1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Yeni İslamcılık Arayışı Ak Parti Gerçeğini Doğru Okumalıdır

Yeni İslamcılık Arayışı Ak Parti Gerçeğini Doğru Okumalıdır

Aralık 2002A+A-

Radikal olarak değerlendirilen İslami oluşumların 28 Şubat darbesine paralel olarak dağılma veya en azından geri çekilme sürecine girmeleri; peşinden de kendini Milli Görüş hareketinin temsilcisi olarak takdim eden, destekleyenlerince İslamcılıkla vasfedilen Saadet Partisi'nin 3 Kasım yenilgisi İslami kesimde önemli kırılmalara ve yeni arayışlara neden olmakta. İslami mücadele süreçlerinde yer alan Müslümanların bugün içine düştükleri yılgınlık ve dağılma hali tabii ki çok ciddi bir özeleştiriyi gerekli kılmaktadır. Yaşanan toplumsal ve siyasal gerçeklikten kopuk, konjonktürel ve tarihsel imkanladır üstüne çıkamayan, tutarlı bir tarih ve toplum değerlendirmesine ulaşamayan, ümmeti yeniden yapılandırma ve Kur'an neslini oluşturma hedefini öncelemek yerine aceleci hedefleri adeta kutsayan, sistem içi mücadelenin ilkelerini saptayamadan sistem içi proje mimarlığı sevdasına tutulan ve küresel kuşatma karşısında alternatif ve gerçekçi bir gelecek stratejisi kuramayan İslami oluşum ve emeklerin ulaştığı bu üzücü sonuç, bir bakıma da kaçınılmazdı.

Ancak, İslami kesimde yaşanan bu yılgınlık ve dağılma psikolojisi sürerken, tutarlı bir özeleştiri sonucu kendini daha sahih temeller üzerinde yeniden inşa etmeye; benzer kaygılar taşıyan çevrelerle daha fazla diyaloga girmeye; dini algılama usulünü ve mücadele metodunu daha çok Kur'an eksenli bir sorgulama ile yenilemeye çalışan ve istikamet kaygısı taşıyan insanların, yaşanan bu süreci daha sağlıklı ve yapıcı bir şekilde değerlendirip aşacaklarını söylemek bir kehanet olmasa gerektir. Yaşadığımız bu gerçeklik içinde Kur'an Neslini İnşa Projesi, hem düşünsel hem de yaşamsal alanlarda özeleştiri sürecini yaşayan İslami mücadele hattının belirleyici ve öncelikli gündemi haline gelme ve getirilme imkanına daha rahat kavuşacaktır.

Dayatan süreçte yaşanan tüm zaaf ve yanlışlıklara rağmen, vahyi doğrulara ve pratiklere sahip çıkarak ayakta kalmaya ve süreci yenilenerek aşmaya çalışan insanların Türkiye'nin bütün bölgelerinde en önemli diriliği ve geleceğe dair güveni kararlılıkla yaşattıklarına şahit oluyoruz. Zihinsel ve eylemsel yılgınlık ve dağılmanın kitleleşmesine rağmen, sorgulama, yenilenme ve yeniden inşa hamlesine aday insanların sayılarının az olması, güce ve niceliğe şartlanmış kişiler nezdinde belki dikkate alınmayabilir. Ancak Türkiye'nin 20-30 yıllık tevhidi uyanış, bilinçlenme ve mücadele sürecinin toplam birikimini taşıyan bu insanların bilgi, tecrübe ve olgunluk düzeyleri, vahyi doğrularla ve Kur'an Nesli'nin inşası projesinin devrimci hedefleriyle daha bilinçlice kucaklaştıkça çok nitelikli bir kazanımı ve kalkış platformunu da oluşturmuş olacaktır. Tevhidi mücadele çizgisinin tarihi bağlarını modern olanı yorumlayan bir tanıklıkla günümüzde yaşatan ıslah ve ihya çabaları; direnişi, tanıklığı ve üretimi önceleyen bir tavırla Kur'ani söylemi sosyalleştirecek, sürekli ve kalıcı bir inşayı alternatifleştirecek yegane güçtür. Çözmemiz gereken sorun, İslami duyarlılığı nasıl çoğaltacağımızdan çok, Öncelikle kitlelerin zaten fıtri olarak da yöneldikleri İslami olana ilgiyi nasıl Kur'anileştireceğimiz ve tevhid ve adalet mücadelesinin taşıyıcısı haline getirebileceğimizdir.

Yaşadığımız dağılma ve yılgınlık süreciyle ilgili değerlendirmelerin ve çözüm arayışlarının çeşitliliği ve bazı gariplikleri de tabii ki dikkat çekmektedir. Zira ilke ve metod konularında yeterince Kur'anileşemeyen bir İslami duyarlılık sürecinden gelinmektedir. Yerel, ulusçu, gelenekçi ve tevhidi değerleri birbirinden yeterince ayrıştıramamış ve sürekli yükselmekte olan bu İslami duyarlılık sürecini en iyi ifade eden terim "İslamcılık"tır. İhya ve ıslah çabalarını (veya tevhidi mücadele çizgisinin evrensel değerlerini) gelenekçi ve modernist eğilim ve tutumların aykırılıklarından ayrıştı ram ayan bir "İslamcı", tabii ki geçmişi de geleceği de doğru okuyamayacak, doğru ile yanlışı birbirine karıştıran bir eklektisizm ile günübirlik kurguların peşine takılacaktır. İslamcılığın ifade ettiği sistem karşıtlığı ve İslami yaşam özlemi, maalesef ki taşıyıcılarında ortak bir tasavvur ve hedef birlikteliği oluşturamamaktadır. Müslümanların yaşadığı mücadele süreci, insanlara endeksli İslamcılığın taşıdığı bazı zaaflar ve eklektik değerleriyle değil, doğrudan Kur'an'ın muhkem delilleri ve Rasulullah(s)'ın örnek uygulamaları temel alınarak çözümlenmedikçe yaşadığımız sürecin sahih bir değerlendirmesine de ulaşamayacaktır.

Ak Partinin Tanımı Kendine mi Ait Dışındakilere mi?

İslami potansiyelin yaşadığı moral bozukluğu ve dağınıklık devam ederken, önemli bir bölümü bu potansiyelin içinden çıkmış olan Ak Parti yöneticilerinin oluşturduğu yeni siyasi söylemin, 3 Kasım seçimleriyle Meclis'te açık ara bir hakimiyet kazanması ulusal, laik ve demokrat kesimde olduğu kadar İslamcı kesimde de farklı değerlendirme ve tanımlamalara neden olmaktadır. Ak Parti, özellikle batılı devletler nezdinde de Türkiye'yi AB'nin hukuki, siyasi ve ekonomik standartlarına yükseltebilecek, Müslümanları demokratlaştırabilecek ve İslam dünyası için ılımlı İslam modeli oluşturabilecek bir imkan olarak görülmeye başlandı.

Gerek içerden gerekse dışarıdan Ak Parti'yi tanımlamaya çalışanların, parti önderlerinin kendilerini nasıl tanımladıklarını dikkate almaksızın, ısrarla kendi kurgularını bu kişilere yakıştırmaları oldukça dikkat çekicidir. Bu çevreler ya takiyye yapıldığı ihtimaliyle kendi algılamak istedikleri tanımı dayatarak boyun eğdirilmiş bir kimlik üretmeye çalışıyorlar ya da Ak Parti'nin kazanımlarını kendi hayal dünyaları ile bütünleştirerek mutlu olmaya çalışıyorlar.

İslamcılığın eklektisizmini bir türlü aşamayanlar ise, bazı zaafların Ak Parti'nin kazanımı ile büyük ölçüde aşılacağı hayali içinde yeni kurgular üretiyorlar. Bu arada Ak Parti'nin hangi sosyal tabana yaslandığı ve hangi katmanlardan daha fazla oy aldığı da başka bir tartışma konusunu oluşturuyor.

Ak Parti'nin İslami tabanı hakkında en dikkat çekici söylem ise Ali Bulaç ve İhsan Eliaçık'ın Zaman Gazatesi'ndeki yazılarındaki "Yeni İslamcılık" terkibiyle öne çıktı.

Bulaç, Ak Parti'nin kent yoksul, tarım kesimi ve Anadolu girişimcilerinin oluşturduğu muhafazakar toplumsal tabana dayandığını; ve bu üç katmanın Ak Parti kimliğinde "demokratik İslam" çerçevesinde bir mutabakata vararak İslamcılığın yeni versiyonunu oluşturduğunu belirtiyordu {Zaman, 23 Kasım 2002). Bulaç'ın 1856'dan bu yana süren İslamcılığın bu sefer yeni bir versiyonu ile karşılaştığımızı belirtmesi, kendi gözlemlerine göre sosyolojik bir tespit. Ancak bu "Yeni İslamcılık" versiyonunu ne kadar olumlayıp olumlayamadığını sanırız Günümüzdeki dönemde yapacağı değerlendirmelerden takip edeceğiz.

Eliaçık'ın "Yeni İslamcılık" değerlendirmesi ise baskın bir eklektisizm ve pragmatizme dayanıyor. Eliaçık'a göre radikal eğilimden uzaklaşmış, daha ılımlı, demokratik ve reelleşmiş, yeni bir İslamcılığa Türkiye'nin, Milli Görüş geleneğinin, diğer İslami çevrelerin, dahası İslam dünyasının ve hatta Batı'nın şiddetle ihtiyacı var. Ve Ak Parti "İslamcı olmadığını" ısrarla vurgulasa bile halk onlara bu yeni dini-sosyal misyonu yüklemektedir. Eliaçık'a göre, o halde Ak Parti kadroları ikna edilmeli ve yaşadıkları evrilmenin kendilerine nasıl bir misyon yüklediği izah edilmelidir. Zira "Bu misyon bir 'din devleti kurma' veya 'laiklikle hesaplaşma' misyonu değil. Bu misyon her şeye rağmen Türk halkının gönlünde ayrı bir saygınlığı ve yeri bulunan İslam'ın, Türkiye'de bir tartışma ve çekişme konusu olmaktan çıkarılması, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne giriş sürecinde, medeniyet kimliği olan Müslümanlığın garantörlüğünü yapması, İslam'ın Türkiye için ılımlı, hoşgörülü, demokratik ve özgürlükçü bir yorumunun yapılabilmesi misyonudur." (Zaman, 16 Kasım 2002)

Eliaçık, bu "light" İslam anlayışı ile herhalde yaşadığı başarısız ve zaaflı mücadele yükünü azaltmayı amaçlıyor. Ancak yaşadığı geçmişin faturasını hiç üzerine almadan ve yanlışlarıyla İlgili açıkça bir muhasebe tefekkürüne girmeden yine topluma, İslam dünyasına, hatta Batı'ya nizamat vermeye çalışan kurgular peşine düşmesi oldukça yadırgatıcı. Oysa yukarıda da belirttik ki ihya ve ıslah çabalarını (veya tevhidi mücadele çizgisinin evrensel değerlerini) gelenekçi ve modernist eğilim ve tutumların aykırılıklarından ayrıştıramayan bir "İslamcı"nın, geçmişi de geleceği de doğru okuması mümkün olmayacaktır. Kur'an'a, muharref gelenek kadar, tarihselci yöntemlerle ve modernizmin istemleriyle yaklaşan kişilerle, en başta Kur'an metninin, muhkem ve delaleti açık vahyi nassların bağlayıcılığı konusunda temel bir sorunumuz olduğunu vurgulamalıyız. Geçmişle ilgili değerlendirmelere ve gelecek tasavvurlarına bu vurgu doğrultusunda bakılacak olursa, neyin "yeni" neyin "tahrifat" olduğu çıplak olarak ortaya çıkacaktır. Ve bizler kurgulanmış bir "Türkiye'min ve "Türk" halkının gereksinimlerine göre değil, Rabbimizin emirlerine ve Muhammed ümmetini yeniden yapılandırma ibadetinin gereksinimlerine göre sahih bir İslami kimliğe ittiba yükümlüğü içinde olduğumuzu hiç bir dem aklımızdan çıkartmamalıyız.

"Müslüman Demokrat" Olmak Mümkün mü?

Ak Parti'nin kimliğini dışarıdan tanımlayanlardan ABD Başkanı Bush'un tercihine göre de Ak Parti, "Müslüman demokrat" bir harekettir. Nuray Mert ise önce Ak Parti'yi katışıksız bir sağ parti olarak tanımlasa da (Radikal, 24 Eylül) sonradan merkez sağ bir parti olarak tanımlamanın zorluğu üzerinde durup devreye 'kavram' üretme yarışının girdiğine dikkatleri çekiyor (Radikal, 19 Kasım). Müslümanların demokrat olup olamayacağını tartışan Etyen Mahçupyan ise, evrenin ilahi sistemine uygun olarak yaşamak isteyenlerin 'ataerkil', yaşadığımız zaman ve mekanı çoğulcu ve eşdüzeyli bir toplumsal düzenle kuşatmak isteyenlerin de demokrat olduğunu vurguladıktan sonra; uç noktalara gidildiğinde hiç bir dindarın demokrat olamayacağına işaret ediyor. O halde bir Müslüman, ya demokratlığın kuşattığı bazı ilkeleri pragmatik bir 'zenginlik' olarak yaşamalı; ya da kendi zihniyeti ile demokratlığı birleştirecek bir senteze ulaşmalıydı. İkinci çözüm için de ilahi olan ile dünyevi olan arasındaki ayrım kaldırılmalıydı (Zaman, 28 Kasım 2002). Sanki demokrasi, Sanayi Toplumu'nun konjonktürel bir kazanımı değil de "toplumsal tanrı"nın belirlediği bir kanun. Demokrasiyi bu denli doktrinleştiren veya dinleştiren bir yaklaşımın Müslümanlığın ancak "iletilmiş" vahiy ile değil "üretilmiş" kültürel değerlerle yapılacak bir tanımını önemseyeceği açıktır. Tabii ki bu tür bir 'Müslümanlık' yenilik adına ilahi olanla nefsi olanı, ilahi olanla beşeri olanı, ilahi olanla seküler olanı aynılaştırmaya çalışan bir eklektisizmin, diğer değişle şirk kültürünün çukuruna yuvarlanan post-modern yeni kimlikli bir ucube olmaktan kurtulamayacaktır.

Mahçupyan gibi demokrasi tanımını doktrinel kimlik haline getirenlerin savunusu karşısında, bir Müslümanın bu kavramı sadece bir yönetim biçimi olarak ele alması yeterli ve gerçekçi değildir. İslam'ın demokrasiden daha İnsani ve adil bir yönetim tarzı önerdiği ikna edici ve üst bir dille ortaya konsa dahi, konunun vahyi esas alıp almamakla ilgili çok temel bîr boyutunun olduğunun üstü asla örtülemeyecektir. Hem vahye inanıp hem demokrat olmanın saçmalığını Mahçupyan gibileri her zaman ortaya koyacaktır. O zaman ya "Müslüman demokrat" olmaktan vazgeçilecek; ya da "Müslümanlık" algısı vahiy üzerinde spekülasyonlar oluşturan kültürel ve folklorik bir kabule indirgenecektir.

Ak Partiden Beklenen İnsani mi İslami mi?

Çelişki, bizi kuşatan sistemin demokratik uygulamasının, totaliter uygulamasından daha insani ve hukuki olduğu boyutta ortaya çıkmaktadır. Bizi kuşatan sistemin görece imkanlarının sunduğu rahatlık karşısında; sistemin köleci ve fıtrata aykırı yapısı, imparatorluğa dönüşen küresel kapitalizmin vahşi yüzü ve bu sistemin eseri olduğu çoğu kez unutulmaktadır. Acil olanın karşısında yaşanan bu tutukluk, vahyi değerlerimizin aşkınlığından uzak olanların da habercisi oluyor.

Bir de Ak Parti'nin sosyolojik tabanının ne kadar "Müslüman" olduğunu veya "Milli Görüş" anlayışına dayandığını, Ak Parti yöneticilerinin siyasi yelpazede bu görüşü yansıtmaları gerektiğini vurgulayan gayretlere tanık oluyoruz. Sanki Ak Parti İslami beklentileri iktidara taşımak için yola çıkmış da, iktidara geldikten sonra bu görevini unutmasın diye ha bire kendisine hatırlatmada bulunuluyor. Bağlı olduğu medeniyet tasavvurunu yitirmemesi isteniyor. Bu toprakların taşıdığı bin yıllık ruhtan bahis açan Sami Hocaoğlu da 22 Kasım tarihli yazısında Ak Parti'nin ismini verdiği bazı yöneticilerini adeta bu ruhun taşıyıcıları olarak Mevlana'nın alicenaplığını anlatan bir tarzla kucaklıyor ve onları artık sorunun değil çözümün bir parçası olarak görüyor (Yeni Şafak). Akif Emre'nin de katıldığı bu sosyolojik taban yaklaşımları (Yeni Şafak, 21 Kasım 2002) ile neyin ve hangi ölçüyle çözüleceği; hangi rengin siyasete yansıtılması gerektiği gerçekten merak uyandırıcı.

Bir türlü açık tanımı yapılamayan bu sosyolojik tabanın veya bin yıllık Anadolu toprağıyla bütünleşen ruhun, nasıl bir İslami kimlik taşıdığının ve İslami beklentilerinin ölçüsünün ne olduğunun ortaya konulmaması, acaba üretilen bir gizemliliğe ilgi mi uyandırılmak isteniyor sorusunu da akla getirmiyor değil. "Niçin Hz. Ömer döneminde Malatya'dan Karadeniz sahillerine kadar fethedilen toprakların bize ait tarihi 1400 yıl önce başlamaz da 1000 yıl önce başlar veya söz konusu bu topraklara kim Anadolu veya Türkiye adını koymuştur?" sorularının irdelenmesini bir tarafa bırakarak daha reel olan, yani bugün üzerine konuşulan şu sosyolojik tabandan bahsetsek. Bu tabanın İslami hayattan ne anladığı, İslami mücadeleye nasıl baktığı; tevhidi uyanış çizgisini takip edenlerin Mevdudi, Seyyid Kutup gibi "kökü dışarıda" alimlerin etkisiyle bu sosyolojik tabandan uzaklaşıp mezhepçiliği, "milliliği" ve felsefik tasavvufu terk etmeye kalkışarak yanlışlık mı yaptıkları soruları önemli.

Ama bu tabanın İslam'la ilgili taşıdıkları kısmi doğrularla yaşattıkları duyarlılık yanında ne oldukları ve nasıl bir kimliğe sahip oldukları konusunda Cevdet Akçalı'nın 3 Kasım seçimleri öncesinde Yeni Şafak'ta kaleme aldığı köşe yazısındaki tespitler gerçekten kayda değer. Akçalı 2 Eylül tarihli yazısında şu tespitte bulunuyor; "Türk muhafazakar seçmenlerin büyük bir kısmı, 'Cuma cemaati' diye isimlendirdiğimiz kitlelerdir. Bunların mümeyyiz vasfı, İslamiyet'in bütün gereklerine uymak İsteyen ve fakat çeşitli sebeplerle beş vakit namazını kılamayan ve fakat Cuma namazlarını kaçırmayan... İslam'ın gereklerini yerine getiremediği için üzüntü duyan ve Allah bizi affetsin diye dua eden büyük kitledir."

Akçalı'ya göre toplumsal yapının ana gövdesini Cuma cemaati oluşturmaktadır ve hep bu çoğunluğun oylarını alan parti iktidarı kazanmıştır. Cuma cemaati sağ ve muhafazakar oyların belkemiğini teşkil etmektedir, Bizce Ak Parti'nin başarısı da bu gerçekliği görüp kendi reel politikasını üreterek oluşmuştur. Bu politikanın İslami olanın gelişmesine değil, ama tabii ki kendine benzeyenlerin rahatlamasına hizmet eden bir katkısı olacaktır. "Hak" kavramını vahyi mecrasından kaydırarak "Halka Hizmet, Hakka Hizmettir" sloganı ile tomurcuklanan Ak Parti söyleminin, vahyi taleplerin bağlısı ve taşıyıcı olmasını beklemek abartılmış bir hayalcilik olur.

Peki Ak Parti Türkiye'deki sistemin egemenlerine karşı çatışmacı olmayan reel politikasını içselleştirmekte midir? Tabii ki bu soruyu soranların kaygısı, İslam'ı küresel sistemin değerleriyle uzlaştırmaya çalışan "ılımlı İslamcılar"dan çok daha kayda değer ve anlamlıdır. Ancak bu sorudan önce reel politiğin üstünde algılanan İslam telakkisinin ne olduğu açıklığa kavuşturulmalıdır. "Cuma cemati"nin taşıdığı İslami duyarlılığı hangi öncülüğün ıslah edeceği, cahili öğelerden ayrıştırarak nasıl vahye tanıklık eden bir hat oluşturulacağı ortaya konulmalıdır, İnsanların gelecek tasavvurları dağılmış ümmet yapısının mağlup olmuş medeniyetine değil, düşünsel ve toplumsal bir dirilişi gerçekleştirecek Kur'an merkezli bir oluşumun İbadi sorumluluğuna yöneltilerek göğertilmelidir. Çağı ve geleceği kucaklayacak İslam medeniyeti ve İslami yaşam örnekliği ancak Kur'an bilincini kuşanmış Kitabi bir toplumun yeniden inşası hamlesi içinden palazlanabileceği unutulmamalıdır. Kendi gemisini yapamayanların başkaların gemisine tayfa gitmesi, en fazla da kiralık kaptan makamına yükselmeleri övünülecek bir asıl olmamalıdır.

Ak Parti yöneticileri, İslam adına, neyin asıl, neyin halk kültürüne ve ulusal statülere ait olduğunu ve ne yapabileceklerini bizce doğru olarak ortaya koyuyorlar. Bu bir ilkelilik değil ama bir gerçekçilik. Ak Parti yöneticileri kadar gerçekçi olamayanlar, Ak Parti'nin sistem içinde tanımlanmış ve sınırları belirlenmiş başarısını İslami projeleri için kullanılabilecek bir av olarak görüp istismar etmemelidirler. Çünkü bu başarı İslam'a ait değil; ama belki muhafazakarlığa ve toplumun insani arayışlarına ait. Ak Parti yöneticileri "İslamcı" bir parti olmadıklarını, "Müslüman demokrat" değil "Muhafazakar demokrat" olduklarını; zira İslam'ın ve Müslümanlığın ulusal politikalara bulaştırılmaması gerektiğini ifade ediyorlar. Bu tespitler kendileri adına bir yabancılaşmayı ve kopuşu ifade ediyor; ama Müslümanlar adına da bir gerçekliği. Ak Parti ve Ak Parti kadroları artık İslamcılık yapmayı terk etmişlerdir. Önceledikleri hedef, yaşadıkları toplumun ekonomik, hukuki ve insani imkanlara kavuşturulabilmesidir. Başarı ve başarısızlıkları İslamilikleri açısından değil, insani olana yönelmiş erdemlilikleri açısından değerlendirilmelidir. Bir parti olarak zulme ve cuntacılara karşı nasıl davrandıkları, şikayet ettikleri yargının keyfiliğine ve resmi ideolojinin dayatmacılığına karşı ne gibi başarılar elde ettikleri sürekli sorgulanmalı ve her daim de emeklerini İslam'ın üstün değerleri ve hedefleri uğrunda niçin harcamadıkları kendilerine hatırlatılmalıdır.

Tabii ki Müslümanlar açısından insani ve hukuki değerlerin öncelendiği bir ortamda yaşamak hem istenen hem de elde edebilmek için mücadele verilmesi gereken bir kazanımdır. Ancak muhtemel imkanlar veya kazanımlar karşısında sorulacak soru şudur: Müslümanlar sistemin içinden bahşedilenlerle atıllaştıkları bir rehavet ve uzlaşmayı mı seçecekler; yoksa böylesi bir ortamda kulluk görevimiz için daha fazla emek ve ter dökerek tevhid ve adaletin yaşayan şahitleri konumuna gelmeye mi çalışacaklar? Gelecek tasavvurumuzun içinde saklı olduğu soru budur. Batılı paradigma ve küresel egemenler "Öteki" kavramını terk ederek bizi kendilerince "ehlileştirmek" istiyorlar. Ama biz yine de soralım: Onların gemisinde olmakla mı yetineceğiz; hangi şartlarda olursa olsun kendi gemimizi yapmaya devam mı edeceğiz? Ve zihnimizden hiç bir daim çıkartmamamız gereken gerçeklik şu olmalıdır: Ancak reel şartlar içinde açık ilkelerimiz, açık kimliğimiz ve açık tebliğimizle var olursak inşa ettiğimiz gemi bizim olacaktır. Evrensel örnekliğimiz Rasululah'ın ve ilk Kur'an Nesli'nin Mekke döneminde oluşturdukları mücadele sünnetinden ışık vermektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR