1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Susurluk-Şemdinli Hattında Nihai Karar: Darbe Düzeni Hukukun Üstündedir!

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Susurluk-Şemdinli Hattında Nihai Karar: Darbe Düzeni Hukukun Üstündedir!

Mayıs 2006A+A-

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun 69. maddesinin son fıkrasına göre Van Savcısı Ferhat Sarıkaya'nın meslekten ihracına karar verdi. Hakimler ve Savcılar Kanunu'nun "Meslekten Çıkarma Cezası" başlıklı 69. maddesinin son fıkrası, "Disiplin cezasının uygulanmasını gerektiren fiil, suç teşkil etmese ve hükümlülüğü gerektirmese bile mesleğin şeref ve onurunu ve memuriyet nüfuz ve itibarını bozacak nitelikte görüldüğü takdirde de meslekten çıkarma cezası verilir" hükmünü içeriyor.

Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in, Şemdinli iddianamesinden sonra görevlendirdiği iki müfettiş "CMK'ya göre iddianamede bulunmaması gereken hususlara yer vermek" ve "İl Jandarma Alay Komutanlığı'na yazılan bir yazı" nedeniyle savcı Sarıkaya için iki ayrı disiplin cezası verilmesi yönünde görüş belirtmişti. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ise bire karşı altı oyla Sarıkaya'nın meslekten ihracını kararlaştırdı.

Karar bazı kesimlerce 12 Eylül hukukunun faciası ve TSK'nın yargı bağımsızlığına vurduğu bir darbe olarak görülürken, sürecin başından bu yana iddianame karşıtı tavrını koruyanlarca gecikmiş ama adil bir karar olarak değerlendirildi.

İhraç Kararının Hukuki-Teknik Boyutları

Savcı ile ilgili alınan karar, dayandırıldığı 69. maddenin hem ruhuna, hem de lafzına aykırı. Bunu tespit etmek için de hukukçu olmaya gerek yok. En ağır tabirle, belki "uyarı"yı hak edecek mevcut iddianamenin -ki bu husus dahi tartışmalı- "mesleğin hangi şeref ve onurunu" zedelediğini sormak gerekiyor? Eski Ceza Kanunu'nda ve Yeni CMK'da da mevcut bulunan ve hazırlanan bir iddianamede yalnızca aleyhteki değil, lehteki delillerin de toplanması talebini içeren madde gereğince belki eksik olduğu vurgusu yapılabilir. Ancak seksen küsur yıllık Cumhuriyet tarihinde böyle bir iddianame örneğine rastlamak hemen hiçbir hukukçuya nasip olmamış. Zaten konunun bu tarafı da tartışmaya ya da karara konu edilmiyor.

Söz konusu olan şey adı üstünde bir "iddia mektubu". Mahkeme kararı değil. İddianame sahibi delilleri topluyor ve mahkemeye sunuyor. İlgili makamlara da soruşturulma yapılması için gönderiyor. Üstelik hukukta kesin çizgilerden bahsetmek de güç. Yani şu şu madde gereği şu yapılmalıydı demek neredeyse imkansız. Üstelik Savcı Ferhat Sarıkaya iddianamedeki hatalarından dolayı böyle bir cezaya çarptırıldı ise, bu mantığa göre mevcut hakim ve savcıların en az yarısının meslekten men edilmesi gerekiyor. Çünkü halen yerel mahkeme kararlarının neredeyse yarısı Yargıtayca bozulmakta. Bu da kararı veren ve o kararla ilgili iddianameyi hazırlayan hakim ve savcıların hata yaptıklarını göstermektedir. Bu kararla aslında hakimlik teminatı da ayaklar altına alınmış olmakta.

Savcının iddianamesi Van Ağır Ceza Mahkemesince kabul edilmiştir. Bilindiği üzere, yeni Ceza Usul Kanunu (CMK)'nda, iddianamenin iadesi kurumu getirilmiştir. 174. maddede, kanuna aykırı olarak düzenlenen iddianamenin iadesine karar verileceği ifade edilmektedir. Van Ağır Ceza Mahkemesi iddianameyi kabul etmiştir. Bu durumda, eğer savcının iddianamesi kanuna aykırıysa, onu iade etmeyen, kabul eden ağır ceza mahkemesi yargıçları da açık bir şekilde baskı altına alınmış oluyor. İddianame kanuna aykırı ise, iade edilmeliydi ancak; Van Ağır Ceza Mahkemesi yargıçları iddianameyi mevzuata uygun bulmuştur. Savcı bir yanlışla suçlanıyorsa, buradan yola çıkılarak Ağır Ceza Mahkemesi yargıçları da aynı şekilde suçlanabilir.

Bu karar açıkça yargıç ve savcıları belli bir paradigmanın içinde düşünmediği için mahkum etmek anlamına gelmektedir ki bu aynı zamanda hukukun ideolojilerin aracı konumuna oturması anlamı taşımaktadır.

Şemdinli iddianamesi başından beri, bir ceza davası kapsamında olmasına rağmen, hazırlık soruşturmasının gizliliği ihlal edilmiş, devam etmekte olan ceza yargılamasına dair hukuk kuralları dikkate alınmamış, Basın Kanunu hatta TCK çerçevesinde "suç" teşkil eden pek çok tartışma cereyan etmiştir. Ama bütün bunlar ve yargıyı etki altına alan açıklamalar hasıraltı edilip, konu sürekli iddianame ve savcının tutumu ile sınırlandırılıp, hukuk katliamına davet süreci medya ve egemen bürokrasi tarafından sıcak tutulmuştur. Oysa eski Ceza Kanunu'nda bulunmayan ama yeni CMK gereği savcılara yüklenen yeni sorumluluklar gereği, olaylar, kişiler ve deliller arası irtibat kurma zorunluluğu CMK 170. madde gereği savcı tarafından harfiyen yerine getirilmiştir.

Bu maddeye göre "Şüpheli, mağdur ve şikayetçi hakkında detaylı kimlik bilgileri, yüklenen suç, suç tarihi, yeri, suçun delilleri gibi hususlar iddianamede yer alacaktır. Suçu oluşturan olayların mevcut delillerle ilişkilendirilmesi de gerekmektedir".

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Bölümü Öğretim Görevlilerinden Mustafa Şentop bu hususa şu şekilde açıklık getirmektedir:

"Kanun, iddianamenin bütünlüğünü sağlamak için çok önemli bir noktayı gerekli görmektedir. Şüphelilere bir suç yüklenirken, suça konu olayla deliller arasında bir münasebet kurulması gerekmektedir. Yeni kanunda açık olarak zikredilen bu husus, ceza yargılaması bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Savcılık makamı, bir olayla şüpheli hakkında suçlama yaparken, sadece kanaat belirtmekle kalmamalıdır. Deliller olayla ilişkili kişiyi nasıl şüpheli hale getirmektedir, şüphe hangi değerlendirme süreçleri sonunda ortaya çıkmaktadır sorularına da iddianamede cevap verilmelidir. Eski kanun döneminde, delilleri bile zikretmeyen iddianamelerle dava açıldığı bilinmektedir. Halbuki hem suçlanan kişi, hem de mahkeme, önüne gelen iddiayı tam olarak bilmelidir ki, gerekli inceleme ve savunma yapılabilsin. Van Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan, 124 sayfalık iddianamede, deliller ve tanık beyanlarının zikredilmesi, tanık beyanlarıyla olaylar ve şüpheliler arasında bir ilişki kurulması savcılığın takdiri değildir; kanuni bir mecburiyettir. Aksi halde iddianamenin iadesi söz konusu olacaktır. O halde kamuoyunda haftalardır tartışılan nedir? Başsavcının dava açmasına itiraz eden olmadığına göre, iddianamede dile getirilen tanık beyanları ve bu beyanlarla olaylar ve şüpheliler arasında bir münasebet kurulması mı tartışılmaktadır? İddianamede tanık beyanlarının ve diğer delillerin yer alması kanuni bir mecburiyet olduğuna göre, Başsavcılığın bu delilleri değerlendirmesine ve olaylarla ilişkilendirmesine nasıl itiraz edilebilir?

Başsavcının neleri nasıl değerlendirdiği, hangi ifadelere iddianamede yer verdiğidir. Bu meselede ise bir takdir hakkının söz konusu olduğunu kabul etmek gerekir.

Şu halde, iddianamede şu yazılmamalıydı, şu yazılmalıydı, şeklindeki beyanlar hem kanun karşısında, hem de mantık ve insaf ölçüleri içinde kalındığı zaman mesnetsiz ve haksız beyanlardır."

İddianamede yer alan Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt'la ilgili kısmı incelediğimizde, basında bugüne dek çıkan yorum ve haberlerin hiçbir hukuki değer taşımadığı, aksine çarpıtma ve anti-propaganda içerikli siyasi tespitler olduğu anlaşılacaktır. Nitekim, Büyükanıt'la ilgili olay ve bilgiler savcılık değerlendirmesinde değil, tanık beyanlarında yer almaktadır ve iddianamede deliller zikredilirken, tanık beyanlarının da kaydedilmesi gerekmektedir. Bu beyanlar savcılık değerlendirmesinde yer almamaktadır. Başsavcılık değerlendirmesinde, sadece bu beyanların araştırılması için soruşturma usulüne göre yetkili makamlara suç duyurusunda bulunulmasına karar verildiği ifade edilmektedir. Birçok hukukçuya göre bu durum hukuki bakımdan tabii hatta zorunludur. Savcı soruşturma yürütürken, başka suçlara dair şüpheler edinmişse, bunları usulüne uygun bir şekilde ilgili mercilere intikal ettirmek mecburiyetindedir. Demek ki Sarıkaya bunun tersine davranmış olsaydı, iddianame eksik ve hatalı konumuna oturmuş olacaktı ki, bu bile söz konusu kararı haklı çıkarmaz, aksine CMK 174. madde gereği "iddianamenin reddi" söz konusu olurdu.

69. madde üzerinden verilen bu ihraç kararı açıkça siyasi bir karardır. Diyelim ki, iddianamede basında günlerce yazılıp çizildiği üzere "asılsız ithamlar" söz konusu olsun. Ve bu iddialar Büyükanıt'ın kişilik haklarına tecavüz kapsamına girsin. O halde Büyükanıt da her normal vatandaş gibi bir tazminat davası açar ve haklarının iadesini talep edebilirdi.

Yargının Bağımsızlığı Meselesi ve İhraç Kararının Siyasi Mahiyeti

Bundan sonra tartışmayı 20 Muhtırası'nın ve HSYK eliyle "İhraç Kararı"nın altına imza atan ve onlara destek verenlere yönelik olarak "Neden böyle davranıyorsunuz? Böyle davranmakla hukuku çiğnemiş olmuyor musunuz?" şeklindeki bir soru kipine tıkamak anlamsızdır. Nitekim bu ülkede yargının bağımsızlığı meselesinin teorik bir demagojiden ibaret olduğu izahtan varestedir. Resmi ideolojinin kalıplarıyla düşünenlerin bağımsız olabilmeleri mümkün müdür? Üstelik bağımsızlık rölatif bir olgudur. Neye göre, kime göre bağımsızlık? Bağımsızlığın ölçüsü hangi kritere göre belirlenecektir? Aslolan yargının adil olması meselesidir. Adil olma çabası fıtri bir durumu ifade eder. Bu bağlamda Kemalist bir insan da adil olma çabası güdebilir. Bu ayrı bir tartışmanın konusudur. Burada meselenin bizi ilgilendiren yönü sistemin kendi içerisindeki kanuni ve hukuki tutarlılığının tartışılmasıdır.

Yargının bağımsızlığı konusu, seksen küsur yıldır egemenlerin sıkıştıklarında başvurduğu bir demagojidir. Bu demagoji, merkez sağ iktidarlar iplerin elden çıktığının düşünüldüğü dönemlerde, hükümetlere baskı unsuru olarak sıklıkla dillendirilmiştir. Zira Ordu, Yargının üzerindeki yegane baskı unsuruyken, Yargının bağımsızlığından söz etmek laf ebeliği yapmaktan başka bir şey ifade etmez. Bu çok açık olarak bilindiği halde, egemen zihin sahipleri, Yargının bu formel haline dahi tahammül edemez ve her daim, siyasi iktidardan bağımsız bir yargı işleyişine atıfta bulunurlar. Şemdinli olaylarının akabinde benzeri bir söylem Danıştay Başkanı Ender Çetinkaya'nın ağzından dillendirildi. "Adalet Bakanı ve müsteşarının Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulundan çıkarılması" meselesi, aslında yargıyı bugün bulunduğu durumdan daha geriye götürecek bir uygulamadır. Üstelik bu ülkede, yargıçların bakacakları davalar hakkında "brifing"lere katılıp, yönlendirildikleri süreçler de çok uzak bir tarihi geçmişe sahip değil.

Aynı Danıştay Başkanı, hatırlanacak olursa "iddianameyi okumadım ama tasvip etmiyorum" şeklinde bir cümle de sarfetmişti. Sonra da (muhtemelen okuduktan sonra) "yargı bağımsız olsa, savcı o şekilde bir iddianame tanzim edemezdi, zira faturasını ağır öderdi" demişti. Oysa daha düne kadar, başörtüsü-türban ayrımı konusunda pek çok spekülatif, sosyolojik ve dahi siyasal yorumlar içeren, hiçbir hukuki değeri olmayan Danıştay kararını hazırlayan sanki o ve ekibi değildi. Hatırlamakta fayda var;

"Türban da bir çeşit örtü olmakla birlikte, biçim ve kullanılış amacı yönünden başörtüsünden ayrıdır... Türbanda ise böyle bağnaz bir kapalılık görünümü bulunmamaktadır". Ancak burada esas dikkat çeken ve gayrı hukuki olan husus bu satırların mahkeme kararı olmasıdır. Mahkeme kararı boyutu önemli, zira aynı çevreler Van Savcısını iddianamede dile getirdiği yorumlar üzerinden eleştiriye tabi tutarlarken, kendileri mahkeme kararlarını yorum üzerine bina etmekte bir beis görmemektedirler.

Onlara göre yargı bağımsızlığı dendiğinde akla gelen husus, HSYK'nın içerisinde seçilmişler (Adalet Bakanı) ve müsteşarının bulunmamasıdır. Bulunsalar da pek bir şeyin fark etmediğini mevcut süreç öğretmiş bulunmakla birlikte, bu talep araba duvara toslamadan alınmak istenen önlemlerle yakından ilgilidir. Bu hususla ilgili olarak 28 Şubat akabinde yargı mensuplarının askerler tarafından verilecek brifinge gidip gitmeyecekleri tartışmasını hatırlatmakla yetinelim. Hatırlanacak olursa malum süreçte zamanın Adalet Bakanı bir genelge yayınlayarak hakim ve savcıların brifinge gitmelerinin doğru olmadığını ifade etmişti. Peki bu çağrıya kaç hakim ve savcı kulak vermişti? Demek ki, bir hukukçunun dediği gibi, "Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanı da olsa Adalet bakanı yargı üzerinde herhangi bir tesir gücüne malik değilmiş".

Netice itibariyle denilebilir ki, ihraç kararı kelimenin tam anlamıyla bir hukuk katliamıdır. Genelkurmay'ın talimatıyla başlatılan bu infaz süreci, TSK'nın hem savcı, hem hakim, hem de infaz memuru rolünü üstlendiği bir senaryonun hayata geçirilmesinden başka bir anlam ifade etmemektedir.

Bu senaryoya rıza gösterenlerin başında da mevcut AK Parti hükümeti gelmektedir. AK Parti olayların başından beri çelişki ve teslimiyet içeren tutumunu ısrarla korumuş, hatta basına yansıyanlar eğer doğruysa, Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun'un görevden alınması başta olmak üzere, savcının ipinin çekilmesine kadar yaşananlar ve belki de bundan sonra yaşanacak olanlar bir pazarlığın konusu edilmiştir. Bunları kulis söylentileri olarak değerlendirsek bile gerçek şu ki, şu ana kadar yaşananlar seçilmişlerin boyun eğmesi ve zinde güçlerin ise tüm taleplerinin yerine getirilmesi olarak seyretmiştir.

Nitekim Van'da görev yapmakta olan diğer iki savcı hakkında da soruşturma sürdürülmekte, infaz sırasının önümüzdeki günlerde Meclis Araştırma Komisyonu'na uzanması muhtemeldir. Başta Adalet Bakanı Cemil Çiçek olmak üzere, birtakım yetkili zevat Komisyon'un ortadan kaldırılmasını açıkça dillendirmektedir.

"İşin sonu nereye varırsa varsın takipçisi olacağız" diyenler bugün, kamu vicdanında hukuku üstün tutmaya çalışan ve kanunların kendisine verdiği yetkileri kullanmaya çalışan bir memurunun kurtlar sofrasına meze yapılmasına göz yummakta; iğneyle kazılanların kepçeyle verilmesine sessiz kalmakta; TMK gibi sıkıyönetim ruhunu yeniden canlandıran yasaları siyasi ortamın aleyhte işlemesi bahanesi ya da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması dolayısıyla onaylamak zorunda kalmaktadırlar. Bir başka husus da seçildikleri günden bu yana AB sürecindeki ısrarlı tutumlarından çark edici bir siyaseti benimsediklerinin görülmesidir. Bu husus, AK Parti'nin elinde kalan son kozların da bu sürece kurban edileceğinin işaretlerini taşımaktadır.

Savcı Sarıkaya'nın iddianamesinde ismi geçen Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu eşbaşkanı Joost Lagendijk, Van Savcısı'nın "kellesinin tepsi ile takdim edildiğini, savcı"nın görevden alınmasının çok kötü bir işaret olduğunu savunurken, "Mesaj şudur; eğer orduyu eleştirirsen akıbetin böyle olur. Ceza çok çok ağır ve bir daha askerlerle ilgili hukuki bir işlem yapmaya yelteneceklere de gözdağı veriyor." diyerek, sadece TSK'yı değil, "işbirlikçi" olarak nitelendirdiği hükümeti de suçluyordu. AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn'in sözcüsü Krisztina Nagy de "Diğer bazı davalarda savcıların yaklaşımlarına ilişkin oluşan soru işaretlerine Türk yetkililerin aynı hızla cevap vermemiş olmalarını özellikle not ediyoruz." derken, 2006 ilerleme raporunun hayli eleştirel olacağını, bunun da müzakere sürecini olumsuz etkileyeceğini belirtiyorlardı. Bu da "AB sürecindeki olumsuz gelişmelerin, iç politikada hükümeti daha da baskı altına alabilir" yorumlarına hak veren bir süreci işletebilir.

Siyasi pazarlıkları hukuk ve adalete tercih edenlerin akıbeti tarihle sabittir. Maalesef Şemdinli sürecinin üzerinin örtülmesine destek veren, askeri talepleri hukuksuz da olsa ivedilikle yerine getirenlerin akıbetinin seleflerinden farklı olacağı izlenimi uyandıran hiçbir olumlu gelişme sadır olmamaktadır. Bugün idam sehpasına çıkarılmış olanların arkasında durmayan, haklarını savunamayanlar belki önlerinde bazı barikatların olduğunu iddia edebilirler. Ama aynı barikatlar, başörtüsü, İmam hatipler vb konularda da mevcut. Kendileri seçimlere girerken bu barikatları herkesten daha iyi biliyorlardı. Halka vaadlerde bulunurken seleflerinin hatalarını ortaya dökmeyi ve yeni bir siyasetin öncülüğüne soyunduklarını zikretmeyi pek seviyorlardı. Hiçbir şey yapamıyorlarsa en azından Bülent Arınç'ın 23 Nisan resepsiyonunda vurguladığı hususlarda ısrarcı olunması gerektiğinin altı çizilebilir. Bu tür açıklamalara destek verilebilir. Ama belli ki gün o gün değil, niyet o niyet değil!

Son olarak şunu ifade etmekte fayda var ki, çete üyelerinin de hakları vardır ve hukuk onlar için de gereklidir. Birileri uyuşturucu, silah ve kirli savaş pazarında elini kolunu sallaya sallaya gezinirken, birilerinin sakız çiğnedi diye sanık sandalyesine oturtulduğu bir düzenin "ilelebet payidar kalacağını" düşlemek akıl karı değildir. Sıkıyönetim uygulamaları, terör ve güvenlik bahanesiyle oluşturulan korku sendromlarıyla belki bir süreliğine ayakta kalınabilir ve bu günlerin kazasız belasız atlatıldığı düşünülebilir ama Allah'a verilecek hesaptan kaçma imkanı yoktur!

Orada yargıya müdahale edecek bir şefaatçi de yoktur!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR