1. YAZARLAR

  2. Ayhan Bilgen

  3. İslam’ı Marjinalleştirme ve Radikalize Etmekte Sekülerleştirme Kadar Tehlikelidir

İslam’ı Marjinalleştirme ve Radikalize Etmekte Sekülerleştirme Kadar Tehlikelidir

Haziran 2005A+A-

Nisan sayımızda yer alan Mehmet Pamak'ın "İslam'ı Sekülerleştirme Projelerinde Muhafazakar Cemaat ve STK'ların Rolü" başlıklı yazısına ilişkin Mazlumder Genel Başkanı Ayhan Bilgen'in gönderdiği "açıklama"yı metin üzerinde herhangi bir değişiklik yapmadan aynen yayınlıyoruz.

Batıda İslam Dünyası ile ilgili planları sekülerleştirme çabalarından ibaret sanmak ciddi bir yanılgıdır. İki taraflı bir dayatma ile karşı karşıya bırakılan Müslümanlar sekülerleşme ile entegrizm arasında bir tercihe zorlanmaktadır. Tehlikeyi tek boyutu ile okumak peşinen tuzağa düşmeye razı olmak demektir.

Sekülerleşme korkusu ile terbiye edilen Müslümanları fundamentalist v.s. sıfatlarla tecrit etme oyunu birçok Müslüman çevreyi kuşatmış durumdadır.

Reaksiyoner yaklaşımlarla islami duruş belirleme hastalığı ne yazık ki bu tuzağa düşme eğilimini güçlendirmektedir.

11 Eylül sonrası politikalar biraz dikkatle incelendiğinde "ılımlı İslam" projesi ile "medeniyetler çatışması" tezinin birbirini besleyen iki alternetif olduğu görülecektir. Bir taraftan Müslümanlar terörizmle, hoşgörüsüzlükle suçlanırken öbür taraftan da sekülerize etme yolları denenmektedir.

Her iki kimlikte Müslümanların kabul edebilecekleri gerçek duruşlarını yansıtmamaktadır.

Sekülerizme karşı çıkıp entegrizme karşı çıkmamak nasıl özgün bir duruşu geliştirmezse tersi de eksik ve tepkici bir vizyon ortaya çıkaracaktır. Dinlerarası diyalog çalışmaları ile Türkiye'deki misyoner faaliyetlerini birleştirerek düşünce üretmek bütünüyle kafa karışıklığının eseridir.

Türkiye'de misyoner faaliyetlerinin ifade ettiği tehlikeye dikkatlerin yoğunlaşmasını sağlayan ilk adım konunun MGK'da ele alınmasıdır. Rahşan Ecevit'in "din elden gidiyor" çıkışları bu sürecin bir parçası olarak kamuoyunu etkilemiştir.

Katolik Vatikan merkezli planlarla zaman zaman çatışan protestanlaştırma çalışmalarını aynılaştırarak tavır belirlemek yanlış adreslerde oyalanmaktan başka bir sonuç vermeyecektir. Bütün Hristiyan dünyasını tek merkezli algılamak hatta tamamen farklı bir merkezin planladığı BOP'nide aynı kefeye koyarak değerlendirme yapmak yanlış stratejiler geliştirilmesini doğuracaktır.

İslam dünyasını homojen görme eğilimi nasıl oryantalist düşüncenin önemli sapma noktalarından birisiyse, bütün Batı'yı tektipleştirerek algılamada müslüman zihinlerin "doğulu –üçüncü dünyacı" eğilimlerle bulandırılmasıdır.

Londra'da, Madrid'de, New York'ta savaş karşıtı, küreselleşme karşıtı gösterilerin ne kadar güçlü bir taban oluşturduğu bütün kamuoyunun malumudur.

Bütün Batılıları Haçlı Seferlerinin izleyicisi sanmak, ulusal devletlerin ürettiği düşman –tehdit algılamalarına kendimizi kaptırmaktır.

Benzer korkuları Batı'da üreten çevrelerde bütün Türkleri "Atilla'nın Orduları",bütün Türkiye'yi "Doğu Ekspresi" penceresinden görme eğilimindedir.

Avrupa'daki aşırı milliyetçi, Hristiyan demokrat, yabancı düşmanı hareketlerin beslendiği psikolojide bu zeminde yeşermektedir. Afganistan'da Taliban adına yapılanların, Irak'ta direniş adına yapılanların bütünüyle İslam'a maledilmesi nasıl kabul edilemezse Batı'daki her türlü çalışmanın BOP ya da Vatikan merkezli sanılması da kompleksli bir düşünme biçimidir. AB ile BOP'u Vatikan'ı birbirine karıştırarak analizleri yapmak yorum yapmayı imkansız kılacak derecede bilgi eksikliğidir.

MAZLUMDER

MAZLUMDER dernekler kanununa uygun olarak kurulmuş ve amaçlar, ilkeleri, çalışma biçimi tüzüğünde ifade edilmiştir. 1991 yılında yazılan tüzükte amaç ve ilkelerle ilgili bir değişiklik yapılmamıştır. "Açık İslami kimlik ibrazı ","net bir İslami söylem ","tevhid eksenli bir insan hakları mücadelesi" bu tüzüğün herhangi bir yerinde ifade edilmemiştir.

Bir çalışmanın sloganlarının "dini sembol ve kavramlarla "süslenmesinin çalışmayı İslami kılmaya yetmeyeceği gibi tersine yapılan yanlışları "İslama maletme" faturasını da doğuracaktır. MAZLUMDER' in böyle büyük iddialarla hareket etme yetkisine sahip olduğunu sanmak MAZLUMDER'e de, Müslümanlara da yapılacak haksızlıktır.

"İslam adına" hareket etme yetkisinin ortaya çıkarttığı entegrist, skolastik yaklaşımların benzerini Hristiyan dünyası ortaçağda yaşamıştır. Kendi yorumlarını "Tanrı buyruğu" gibi sunan anlayışların ortaya çıkarttığı kanlı mezhep kavgalarının benzerleri Cemel-Sıffin vakalarında, Emevi saltanatında da görülmüştür.

Bir kişi ya da grubun kendi yorumunu Allah adına, din adına kutsallaştırması bir süre sonra kendisi gibi düşünmeyen herkesi "ladini"likle suçlamayı beraberinde getirmiştir. Allah'ın ayetlerinin kendi hatalarını düzeltmek için değil kılıçların ucuna takarak başka Müslümanları itham için kullanılması "ibadet ruhu" ile bağdaşmayan bir durumdur. Bu hastalıklı ruh halinde "Allah rızası" aramak önce Allah'a iftira etmektir.

Mazlumder'in Irak'ın işgali karşısında sergilediği tutumda, AB'nin politikaları karşısındaki tutumda nettir. Bu net tutum basın açıklamaları yolu ile kamuoyuna taşındığı gibi doğrudan AB ve ABD yetkililerine de yansıtılmıştır.

Mazlumder sokaklarda ne söylüyorsa sorunun odağı olan kişi ve kurumlarla yüzyüze görüşmelerde de aynı tavrı ortaya koymuştur. Mazlumder'in "bir dönüştürme projesinin uygulayıcısı olduğu"iddiası iftiradır ve müfterilerle ilgili Ebu Hanife'nin fetvası açıktır.

Bir dönem Mazlumder'de yöneticilik yapan kişilerin daha sonraki dönemde sergiledikleri bireysel tercih ve yaklaşımların Mazlumder'e maledilmesi tam bir paranoyadır. MAZLUMDER' in, kendi bünyesinde çalışanların bütün hayatını ipotek altına almak gibi bir insiyatifi sözkonusu değildir.

Bir düşüncenin kaynağının ilahi yada beşeri olmasının kriterleri ile ilgili tartışma 1200 yıl önce yapılan eserlerde çok daha seviyeli biçimde ele alınmıştır. Bütün bu tartışmalardan habersiz ve Amerika'yı yeniden keşfetmeye çalışan söylemlerle ortaya atılan iddialar cevaplanmaya bile değmeyecek tekyanlı yorumlardan ibarettir.

Zulüm odakları ile mücadele etmek yerine kendisi gibi düşünmeyenlere iftira etmenin "iyiliği emr, kötülükten men" olarak servis edilmesinin takdirini vicdan sahibi kamuoyu ile adaletle hükmedileceğinden şüphe duymadığımız güne bırakıyorum.

"Kitaba sarılmak ve fitne ile mücadele etmek" önce kendine bakmak, kendi nefsi ile hesaplaşmakla mümkündür. Kendisi ile çevresi ile kavgalı olanların "tecrit" gibi bir yetkiyi kimden aldıkları, yargısız infazın ne kadar ilkeli, adil bir tutum olduğunun cevabını okuyuculara bırakıyor ve hiçbir şekilde bu polemiğin tekrarına taraf olmayacağımızı ifade ediyorum. Mazlumder herkese ve her şeye rağmen haklı olduğuna inandığı yolda yürümeye devam edecektir.

Bir Proje Çalışmasının gösterdikleri: Kırılmayan Önyargılar

Uzun bir süredir bazı çevrelerin, MAZLUMDER İzmir Şubesi tarafından 12 İli kapsayacak şekilde yürütülen "Din Görevlilerinin İnsan Hakları Hukuku Alanında Eğitimi" konulu proje çalışması hakkında sağlıklı bir tartışmanın önünü açamadıkları üzüntüyle izlenmektedir.

İslami çevredeki bazı yazarların projenin içeriği ve elde edilen sonuçlar ile hiç ilgilenmemesi ve söz konusu çalışma üzerinden siyasi ve ideolojik yargılar geliştirmeleri ise hayretle karşılanmaktadır.

Oysa bu çalışma tam anlamıyla insan hakları konularında bir bilinç geliştirme çalışmasıdır ve başkaca hiçbir hedefi bulunmamaktadır.

Durum böyle iken Haksöz Dergisi'nin Nisan 2005 sayısındaki köşesinde Sn Mehmet Pamak Din Görevlileri'nin insan hakları alanında eğitimi ile ilgili çalışmayı, İslam'ın Sekülerleştirilmeye çalışıldığı iddiaları için dayanak yapmak istemiştir.

MAZLUMDER için böylesi bir ithamın derneğin kurucu genel başkanı tarafından yapılıyor olması ise başlı başına bir talihsizlik örneğidir.

Din Görevlilerinin İnsan Hakları Alanında Eğitimi Çalışması'nın Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu'nun desteğiyle yürütülmesi üzerinden, septik bir yaklaşımla sürekli olarak komplo teorileri geliştirmek son derece yanıltıcı olabileceği gibi aynı zamanda zihin sağlığı bakımından da iç açıcı bir durum değildir.

Avrupa Komisyonu belli aralıklarla ve farklı konularda proje teklif çağrıları yayınlamakta ve kabul edilen projelerin uygulama bütçeleri hibe fonlarıyla desteklenmektedir. Temel bir kural olarak Avrupa Komisyonu, projeyi hazırlayan ve sürdüren sivil toplum kuruluşunun amaç ve hedeflerinin belirlenmesine ve yapılacak çalışmanın içeriğine hiçbir şekilde müdahale etmediği gibi söz konusu çalışmada yapılacak sunumlar ve dağıtılacak eğitimi materyallerinin Avrupa Komisyonu'nun resmi görüşünü yansıtmaması gerektiğini de özenle vurgulamaktadır.

Açıklık ve görünürlük bakımından son derece önemli olan bu kuralları görmezden gelerek Din Görevlilerinin İnsan Hakları Eğitimi çalışmasıyla amaçlanan sonuçları kişisel önyargılarla tamamen yanlış bir mecraya sürüklemek ne kadar ahlaki bir tutumdur?

Avrupa Birliği'ni ve Türkiye'deki siyasi çevre ve toplumsal yapının bu sürece ilişkin beklentileri veya kaygılarını elbette tartışmak gerekmektedir. Ancak bunu yaparken amaçları ve hedefleri tamamen açık olan bir proje üzerinden Avrupa Birliği'nin niyetini sorgulamaya çalışmak en basit deyimle kolaycılığa kaçmak demektir.

Sn Pamak, adı geçen yazısında, dini öğreti ile evrensel insan hakları değerlerinin uyum içinde olduğu düşüncesinin din görevlileri tarafından özümsenmesini ise aynı şekilde İslam'ın Sekülerleştirilmesi tezine dayanak yapmaktadır. Oysa bugün insanlığın üzerinde ittifak ettiği, evrensel nitelik taşıyan ve insan hakları değerleri olarak adlandırılan değerler, aynı zamanda ilahi öğretinin bir parçasıdır. Bu değerleri formüle etmek bakımından Batı'da geliştirilen uluslararası insan hakları sözleşmeleri bir fikir vermekle birlikte, insan hakları alanına ilişkin İslam toplumlarının üzerinde uzlaştığı, açık, kuşatıcı ve uygulanabilir özellik taşıyan manifesto, şart, bildirge ya da sözleşme haline getirilen metinlerin bulunmayışının nedenleri üzerinde düşünmek, suçlayıcı yaklaşımlardan daha tutarlı ve anlaşılır bir çaba olacaktır. Evrensel insan hakları değerleri ve hukuku ile pozitif hukuku birbirine karıştırmak ciddi bir bilgi eksikliğidir.

Din Görevlilerinin niçin hedef kitle seçildiğine ilişkin sorular ise, genel olarak Din Görevlilerinin insan hakları eğitimine ihtiyaçları bulunmadığı önyargısını da içinde barındırmaktadır. Her şeyden önce toplumu etkileme ve yönlendirme gücü bakımından son derece önemli bir kitle olan Din Görevlileri'nin aynı zamanda birer insan hakları savunucusu olmaları, insan hakları bilincinin yaygınlaşması bakımından da önem taşımaktadır. Cami'de görev yapan bir İmam'ın arkasında işkenceci de namaz kılmakta, işkence mağduru da aynı safta ibadet etmektedir. Bu yönüyle bakıldığında, Din Görevlileri toplumun çok farklı kesimleri ile iletişimi olan sıra dışı bir kitle özelliğini taşımaktadır. Nitekim eğitim seminerleri hem dini metinlere hakim olan ve hem de pozitif insan hakları alanına ilişkin deneyimleri bulunan akademisyenler ve hukukçulardan tarafından sunulmuştur. Böylelikle İslami metinler ile günümüz insan hakları hukuku mukayeseli olarak anlatılmış, Din Görevlileri bu yöntemi son derece yararlı bulmuşlardır.

12 İl'de toplam 455 Din Görevlisinin katıldığı çalışmanın sonuçları, tüm önyargılar ve asılsız ithamlara en güzel yanıtı vermektedir. Katılımcıların tamamı, insan hakları alanına ilişkin ilk kez bir eğitim çalışmasına katıldıklarını ve bundan sonraki dönemde benzer çalışmalara katılmak istediklerini belirtmişlerdir. Benzer şekilde bu çalışmayı diğer meslektaşlarına da önereceklerini, cemaat çevrelerine geliştirdikleri yeni fikirleri taşımak istediklerini ifade etmişlerdir.

Devletin kolluk güçleri (JİTEM ve Terörle Mücadele Ekipleri dahil olmak üzere) çalışmayı çoğu zaman izlemek ve müdahale etmek istemiş ancak buna fırsat tanınmamıştır. Bazı bölgelerde ise "Örneğin Manisa'da" JİTEM görevlileri İl Müftüsünü ziyaret (!) ederek baskı kurmaya çalışmışlarsa da MAZLUMDER, JİTEM görevlilerini uyararak muhtemel olumsuz gelişmeleri önlemiştir.

Tüm bu riskler bir yana MAZLUMDER açısından çok daha önemli olan risk, topluma bilgi aktarımında bulunan kimselerin önyargılar eşliğinde kamuoyunu yanlış ve gerçekdışı bilgilerle yanıltma çabalarıdır. Bu çabalar bazen farkında olmadan yapılabileceği gibi bazen de bilinçli olarak yapılabilmektedir.

MAZLUMDER, tüm inanç ve düşünce mensuplarının temel hak ve özgürlükleri için mücadele etmeye ve farklı toplumsal kesimlere yönelik insan hakları eğitimini sürdürmeye devam edecektir.

Eleştiriye herkes ve her kurum gibi MAZLUMDER'in de ihtiyacı vardır. Ama yapıcı, usulüne uygun, kişisel hırsla yapılmayan eleştiriye ihtiyacımız olduğu bilinmelidir. Tahkir edici, küçük düşürücü üslup ise eleştiri değil saldırıdır. MAZLUMDER kendisine saldırarak polemik içerisine girerek gündem olmaya çalışanlarla bundan sonra da seviyesi düşük tartışmalara girmeyecektir. Buna ortam oluşturarak MAZLUMDER'e yönelik yıpratıcı kampanyada taraf olan herkesle hukukunu gözden geçirmeyi de ihmal etmeyecektir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR