1. YAZARLAR

  2. Zafer Bangaş

  3. İslami Hareketlerin Müslüman Ülkelerdeki Sorunlara farklı Yaklaşımları

İslami Hareketlerin Müslüman Ülkelerdeki Sorunlara farklı Yaklaşımları

Mart 2003A+A-

Batı'daki siyaset yapıcıların marifetiyle İslami hareket ağır bir baskı altına girmeye başlamıştır. Ne de olsa İslami Hareket Batı'yı evrensel düzeyde tehdit etmektedir. Şurası açıktır ki Batı kendisine boyun eğen ve yalnızca ibadetlerle meşgul olan İslam anlayışına hoşgörü göstermekte. Bu barışçı İslam'dır fakat Batı'nın zulümlerine karşı çıkanlar anında terörist olarak damgalanmakta ve ortadan kaldırılmak için üzerleri çizilmekte. Bu husus 11 Eylül 2001'den sonra daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Amerika kendi tarihinde ilk defa kendi ilacının tadına bakmıştır. Herkesten önce müslümanlar Amerikan saldırganlığının ve küstahlığının sona ermesini temenni ettiler.

Çok sayıda müslüman Avrupa ve ABD'de yaşamasına rağmen bu İslami hareketin dış bir problemiydi. Fakat artık durum böyle değil. 11 Eylül olaylarından sonra Avrupa ve Amerika'daki müslümanlar güvenlik bahanesiyle yoğun bir soruşturma, taciz ve kötü davranışlara maruz kaldılar. Bunu da bazı şeyler değişti mazeretiyle açıklamaya çalıştılar bu uygulamaları yapanlar. Onlar her müslümanı düşman ve potansiyel bir terörist olarak kabul etmeye başladılar. Yıllardan beri İslam dünyasındaki kardeşlerinin maruz kaldığı davranışlara artık Batı'daki müslümanlar da maruz kalıyorlar. ABD bu açıdan bütün müslümanlar için seviyeyi eşitledi.

Bütün bunları bir kenara bırakıp İslami hareketin iç işleyişini değerlendirmemiz gerekiyor. 11 Eylül müslümanlar için ne önemli bir gündü ne de insanlık tarihinin şahit olduğu en büyük felaket. İslam dünyasının büyük bir bölümü uzun zamandan beri karışıklık içinde. Bu olay mevcut kötü durumu daha da kötüleştirdi. Sebebi de Amerika'nın intikam almak için saldırgan bir tutuma girip İslam dünyasına saldırması. 11 Eylül müslümanlar için öylesine bir gündü, ABD ise çılgına dönmüştü. ABD'nin çılgına dönmesi ve masum insanlara saldırması anlaşılabilir oluyor da neden müslümanların hergün karşılaştıkları aşağılama, saldırganlık ve cinayetlere tepki göstermeleri anlaşılabilir olmuyor. Amerika'nın Afganistan'a saldırması tam anlamıyla gayri adil bir tutumdu. Amerikalılar Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi saldırılarına karışmaktan dolayı bir tane Afganlıyı bile suçlamamışlardı.

İslami hareket, 11 Eylül'ü kendi önemli bir günü olarak tanımlaması, bütün siyaset ve konumlarını bir tek olaya göre değiştirmesi için Batı tarafından zorlanıyor.

Ayrıca Batı, Müslümanların yaşadığı acıları hiçbir zaman kendisiyle bağlantılı görmemiştir. Aksine bütün bu acıların kendi toplumlarındaki sorunlardan kaynaklandığını iddia etmişlerdir. Bu iddia Daniel Pipes ve Charles Krauthammer gibi Siyonist yorumcular tarafından yüksek sesle pazarlanmaktadır. Hristiyan fundamentalistler de İslam'ın -kötü- olduğunu söylemektedirler.

İslam dünyasındaki bazı problemler içerden kaynaklanan problemlerdir. Fakat bu durum Batı'nın tamamen masum olduğunu göstermez. İslam dünyasının en temel sorunlarından birisi sömürgecilik tarafından zorla kabul ettirilen ulus devlet yapısının gayrimeşru niteliğidir. Benzer şekilde milliyetçiliğin ve partili siyasetin zehirli kavramları İslami siyasete sokulunca müslüman toplumların ve bireylerin hayatları yerle bir oldu. Doğrudan sömürgecilik sona ermiş olabilir. Fakat sömürgecilik çağı sona ermedi. Bütün müslüman ulus devletlerdeki yönetici sınıf sömürgecilik çağının ürünüdür ve Batı'nın çıkarlarına hizmet etmektedir. Karşılığında da ABD tarafından desteklenmekte ve iktidarda tutulmaktadırlar. Bu yönetici sınıf da Washington'un sömürgeci politikalarına karşı çıkan halka engel olmaya çalışır.

Bu çerçevede İslam dünyasındaki son gelişmeler İslami hareket için artan bir öneme sahip olmuştur. İki farklı eğilim ortaya çıkmıştır. Pakistan ve Türkiye'deki "İslamcı" siyasi partilerin zaferi ve Cemaat-i İslami'nin Mısır'daki rejime karşı silahlı mücadeleyi sona erdirmesi. Her iki vakıa da dikkatli bir incelemeyi gerekli kılmaktadır. Böylelikle gerekli dersler çıkarılabilir ve İslami hareket gelecekteki hareket tarzını belirleyebilir. Yüzeysel olarak baktığımızda bu eğilimlerin ortaya koyduğu sonuç müslümanların iki seçenekten birini seçebileceğidir; parlamenter seçimlere katılmak ya da silahlı mücadele yapmak.

Bazı temel prensipleri açıkça ortaya koyalım: İslami hareket şiddet yolunu tercih edemez. Özellikle Müslüman toplumlardaki mevcut rejimi devirmedeki mücadelesinde. Bu tespit yalnızca klasik İslami siyaset teorisine (bu teori açıkça sorunludur) dayanılarak söylenmiyor, Rasulullah'ın (s) hayat hikayesine bakılarak söyleniyor. Müslümanlar gayrimeşru otoriteye karşı isyan meselesiyle klasik İslami siyaset teorisinin nasıl ilgilendiğini daha iyi anlamaya çalışmalıdırlar. İsyan resmi yardımlar vasıtasıyla engellenmeye çalışılmış ve böylelikle gayrimeşru yöneticilerin tehdit edilmemesi sağlanmıştır. Klasik alimler müslümanların duyarlılıkları barışçı nasihat konumuna dönüşsün diye desteklenmiştir. Bu siyaset öyle bir konuma gelmiştir ki bazı çevrelerde Kuran emirlerinin ve Rasulullah'ın (s) sünnetinin önüne geçmiştir.

Müslüman toplumlardaki baskıcı yönetimlere karşı silahlı mücadeleye başvurmak bazı nedenlerden dolayı başarısızlığa mahkumdur. Bu başarısızlığın nedeni sadece baskıcı rejimlerin daha kapsamlı bir şiddet mekanizmasına sahip olmaları değil, aynı zamanda kamuoyunu dikkatli bir şekilde yönlendirerek kendi baskıcı, yıkıcı uygulamalarını gizlemeleri ve İslami hareketleri baskıcı ve yıkıcı olarak tanımlamalarıdır. Sonuç olarak İslami hareket sempati kazanmaz ve güvenilirliğini yitirir. Silahlı İslami Grup (GIA), FIS'in kazandığı Aralık 1991 seçimlerinin geçersiz sayılmasından sonra askeri cuntaya karşı silahlı mücadeleye başladığında yukarıda söylediğimiz husus tam anlamıyla ortaya çıktı. İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) büyük bir başarı kazanmıştı. Fakat rejim cepheyi bertaraf etti ve kendi ajan-provakatörlerinin işlemiş olduğu zulümleri Cephe'nin üzerine attı. Bu gerçekler belgelenmiştir. Cezayir'den kaçan ajanlar İngiltere ve Fransa'da suçlarını itiraf etmişlerdir. Bütün bu gelişmeler Kasım 1997'de hem Le Monde (Paris) hem de Independent (Londra) gazetelerinde yayınlanan makalelerde ayrıntılı bir şekilde ortaya konulmuştur.

Silahlı mücadelenin diğer bir olumsuzluğu da orduyla kolaylıkla işbirliği yapma konumuna düşülmesidir. Bazı müslüman ülkelerde İslami hareketin üyeleri ordunun bazı unsurlarına kendi saflarında yer verdiler. Daha sonra bunların önderlik yaptığı darbeler İslam'ın zaferi olarak ortaya konuldu. Bu metod Mısır, Sudan ve Pakistan'daki müslümanlar açısından korkunç sonuçlar ortaya çıkardı. Darbeciler iktidarı ele geçirmek için İslami hareketle birlikte hareket ettiler. Daha sonra kendilerini güvende hissettiklerinde İslami hareketi ve onun çekirdek kadrosunu ortadan kaldırdılar. Cemal Abdunnasır, Mısır'daki İhvana bunu yaptı. İktidarı ele geçirmek için desteğini aldığı Hasan el-Benna, Abdulkadir el-Avda ve Seyyid Kutup gibi önde gelen şahsiyetleri uydurma suçlarla itham edip ya vurdurdu ya da idam ettirdi.

Silahlı mücadele benimsenecek bir yol değilse, seçim mücadelesi müslümanlar için en iyi seçenek midir? Pakistan ve Türkiye'deki İslamcı siyasi partilerin son zaferlerine bakarak bu soruya evet cevabını vermek oldukça cazip görünmektedir. Fakat bu cevap bazı temel gerçekleri görmemizi engeller. İlk olarak Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Kasım'da 550 üyeli parlamentoda 363 sandalye kazanarak büyük bir zafer elde ettiği Türkiye'ye bakalım. Refah Partisi de 1996 seçimlerinde 158 sandalye kazanmıştı. Fakat Necmettin Erbakan'ın başkanlık yaptığı hükümet 1997 yılında asker egemen Milli Güvenlik Kurulu tarafından görevi bırakmaya zorlandı. Refah Partisi 1998 yılında kapatıldı ve Erbakan'a siyaset yapma yasağı getirildi. Daha sonra Fazilet Partisi adını aldı. Fakat o da çok İslamcı görüldüğünden dolayı kapatıldı. Laik bir sistem altında parti mücadelesi yapmak oldukça zor bir uğraştır; herkes laikliği benimsemek ve şarlatanları kurtarıcı olarak kabul etmek zorundadır. AKP laikliğe bağlılığını ifade etmiştir. Hiç kuşkusuz bu bağlılık her fırsatta dile getirilecektir. En ufak bir sapma askeri yapının sert müdahalesine maruz kalınmasına yol açacaktır.

İlk bakışta Pakistan'daki durum farklı görünmektedir. Fakat temelde Türk modeliyle hemen hemen aynıdır. Zaten General Pervez Müşerref, Mustafa Kemal'e hayran olduğunu belirtmiştir. Müşerref, Pakistan siyasetini Türk modeline göre tasarlama arzusunda olduğunu gizlememektedir. O da Pakistan'da bir Milli Güvenlik Kurulu oluşturdu. Bu kurul sivil hükümet tarafından ortaya konulan ve seçilmiş parlamento tarafından onaylanan kararları denetleyecektir. Politikacılar alaşağı edilme korkusu içinde Müşerrefin Pakistan'ın patronu olduğunu unutmayacaklar. O, artık çok fazla ileri gittiklerini düşündüğünde onların işine son verecektir.

Pakistan'ın tarihinde ilk defa dini partilerin oluşturduğu koalisyon Ulusal Meclis'te hatırı sayılır sayıda sandalye kazandı ve Kuzey Batı Sınır Eyaleti'nde hükümeti oluşturdu. İslami koalisyon federal başkent İslamabad'da ve dört eyalette de sandalye kazandı. Bu açıdan bu koalisyon ulusal siyasi bir ittifaktır. Fakat seçim zaferinden sonra koalisyonun liderleri büyük bir özenle kendilerini ılımlılar olarak tanımladılar ve gemiyi kayalıklara çarptırmayacakları hususunda herkese teminatlar verdiler. Burada unutulmaması gereken husus şudur: Onlar halkın İslami duygularına hitap ederek seçimden zaferle çıktılar. Fakat daha sonra laikliğin savunucularına bağlılık gösterme hususunda kendilerini mecbur hissettiler. Partili mücadelede İslamiyet'e bağlı olan grup ve bireyler temel meselelerde kararları atanmış laik kişilere bırakmak zorunda kalırlar. Bu da partili mücadelenin diğer bir olumsuzluğudur.

Pakistan ve Türkiye'de sistem öncelikle ABD çıkarlarıyla ters düşmemeye çalışır, halkın refahı daha sonraki bir meseledir. Bu türlü sınırlamalar İslami partileri önemsiz meselelerle uğraşmaya mecbur eder. Sözgelimi otobüslerde müzik çalınmasının yasaklanması ve otellerde içki satışının yapılmaması. Bu tür uygulamalar hoş değildir. Fakat sıradan insanların hayat şartlarında herhangi bir değişikliğe yol açmazlar. Sıradan insanların hayatlarıyla ilgili ciddi meseleler söz konusu olduğunda bu tür partiler çaresizdirler. Sebebi de gücün diğerlerinin elinde olmasıdır.

İslami hareket için baskıcı rejimlere karşı silahlı mücadele ve partili mücadele yapmak uygun birer seçenek değilse o halde yapılması gereken nedir? Öncelikle İslami hareketin ana vazifesinin ne olduğunun ve ne olmadığının belirtilmesi gerekir. İslami hareketin ana vazifesi iktidarı ele geçirmeye çalışmak değildir. İslami hareketin ana vazifesi Al-i İmran Suresi 104. ayette belirtildiği üzere doğru olanı emretmek ve yanlıştan alıkoymak olmalıdır. Bu da ancak belirtilen Kur'ani emiri yerine getirebilmek için kendi hayatları da dahil her türlü fedakarlığı yapabilecek yeterli sayıda İslami hareket mensubu varsa yerine getirilebilecek bir vazifedir. Rasulullah'ın (s) hayat hikayesine baktığımızda, o ve ashabı 13 yıllık Mekke dönemi mücadelesinde her türlü baskı ve zulme uğramalarına rağmen hiçbir zaman silahlı mücadeleye başvurmamışlardır. Güvenli bir bölgeye kavuştuklarında silahlı mücadele izni verilmiştir.

Peygamberin bir diğer örnekliği de Mekke'deki kurulu sisteme katılımda bulunmamasıdır. O iktidarı paylaşma tekliflerini reddetmiştir ve ayrıca Mekke önde gelenlerinin devlet ve toplumla ilgili önemli kararlar aldığı Daru'n-Nedve toplantılarına katılmamıştır. Allah'ın Elçisi cahili sisteme katılmamışken ve sistemi içeriden değiştirme seçeneğini reddetmişken Müslümanlara ne oluyor da bu sünnete aykırı hareket ediyorlar? Bu mesele hususunda Müslümanların kafası hayli karışık. Sistemi içeriden değiştirmek biz Müslümanlar için başvurulabilecek bir seçenek değildir.

İslami hareket baskıcı sosyo-ekonomik siyasi düzene karşı silahsız ve barışçı direniş metodunu benimsemelidir. Silahsız mücadele bütün halkın gözünde mevcut düzenin meşruiyetini kaybettiren bir mücadeledir. Mevcut düzene karşı yapılacak barışçı, silahsız mücadele düzenin vahşi yüzünün deşifre olmasını sağlayacaktır. Bu en etkili bir biçimde İran'da 1978 yılında Şah'ın baskıcı rejimine karşı yapılan mücadelede ortaya çıkmıştır. İran'da İmam Humeyni'nin önderliğindeki İslami hareket silahlı mücadeleden büyük bir itina ile kaçınmıştır. Bu süreçte binlerce insanın öldüğü bir gerçektir. Fakat direniş rejimin meşruiyet temellerini tahrip etmiştir. Sonuçta sıradan askerler, üslerinin sivillerin üzerine ateş açılması emrini uygulamamışlardır. Askerler emirlere itaat etmemeye başlamışlarsa rejimin sonu gelmiş demektir.

Cezayir'de ise tam tersi gerçekleşmiştir. GIA silahlı mücadeleye başvurduğunda rejim, muazzam silah gücünü kullanma fırsatını bulmuştur ve ayrıca ajanları etiyle FIS'ın destekçilerini öldürtmüş, bu cinayetleri de İslami hareketin üzerine atmıştır. Bütün iğrenç cinayet ve zulümler FIS'ın güçlü olduğu bölgelerde gerçekleştirilmiştir. Rejim bu sayede bir taşla iki kuş birden vurmuştur; birincisi, İslami hareket zorba bir hareket olarak tanımlanmıştır; ikincisi, İslami hareketi destekleyen insanlar bertaraf edilmiştir. Herkes bu tür tezgahlara düşmemiştir ama İslami hareket savunmacı konumuna düşmüştür. Sürekli kendi adını temize çıkarmak ve bu tür zulümlerden kendilerinin sorumlu olmadığını açıklamak İçin çabalayıp durmuştur. Şayet Cezayir İslami hareketi silahsız, barışçı direniş yolunu seçseydi rejim meşruiyetini kaybedecek ve rejimi devirmek için kitleleri harekete geçirebilecekti. İslami hareket bir unsurunun silahlı mücadeleye katılmasına izin vermekle ahlaki zeminini kaybetmiştir. Barışçı direniş yüzünden çok sayıda insanın hayatını kaybedeceği açıktı ama ölümler silahlı direniş yüzünden oldu. Birincisi olsaydı rejim bütün meşruiyetini kaybedecekti ve kendi birlikleri kendi otoritesine isyan edecekti, ikincisi oldu, yüz elli binden fazla insan öldü. Fakat cunta varlığını devam ettirdi, İslami hareketin liderleri ve destekçileri ya öldürüldüler ya da hapsedildiler.

Mısır'daki Cemaat-i İslami ile ilgili de birkaç söz söylemek istiyorum. Şöyle bir yanlış tespit vardır; lideri öldürürseniz toplumda köklü bir değişiklik yapabilirsiniz. Bu tarz düşünceye Ekim 1981'de Enver Sedat öldürüldüğünde Cemaat-i İslami sahipti. Sedat öldürüldüğü için halkın ayaklanacağını düşünmek tecrübesizlikti. Cemaat olayı "Firavun öldürüldü" diye açıklamıştı ve halkın ayaklanacağını düşünüyordu. Fakat böyle birşey olmadı ve rejim cemaatin ayaklanmasını ezdi geçti. Sonuçta liderlerinin birçoğu ya öldürüldü ya da hapsedildi. Enver Sedat'ın yerine Hüsnü Mübarek geldi, 6 aylık bir olağanüstü hal ilan etti. 21 yıl geçti, o hala iktidarın başı. Mısır ise 1981'deki Firavun'un döneminden daha iyi bir durumda değil. Mısır Siyonist ve Amerikan sö­mürgesi haline düştü. Yolsuzluk ve beceriksizlik had safhaya ulaştı.

İslami hareket eyleme geçmeden önce meseleleri iyi analiz etmeli ve anlamalıdır. Doğrusu bazı İslami hareketlerin bugünlerde gerçekleştirdiği eylemler, klasik İslam teorisinin pasiflik ve nasihatle ilgili tespitlerinin kısmi doğruluğunu kanıtlıyor.

Çev: Zafer Bangaş

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR