1. YAZARLAR

  2. Mustafa Bulur

  3. Ramazan Kabusları

Ramazan Kabusları

Ocak 2001A+A-

Yine arzı endam ettiler her ramazan olduğu gibi. Yine iftarlarımızın, sohbetlerimizin, sahurlarımızın kabuslarına dönüştüler, bunca ekonomik, toplumsal ve siyasi sıkıntı yetmezmiş gibi.

Üstüne üstlük yine bize ait olmayan konuları tartıştılar fütursuzca. "İslam'da dayak var mıdır?", "Başörtüsü, insandan daha değerli olan kıymetli ziynetleri, çalınmasın diye örten bir çaput mudur?" vs.

Islah etmek ve münkerden nehyetmek haricinde ne varsa yine gündem yaptılar çok matahmış gibi. Çoğu zaman hızlarını alamayıp, yine verip veriştirdiler siyasete mahsuben.

Siyaseti sevmiyorlardı dediklerine göre ama buz gibi de siyaset tellallığına soyunuyorlardı her seferinde.

"Ed-din"den ziyade, hep kendi "din'lerini bulduk onların tartışmalarında.

Dinledik, izledik, çünkü eski ramazanlardan kalma pişekar ve Hacivat Karagöz nostaljimizi başka türlü tatmin etme imkanımız olmadı.

Bazen düşünüyoruz doğrusu, "Ramazan olmasa bunlar ceplerini nasıl dolduracaklar diye?" Öyle ya tıpkı pek sevdikleri kartel medyası gibi, onların da ekmek kapısı ramazan.

Yıllardır dillerinde tüy bitti aynı maksatlı şeyleri tekrarlamaktan ama biz bir türlü akıllanmadık(!)

Karşılarına dikilen ve her dikilişlerinde mat olmayı karakter bellemiş olanlardan da bıktık artık. Onlar sayesinde haklı görünüp; "sizler dinden anlamazsınız, adam belledikleriniz de; o zaman geçin şimdi televizyonlarınızın karşısına da bizi dinleyin ve dinî öğrenin" şeklindeki şımarık zengin çocuğu edalarından da bıktık.

Bizi hayrete düşüren şey, ondört asırdır Allah(cc)'ın tartışmasız emri olan konuları nasıl olup da bu kadar ihlas(!) ve samimiyetle(!) birilerinin dümen suyuna göre ayıklayıp yorumladıkları. Allah yolunda bile bu kadar becerikli insan bulmakta zorlanırken güzel Türkiyem, nasıl olup da bağrından bunları çıkarmayı başarabilmişti. Hayır eğer benim sevgili Türkiyem bizlere "laik İslam" anlayışını benimsetip öğretmeye kalkışıyorsa eğer, bilsin ki sempatimizi günbegün kaybetmekte; hatta antipatimizi kazanmakta. Türkiyem bilmiyor mu ki, biz çok diyarlar gezdik, nice ümmetlerin içerisinde pek çok şarlatan gördük. O zaman neden geçim yolunu tabak çanak yanında, Kur'an satarak sağlamaya çalışanlara çanak tutup, bu ortaoyununu temcid pilavı gibi önümüze sürüyor. Her nerede yaşatılırsa yaşatılsın böyle beyhude bir çabaya girişmemeliydi oysa.

Ali Şeriati bunları görseydi, herhalde "Dine Karşı Din" kitabını eksik bıraktığını anlardı.

Kendisinin ıslah etmeye çalıştığı insanlara bu derece şevkle saldıran bir güruhun da sosyolojik katmanları işgal ettiğine şahit olsaydı her halde şu satırları düşerdi tarihe:

"Bir peygamber düşünün ki, Ebu Cehillerin düzenini şu ya da bu şekilde eleştiren güruha, Ebu Cehil'in lehine olmak üzere saldırıyor; ve Ebu Cehil'e dönüp, 'Ya Ebu Cehil, ramazan da bitti, yeni yıla nerede gireceğiz?' diye soruyor.

Ebu Cehil, 'laikliğe zarar gelmesin de nerede girersen gir." dediğinde de soluğu Antalya'da Ebru Gündeş konserinde alıyor.

Bir peygamber düşünün ki, Mekke panayırında avazı çıktığı kadar bağırıyor;

"Dine bakın dine! Gel vatandaş geel! Bize bir din getirene biz iki din veriyoruz, yanında üç din de bedava!

Kur'an-Laiklik-Ebru Gündeş. Gel keyfim gel. Yanında bir de Hallac-ı Mansur verelim. Yok istemem dersen gel abla gel, bak şu namaza; siyasetten temizlenmiş tesettürsüz, hem de erkeklerle aynı safta kılabilirsin abla geel!"

"Gel vatandaş gel! İslam'ın bin yıllık Türkmen yorumuna gel! Cennette Türkçe'den başka dil konuşmayan ırkçı Adem'e geel!" Ve bir peygamber düşünün ki, o bunları söylerken karşıdan yanına yaklaşan Ebu Süfyan bir kese altını fırlatıyor, al bu senin hakkın dercesine.

Bir peygamber düşünün ki 'Bir elime dolarlar, bir elime de Kur'an'ı verseniz, beni siyasete bulaştıramazsınız' diyor.

Bir peygamber düşünün ki, iffeti onur, zulmü zillet belleyenleri bağnazlıkla suçlayıp, "Allah güzel olanı sever; güzelliklerse gizlenmez; siz siz olun ziynetlerinizi çaldırmamaya bakın" derken; ortalığı kasıp kavuran hırsızlık bürokrasisine bir çift laf etmeyi aklının ucundan geçirmez."

Bir peygamber düşünün ki, "Bir tatlı huzur almaya geldik kalamıştan" şarkısını her dinlediğinde huzuru kaçıranlar gelir aklına. Hani şu ne menem bir şey olduğu daha anlaşılmamış olan birlik ve bütünlüğü bozup; güllük gülistanlık bir ülkede felaket tellallığı yapanlar gelir.

Bir peygamber düşünün ki, kendi topraklarında varolan zulüm, sömürü, adaletsizlik, hak hukuk ihlalleri hakkında tek kelime sarfetmekten korkuyor. Allah'tan çok, bunları dillendirmekten korkuyor.

Bir peygamber düşünün ki, ne Ebu Cehil, ne Ebu Süfyan, ne de Ebu Leheb kendisinden rahatsız. Tam aksine sevgili Türkiyem neyi emrediyorsa, o da onu dillendiriyor. Allah(cc)ın kitabı mı? Onu da söylemlerine payanda olarak kullanıyor.

Bir peygamber düşünün ki, "aramızda olan ortak kelimeye gelin" diyen kitabın merhametli yüzünden habersiz, vurun abalıya misali hareket ediyor.

Bir peygamber düşünün ki, müslüman bir gazetecinin kendisine sorduğu "Samiri kimdir?" sorusuna, "bu konuda herhangi bir bilgim yok" diyebiliyor, korka korka.

Biraz şan, biraz koltuk, biraz medya, biraz da kekik tüm ağrıların ilacıdır.

Bir peygamber düşünün ki, Müseylemet'ül Kezzab bile yanında zemzeme bin defa batırılıp çıkarılmış gibi ak.

Böyle bir yaratığı uyku halinin verdiği şuursuzluk hariç, sümme haşa peygamber diye nitelemekten Allah(cc)'a sığınırız.

Aman yarabbi, biz neden her Ramazan bu kabusları görüyoruz. Yoksa sakatlık bizde mi? Uyanmak istiyoruz ama nafile; karabasan gibi çörekleniyorlar göğsümüze. Ne üç kulhüvallah, ne elham, hiçbiri fayda etmiyor. Demek ki bizdeki ihlas yetmiyor yüreklere. Biz kabuslardan kurtulmayı haketmiyoruz demek ki.

"Dinime söven bari müselman olsa!" demeyi pek seviyoruz ama o dini hakkınca öğrenip yaşamayı hep erteliyoruz. Kabuslardan kurtulmanın tek çaresi, bir uyanıp bir daha da uyumamaktır. Bu mümkün mü? dercesine bakmayın öyle. Bir türlü uyanmamak nasıl mümkünse, bu da mümkün.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR