1. YAZARLAR

  2. Mukadder Değirmenci

  3. Öğretmenim, Bu Karanfiller Size...

Mukadder Değirmenci

Yazarın Tüm Yazıları >

Öğretmenim, Bu Karanfiller Size...

Temmuz 2001A+A-

- Üşüyorum anne, üşüyorum!..

Gecenin bir yarısı bu iniltiye benzer sesle uyandı. Çocukluğunu en delişmen haliyle yaşayan oğlunun ateşe, bir ateş yalımına teslim olmuş çaresiz çırpınışlarını görünce, "Canım yavrum, şimdi geçecek." diyerek mutfağa koştu. Dolapta alelacele bulduğu ateş düşürücüden bir kaşık içirdi. Ardından ıslattığı tülbentini çocuğun çelimsiz bedeninde gezdirip alnına koydu. Oğlu, ateşi düştüğü için yavaş yavaş sakinleşerek uyumaya başlamıştı. Onun alnına koyduğu tülbente takıldı bir anda gözleri. Yarı uykulu olmanın getirdiği mahmurlukla büyütülmüş bir karanfile benzeyen kırmızı oyalı, beyaz tülbent onu yıllar öncesine götürmüştü. Henüz, 28 Şubat denilen sürecin ilk aylarıydı. Öğretmenlik yaptığı İmam-Hatip Lisesi'nde de, hayatın her birimine yayılan ve gün geçtikçe dozu artırılan baskılar yoğun bir biçimde devam ediyordu. Soruşturmalar, okul idaresinin bol mazeretli dayatmaları, müfettiş denetimleri, tutanaklar, savunmalar, çok yüzlü nasihatler, sözüm ona sahabe hayatından -çoğu mesnetsiz- örnekler, öğrencilerin meraklı bakışları, direnişler, çözülüşler... Böyle bir sürü sıkıntı ve panik içerisinde o her şeye karşın kararlı ve inançlı bir şekilde tavrını belirlemiş, kimliğinden taviz vermeme yönünde bir tercih yapmıştı. Türkçe ve Edebiyat derslerinde bir taraftan ölçü ve uyakları, tamlamaları ve diğer gramer kurallarını, Şeyh Galib'e, Reşat Nuri'ye ait metinlerdeki edebî incelikleri öğrencilerine aktarmaya çalışıyor; bir taraftan da onlarla daha farklı bir diyalog kurmaya çabalıyordu. Kız öğrencilerin bulunduğu binada görev yapmaktaydı. Öğrencileri de benzer baskılara maruz kaldıkları için derslerde sürekli sözü bu problemlere getirerek âdeta yardım istiyorlardı. Zaten hiçbir şeyin tadı tuzu kalmamış, eğitim-öğretim oldukça aksamıştı. Aşırı derecede huzursuzluk hakimdi okula.

Son zamanlarda, ortalıkta resmî ve sivil görevlilerin hatta polislerin dolaşması huzursuzluğu had safhaya ulaştırmıştı. Millî Güvenlik dersine giren subaylar, idareyi tehdit ederek derslere girmez olmuşlardı. Öğretmenler köşe kapmaca oynarcasına bir suçlu hatta bir vebalı gibi oradan oraya kaçışıyorlardı. Kimi bayan hocalar rapor ya da izin almaya çalışırken, kimilerinin aldığı "kellik raporları"nın iptal edildiği söyleniyordu. Ne var ki bu oyun çok sürmedi. Bir müddet sonra başörtülü öğretmenlerin ikisi hariç teslim olmuşlardı. Okulda yardımcı hizmetli kadrosunda çalışan, örtülü bir kadın tepki göstermişti ilkin onlara:

- Bu yaştan sonra ölürüm de başımı açmam. Çocuklarımı okutmak için gerekirse dilencilik yaparım!..

Başlarını açanların kimisi gerçekten şaşkın, düşünceli ve üzgündüler. Fakat kimileri yavaş yavaş zihinlerini ve gönüllerini de yenilgiye, sinikliğe açmaya başlamışlardı. Buna kılıf uydurmakta da gecikmediler: Hizmet için buna mecburdular. Hep böyle gidecek değildi ya! Ev ya da araba taksidini ödemekte zorlanıyorlardı. Sonra buralara Allahsızlar mı gelsindi. Asıl kaçış başka türlü davranmak, diretmekti. Önemli olan iç temizlikti, niyetti. Hem o kadar fetva vardı ortada...

Diğer iki arkadaşı da biraz daha direneceklerini, en sonunda peruk takacaklarını söylüyorlardı. Fakat o, her fırsatta öğrencilerine teslim olmamalarını, okudukları Kur'an'ı hayata aktarmalarını, vahyin aydınlığının bütün karanlıkları yok edeceğini, kimliklerine, inançlarına sahip çıkmalarını ve birbirlerine destek olmalarını, Allah'ın boyasıyla boyanmalarını söylüyor ve örnek teşkil etmek için ayakta durmaya gayret ediyordu. Ortam gergin olduğu için kimseyi incitmemeye, küstürmemeye çalışıyordu bir yandan da. Öğrencileri onu, bütün suçlamalara rağmen, korku ve hüzün dolu bakışlarla da olsa farklı görüyorlar ve destekliyorlardı. Bu destekleri belki biraz çocukça, biraz bilinçsizce idi fakat kesinlikle içtendi, dolaysızdı. Öğrencilerin bu ilgi ve yakınlığı bazı bayan arkadaşlarını kızdırıyordu. Fakat o bunun kıskançlıktan kaynaklandığını hissediyordu. Belki de kendi tutumunun onlara zarar verdiğini düşündüklerini anlıyordu. Zira bir gün Müdür Bey, ağzındaki baklayı çıkarmıştı:

- Diğer öğretmenleri yönlendirmeyin. Tavrınız yanlış. Sizin yüzünüzden okulu kuşatacaklar. Diğer arkadaşlarınıza ve öğrencilere zarar veriyorsunuz. Zaten sonunda siz de pes edeceksiniz. Ben ilahiyatçıyım, bu dini sizden iyi bilirim...

Fakat o, bu tür ikna ve tehdit karışımı sözler karşısında daha da yüreklenmişti.

Müdürün odasından çıktığında arkadaşlarının kendisini şikâyet ettiklerim düşündü, bir süre sonra bu düşüncesinde yanılmadığı ortaya çıktı.

Kendisine karşı takınılan bu olumsuz tavırlara karşı öğrencilerin ve hatta kimi velilerin tertemiz bir yürekle verdikleri destek ona yetiyor, umutlarını güçlendiriyordu. Bu ilgi ve destek bazı öğretmenlerin hiç hoşuna gitmiyor ve onlar bunu her fırsatta hissettiriyor yahut dillendiriyorlardı. Sınıflara girdiklerinde mecbur olduklarını, eğitimin devam etmesi amacıyla başlarını açtıklarını söylüyorlar ve çok üzgün olduklarından telkin ve desteğe ihtiyaç duyduklarını belirtiyorlardı. Bir gün bu öğretmenlerden biri, lise sınıflarından birinde; "Arkadaşlar, biz 657'ye tâbiyiz. Sizlere hizmet için buna mecburuz. Bu vatan bizim ve Allah niyetimizi biliyor. Günahlarımız onların boynuna..." şeklinde bir konuşma yaptığında aldığı cevap onu çileden çıkarmış ve hüngür hüngür ağlayarak sınıftan çıkmasına neden olmuştu. Zira bu konuşma üzerine öğrencilerden biri kendinden emin bir şekilde ayağa kalkarak şunları söylemişti:

- Hocam! 657'ye tâbisiziniz de 6000 küsur âyete tâbi değil misiniz? Müslümanım diyorsanız ve destek bekliyorsanız öncelikle Allah'ın emirlerine samimiyetle bağlanmalısınız. Hem kendinizi neden kandırıyorsunuz? Kur'an ayetleri "Hiç kimse kimsenin yaptığından sorumlu değildir, kimse kimsenin günahını çekmez, herkes kendi yaptığından sorumludur." diyor. Bütün bunlara göre tercihiniz yanlış değil mi? Durumunuzu tekrar gözden geçirin. Bence siz gerçek hesap sorucudan, azabı en büyük olandan korkmalısınız. Sizin tavrınız sadece dünyevî kaygı ve korkulardan ibaret, kendinizi ve bizi kandırmaya çalışmayın!..

Bunları söyleyerek yerine oturduğunda öğretmen hemen sınıfı terk etmiş, diğer öğrencilerin bakışları da bu öğrenciye çakılı kalmıştı.

Hadise, iki teneffüs sonrasında bütün okulda duyulmuştu. O da öğretmen odasında bayanların oturduğu köşede bir koltukta -gözleri ders kitabında, aklı bu olayda- iç konuşmaları ile olup biteni yorumluyordu. Kendinden öylesine geçmişti ki etrafında konuşulanları duymuyor, olup biteni hissetmiyordu. Birden gözlerinin odaklandığı ders kitabının üzerine konan kâğıtla irkildi. Kareli harita metod defterinin ortasından koparılmış bir kâğıttı bu. Onu koyan elin sahibine baktı ve hafif bir tebessümle tekrar gözleri kâğıda kaydı. Öğrenci bu arada kağıdın üzerine bir de kırmızı bir karanfil bırakıp kapıya yöneldi. Karanfili koklamak için eline aldığında gözleri tekrar kâğıda ilişti. Zira o bunu öğrencilerin her zaman yaptıkları gibi bir çiçek sunma hadisesi gibi düşünmüştü. Fakat yazıyı okuduğunda şaşırdı. Kâğıtta büyük harflerle özensiz bir şekilde "KARANFİLLER ÜŞÜMESİN" yazıyordu. Henüz ne olduğunu anlamaya çalışırken bir el bir kırmızı karanfil daha bırakıp gitti. Bir el, bir el, bir el daha derken yaklaşık otuz, kırk öğrenci bir resmi geçidi andırırcasına sırayla aynı jesti yapıp daire çizerek kapıdan çıkıyor ve orada birikiyorlardı. Her karanfil bırakana "Ne oluyor?" diye sorduğunda hiçbir cevap alamıyordu. Diğer öğretmenler yorumlarda bulunuyorlardı. Bir öğretmen arkadaşı, "Masaya bırakıldığına göre hepimizedir." gibi bir cümle sarf etmişti. Aynı zamanda geçidin son üyesi de olan öğrenci; "Hayır! Bunlar sadece, mücadele ettiği için desteği hak eden öğretmenimize, -gözlerini ona çevirerek- yani size!" dedikten sonra koşar adımlarla kapıdan çıkıp kalabalığa karıştı ve ardından dışarıda bir alkış koptu. Bakışlar ona yönelmişti bile. Herkes bu jestle hayretler içinde kalmıştı. Belki de onlardan bunu hiç beklemiyorlardı. O ise, onları çok iyi anlıyordu. Hepsini, -onlar görmedi ama- yüreklerinden öptü.

Böyle bir durum karşısında başkası olsa ağlardı belki, fakat o ağlamadı, ağlayamıyordu. Belki de o sevinç gözyaşlarını sadece yüreği görebiliyordu. "Hizmet ise işte hizmet bu!" diye geçirdi içinden. Onları sakinleştirmek yine ona düşüyordu. Biraz mahcup belki de mağrur bir şekilde yerinden kalktı ve onlara teşekkür etti. Kimine sarıldı, kimiyle tokalaştı, kimine gözleriyle teşekkür etti ve onlardan sınıflarına gitmelerini rica etti. Arkalarından bakarken her birini hayranlıkla izledi. Bakıp kokladıkça insanın yaşama arzusunu artıran karanfiller gibi sımsıcak yüreğindeki can suyuna her birini tek tek özenle yerleştirdi. Onları hiçbir zaman unutmayacak ve üşütmeyecekti. Kendi kendine söz verdi.

Kendine geldiğinde yatağın başında kaskatı kesilmişti. Oğlu çoktan uykuyu yarılamıştı bile. Yerinden kalkıp yatağına giderken kendi kendine mırıldandı:

- Evet, sizi hiçbir zaman üşütmeyeceğim. Hayat da direniş de devam ediyor. Siz de ne olur kendinizi bırakmayın. Üşümüş olsanız bile tekrar ısınma şansınız var. Şaşırmış olsanız, yalnız kalmış olsanız da Kitab'ın kolları size hep açık. Fakat yeter ki büsbütün solmayın.

Evet, ne olur solmayın!..

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR