ortaya koyacağımız mücadele azmidir. Rabbimizin bizlerin durumunu kendi lehimize değiştireceği ve bizlere güzel bir gelecek hazırlayacağı inancı bizim ortaya koyacağımız İslami mücadele zindeliğimizle mümkün olacaktır. Rabbimiz Kassas Suresi  4. ve 5. Ayetlerinde şöyle buyuruyor: “Gerçek şu ki Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara bölmüştü, onlardan bir bölümünü iyice zayıf bırakıyor, erkek çocuklarını öldürüyordu. O, ifsat edenlerdendi. Biz yeryüzünde zayıf bırakılanlara (zulme uğrayanlara) lütufta, onları önderler kılmak, yeryüzünde iktidar sahibi olarak onları varislerden kılmak istiyoruz.” Yani Rabbimiz zulme uğrayan Musa (as)’ın akrabaları olan topluluğu mustaz’aflar olarak adlandırıyor ve onların zalim Firavun’a karşı mücadelelerine vurgu yapıyor. Bu eylemleri sayesinde (zulme başkaldırarak ve zalimlerden hesap sorarak) durumlarının düzeleceğini ilahi yasa olarak vaat ediyor.

Zulüm kavramını imanın, hayrın, güzel ahlakın zıddı olarak  tanımlayan Rabbimiz, insanın vahye tabi olması çerçevesinde vahiyle uyumlu davranışlarını İslam diye adlandırıyor ve ortaya koyacağı tanıklığını adil şahitlik olarak nitelendiriyor. Yani yaratılış amacına mebni olarak Kur’an, zulme karşı çıkmamızı, zalimlere karşı koymamızı, her türlü zulme tavır almamızı bize emrediyor. Bu anlamıyla zulmü en büyük şirk olarak tanımlıyor.

Zulüm mukadder değildir. Geçmişten bu yana zalimler kaderin bir tezahürü olarak hep yönettikleri toplumların başında bulunmalarını kaderci bir dille izah etmişlerdir. Toplumun en şereflilerinin kendileri olduğunu, toplumun onlar sayesinde imkânlı kılındığını ve nimetlerle donatıldıklarını propaganda etmişler, aksi durumun toplumun hüsranı olacağını ifade etmişlerdir. Musa (as)’ın Firavun tarafından nimete nankörlük etmekle eleştirilmesi Kur’an’dan bir örnektir. (Şuara, 26/19, 22) Bugün Suriye’deki Beşşar Esed rejiminin aynı gerekçeyi öne sürmesi de bu mantığın örnekleri arasında yer alıyor.

Şirkin egemen olduğu ortam karanlıktır. Böyle bir ortamda güzel, iyi, hayırlı işler varlığını sürdüremez. Tersine karanlıkta; çirkinlik, baskı, sindirme hali yaygınlaşacak, insanlarda korkaklık, sinmişlik, itibarsızlık, edilgenlik halini çağrıştıran kişilikler yaygınlaşacaktır. İslam insanı muhatap alırken onun yaşamını hedef alıyor ve durumunu hidayet ortamına sevk etmeyi amaçlıyor. Bu doğrultuda peygamberler kendi dönemlerindeki zalimlere karşı inzar görevi için ilahi emirler almışlardır. Zalimlerle mücadele, toplumları ıslah görevinde itikadi yönden en önemli aşamadır. Bozulmuş, karanlığın egemen olduğu ortamlarda verimli çalışmalar yapamazsınız. İlk defa zulmü hedef alıp ortamı rahatlatmanız, bilinçlerin esaretini kaldırmanız, fıtratlara vurulmuş zincirleri kırıp atmanız gerekiyor:

“Biz ona iki yol, iki amaç gösterdik. Akabe! Ne olduğunu bilir misin? Akabe; tırmanmaktır. (İyilik) mücadele yokuşunu. Zincirlerinden kurtarmaktır bir tutsağı; doyurmaktır açlığa duçar bir yoksulu, ailesini kaybetmiş bir yetimi... Ezilen, horlanan zavallı muhtaçları…” (Beled, 90/10-16)

Zulüm üzerinde pazarlık yapılamaz. Azı çoğu  ayrımıyla, katlanılabilir olanı veya olmayanı  şeklinde zulmün bir tasnifi de yapılamaz. Bir başkasının mutluluğu için belirli bir süreye kadar zulümle mücadelenin ertelenmesi ya da bir dönemi yaşadıktan sonra istenilen şartların oluşmasını öngörerek, ertelenebilir, göz yumulabilir, tahammül edilebilir bir dönemsel geçişten bahsedilemez. Bu hal üzere yaşamaya devam eden bir toplumun ileride ıslah sürecine gireceğinin bir garantisi olabilir mi? Yakın tarihimizde İslam coğrafyasında, sömürü ve asimilasyon politikalarıyla İslami kökenlerinden koparılan, kaybolan nice Müslüman toplumlar kötü örneklerimiz arasında hatırlanabilir. Kâfir güçler kendileri ve içimizden işbirlikçi hayranları eliyle, Müslüman toplumlar üzerinde politikalarını baskı zulüm yoluyla yaygınlaştırmışlar, yeni nesillere eğitim metotları ve “çağdaş” yöntemleriyle  zorla  ladini telakkilerini benimsetmeyi denemişlerdir. Bu sayede dinsiz (İslamsız) toplumların hayranı, vahiyle bağlarını koparmış seküler toplumlar üretmeyi amaçlamışlardır. Onların bu hedeflerine karşı çıkabilecek mücadele dinamizmi üretemeyen  nice Müslüman toplumlar, yine İslam düşmanı, facir, sömürgeci güçlerin desteğiyle Müslümanların içlerinden çıkan kolonize olmuş gönüllü işbirlikçi, kâfir, zalim, merhametsiz, ilerlemeci zihniyete sahip güçler tarafından dönüştürülmeye, asimile edilmeye çalışılmışlardır. Ne yazık ki, o dönemlerin şartlarının da etkisiyle bu projelerin bir kısmı başarıyla sonuçlanmıştır.

Bugün İslam beldelerinde içimizi göğerten hayra, iyiye, fıtrat yoluna bir dönüşüm süreci başlamıştır. Bazı bölgelerde halklarımızın en azından başlarındaki ifsat edici, ekini ve nesli yok eden zalimlerden kurtulabilme amacıyla başlattıkları zulme başkaldırı süreci 150 yıldır parçalanmış İslam ümmetinin bir nebze moralini düzeltmekte, umutlarımızı tazeleme özelliği taşımaktadır. Girilen bu yeni dönem hep birlikte önümüzdeki zamanları birlikte irdeleyeceğimiz yeni bir süreci başlatıyor. Bu süreç, Müslüman dünyanın ümmet olma çabasını yeniden diriltiyor. Atılan adımlar Müslüman kardeşlerimize aittir. Ümitvar olmak, hüsnü zan içerisinde olmak durumundayız. Kaldı ki, şu ana kadar mevcut tablo, girilen dönemin İslam kardeşlerinin birbirlerine velayet olgusallığı doğrultusunda ve hayırlı temenniler içerisinde olmamızı gerektiriyor.

Müslümanlar olarak Ortadoğu İntifadası ile oluşan koşulları her yönden iyi fıkhetmeliyiz. Zulmü doğuran, Müslüman toplumları atalete sevk eden sebepleri, bizleri geçmişte Kur’an’ın aydınlığından ve Resulullah (s)’ın öncülüğünden uzaklaştıran telakkileri tespit etmeliyiz. Bizleri kimi zaman sömürgeci hayranı yapan, vahyin yol göstericiliğinden uzaklaştırıp beşerî vehimlerin peşine takan, meşrebî yorumlarıyla inanan kitleleri küçük topluluklara bölen; aklı, tahkiki bıraktırıp taklidi, din adamları dokunulmazlığını ve kutsiyetini vehmeden zaafları ele alabilmeliyiz. Zalimliği dünya âlem tescilli, katliamlarıyla Müslüman kardeşlerimize dünyanın gözüne baka baka  zulmeden batıl bir çeteye büyük bir körlük ve akiliyet hüsranı içinde destek veren  ve bunu dinî referanslarıyla izah ederek maluliyet ve maraz durumlarını temsil eden bazı İslami çevrelerin paradoksal durumlarını konuşabilmeliyiz. Hesabımızı yalnız Rabbimize vereceğimiz inancıyla yine O’nun dini olan İslam’ı ve Muhammedî Sünneti ana referansımız Kur’an’ın aydınlığı ve kılavuzluğunda fıkhetmeliyiz.   

Zulüm bir merhale değildir. Zulmün devamı üzerine determinist bir bakış açısıyla “İleride olabilecek muhtemel iyi günler için bugünlerin yaşanması gerekir!” şeklinde bir gerekçe öne sürülemez. Adaletin egemenliği için böyle kötü günlerin hiçbir gerekçesi ve meşruiyeti olamaz.

Zulmün egemen olduğu dönem; bir kurtarıcının, “Mehdi”nin veya gaybi bir mucizenin gelip durumları düzelteceği bir geçiş dönemi olarak değerlendirilemez. Bu inanış batıldır. Bir beldede Müslümanların atalet içinde sürdürdükleri bir bekleyiş tavrı Kur’an’da hiçbir zaman onaylanan bir durum değildir. Müslümanların bilinçaltında yer edinmiş ve sıkça dile getirilen “Allah’ın vaadi haktır. Vaat edilen günler yakındır.” düşüncesi doğrudur ama Allah’ın vaadinin sünnetullah çerçevesinde yani toplumun değişme/değiştirme fiilini ortaya koymasıyla gerçekleşeceğinin bilincinde olmalıyız. Kur’an bizlere önceki dönemlerden resullerin yolundan örnekler vererek toplumsal değişimin yasalarını öğretiyor; değişim-dönüşüm için uzun bir direniş mücadelesi döneminden geçileceğini örnekleriyle anlatıyor:

“Yeryüzünde fitne kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla mücadele ediniz.” (Bakara, 2/193)

Toplumsal değişim-dönüşüm evreleri Kur’an’da hep aynı örneklerle anlatılmıyor. Yani değişim tek bir yöntem ilişiğinde ve aynı nesnellikle yaşanmıyor. Toplumsal mücadelenin materyalist diyalektik tarihi şemaları gibi ön yazılımı yoktur. Zulümle mücadele etme ön kabulüyle şirk ve küfür ortamından kurtulma esastır.  Sünnetullahın ana ekseni ıslah yolu üzerinde olmak kaydıyla her ortamın kendine dönük çözümlerini üretebilmek yani nass ile farklı vakıaları buluşturarak mücadele yöntemlerini ortaya koyabilmektir ki, bu da tertil fıkhı çalışmalarına bağlıdır.

Bazen mücadelemiz zalim kişiye ve onun iktidarınadır. Bazen toplumdaki cehaletle mücadele ederiz. Bazen münafıkların egemenliğinde kurulmuş bir sistem mücadele alanımızın hedefini teşkil eder. Bazen din adına ortaya çıkıp Allah’ın ayetleriyle oynayan bir sistem veya sınıfla mücadele ederiz… Kur’an’da peygamber kıssalarıyla anlatılan farklı örnekler üzerinden Rabbimiz bizlere toplumsal ıslahı nasıl gerçekleştireceğimizi öğretiyor.

Musa (as) ile Firavun mücadelesi;  zulüm altındaki bir toplumu kurtarma önceliği üzerinden bir merhaleyi öne çıkarıyor. Bu örnekte Firavun topluca bir halkı ezen ve köleleştiren bir zalim konumundadır. Bu toplumun içinde, Müslümanlar, münafıklar, Firavuna gizli sevgi besleyenler, Karun’a özenenler, Firavun’la uzlaşmayı savunanlar ve hatta buzağıya tapanlar mevcuttur. Tüm bunlara rağmen öncelik, ilk olarak o topluluğu zalimin elinden kurtarmak olarak cereyan etmektedir. Yine Davud (as)’ın Talut’un ordusuyla yola çıkıp Calut isimli bir zalime karşı savaşa katılması bize örnek olarak anlatılıyor. İnsanların haklarını gasp eden bir egemene karşı ondan bir an önce kurtulma amacına mebni mücadele Davud’un ilk tecrübesi olarak anlatılıyor. Yine Yusuf (as)’ın kıtlık afetine karşı Müslüman olmayan bir iktidarın içinde toplumu uyarma ve mağduriyetlerini giderme noktasında sergilediği örneklik Rabbimiz tarafından bizlere anlatılıyor. Onun, insanların ilk önce sıkıntılarını giderme amacıyla mizanı hak üzere elinde bulundurarak  toplumu rahatlatan teşebbüsü farklı bir mücadele şekli olarak karşımıza çıkıyor.

Müslümanlar geleceğe dönük beklentilerinde iyimserlik ile hayalciliği birbirinden ayırmak zorundadırlar. Müslümanlar vakıanın içinde etkin bir rol üstlenmelidirler. Allah’ın vaat ettiği rahmet günlerinin tecelli edebilmesi, adalet toplumunun egemen olabilmesi için toplumun yaşadığı şartların zulüm ortamından uzak olması gerekir. Zira insanları karamsar, ümitsiz, korkak bir durumda tutacak bir ortam Müslümanların toplumsal ıslaha dönük sağlıklı bir güç oluşturabildikleri bir iklimi sunamayacaktır. İlk önce mevcut durumun kötümserliğiyle mücadele edilmesi gerekir. Allahu Teâlâ Müslümanların mücadelelerinde inançlarını yitirmemelerini istiyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.” (Zümer, 39/53)

Yeryüzünün hâkimiyeti Allah’a aittir. (Tâhâ, 20/114; En’am, 6/18) Bizler için yaşam kurallarımızı koyan sadece O’dur. Her yer O’nun hâkimiyetine layık olmak zorundadır. Yerlerin, mekânların, isimlerin, varlıkların sahibi Allah’tır. Makam, mansıp, iktidar, güç, devlet, soy-sop hepsinin sahibi Allah’tır. Mülk Allah’ındır. (Taha, 20/6; Maide, 5/40); O insanlığın sahibidir. (Nas, 114/2) Malik O’dur. Din gününün sahibidir. (Fatiha, 1/4)

Allah’ın egemenliği altında hayatımız her şeyimizle O’nun istediği şekilde olmak durumundadır. Kimse kendisine ait bir özelliği öne çıkartarak durumunu ayrıcalıklı göstermek hakkına sahip değildir. Kimse Allah nezdinde kendisinin daha iyi olduğunu iddia etmeye çalışmasın. İnsanın üstünlüğü Allah’a olan ittikası ile söz konusudur. (Necm, 53/32) Yerin, göğün, her şeyin sahibi Allah, insanın bir sorumluluk üzerinde yaratıldığını söylüyor: “Doğrusu biz insanı imtihan etmek için bir damla sudan yarattık.” (İnsan, 76/2) Yeryüzü imtihan yeri olarak adlandırılıyor. Bizler görünen görünmeyen ortamlarımızda imtihan olmaktayız. (İbrahim, 14/38) Hâkim, Malik olan Rabbimiz bizlere adaleti emrediyor. Adalet, zulme karşı çıkmakla ve mizanı ortadan kaldırmak isteyenlerle mücadele etmekle mümkün olabilir.

Rabbimiz Müslüman toplumların kendi içlerinde hangi dinamiklere sahip olacağını şöyle açıklıyor:

“Mü’minler birbirlerinin kardeşleridir.” (Hucurat, 49/10)

“Mü’minler bir zulüm ve saldırıya uğradıklarında birlik olup karşı dururlar.” (Şura, 42/39)

“Size ne oluyor da Allah yolunda ‘Rabbimiz bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir yardımcı gönder.’ diyen kadınlar, çocuklar ve zayıf bırakılan acizler adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75)

“Zulmedenlere meyil/eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka veliniz yoktur, sonra yardım da göremezsiniz.” (Hud, 11/113)

 “Ey inananlar! Yahudi ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Kim onları dost edinirse o da onlardandır.” (Maide, 5/51)

“Kalplerinde hastalık bulunanlar; ‘Başımıza bir tehlikenin gelmesinden korktuğumuz için onları dost tutuyoruz.’ derler.” (Maide, 5/52)

“Allah din konusunda sizinle savaşan, sizi yurtlarından çıkaranlarla ve sizlere bunu reva görenleri destekleyenlerle sizin dostluğunuzu men etmiştir. Tüm bu güruhu  dost edinenler zalimlerden olmuştur.” (Mümtehine, 60/9)

“Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın.” (Nisa, 4/135)

Peygamberimize, ‘hangi cihadın daha faziletli olduğu’ soruldu. Buyurdu ki: “Zalim bir sultanın/yöneticinin karşısında hak sözü söylemektir.” (İbn Mace)

Kur’an, zalimleri lanetliyor; adaleti yüce bir değer olarak ortaya koyuyor ve adaleti ayakta tutmaları için Müslümanlara çağrıda bulunuyor. (Maide, 5/8)

Şüphesiz Kur’an, insanlar arasında adaleti sağlamak için indirilmiştir. Yeryüzündeki zulmü/haksızlıkları ortadan kaldırmak, temel kulluk görevimizdir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR