1. YAZARLAR

  2. James P. Piscatori

  3. Suudi Arabistan'da İdeolojik Siyaset

James P. Piscatori

Yazarın Tüm Yazıları >

Suudi Arabistan'da İdeolojik Siyaset

Ocak 1991A+A-

James P. Piscatori, The Royal Institute International Affairs, Londra'da görevlidir.

 

Suudi Arabistan, Müslümanların büyük bir çoğunluğu için olmasa da, Batılılar'ın büyük bir kısmı için bizatihi bir İslam imajı uyandırmaktadır. Mekke ve Medine gibi iki kutsal şehrin bu ülke sınırları içinde olması tabii ki önemli, ancak Batı'nın ilgisini çeken asıl nokta, muhafazakar ve daima sabit kalan İslam'a bağlılık söylemlerini sürdürerek Şeriat hükümlerini uygulayan bir hanedanın, iktidarıyla birlikte İslam bir toplumun modernleşmeye olan aşırı talepleridir. 1978 yılından önce Suudi Arabistan Batı kamuoyunda çok düşük bir ilgiye sahipken -1972'den 1977 yılına kadar Suudi Arabistan, Amerikan televizyonunda yılda ortalama yalnızca dokuz dakika yer almış1- bugün artık ülke ve rejimin geniş bir ilgi odağı oluşturuyor. Ancak gelişme ile İslam ve Monarşi ve İslam'ın bağdaşabilmesine ilişkin konularda kesin bir fikir ayrılığı var. İran İslam Devrimi'nin berrak ışığıyla birlikte, bazı gözlemciler Sünni Suudi Arabistan ve Şii İran arasında büyük farklılıklar görmektedirler ve şu sonuca varmaktadırlar: Şah'ın devrilmesine dayanarak genellemelere gidilmemelidir. Diğer gözlemciler ise muhteşem zenginliğe sahip ayanlarla birlikte toplumun hızla değişmekte olan yapısının Suudi vatandaşları arasında hoşnutsuzluklar doğurduğunu savunmakta ve kraliyet ailesinin sonunun kısa süre içinde kaçınılmaz olduğu sonucuna varmaktadır. Şimdi İslam'ın gelecekte nasıl bir rol oynayabileceğini tartışmadan önce, İslam'ın Suudi siyasi sürecinde nasıl merkez nokta olduğunu anlatmak istiyorum.

İslam ve Krallığın Kurulması

Birçok kişi öteden beri krallığı, olması gereken ideal İslam devleti şeklinden bir sapma olarak algılasa bile, Suudiler söz konusu olduğunda düşünülmesi gereken İslami boyutlar vardır, Gerçekten de onsekizinci yüzyıldan itibaren Suudiler, İslami yapı ve eylemleri gayretle uygulamakla iftihar ettiler. 1744 yılında, yerel bir emir olan Muhammed ibn Suud ve ıslahatçı bir alim olan Muhammed bin Abdulvahhab arasında olağanüstü bir ittifak yapıldı. Abdülvahhab, Peygamber'in yaşadığı bu topraklar üzerinde açıkça imani ilkelerin çiğnenmesinden büyük rahatsızlık duymuş, şirke varan, velileri tazim geleneğini eleştirmiş, ulûhiyetin bölünmezliğini halka vaazetmiştir. Namaz kılmanın zorunluluğunu, had cezalarının uygulanması gerektiğini savunmuştur.

Muhammed İbn Suud bölgesel siyasette yararlı etkisi olabileceğinden dolayı bu ıslahatçı mesajdan çok etkilendi- İbn Abdülvahhab ayrıca siyasi budaklanmaları da açıkça görüyordu. Philby'ye göre; Abdülvahhab, Emir'e şöyle diyordu: "Şanından ve kuvvetinden şüphe olmayan bir tek Allah'a inanan ve O'nun rızasını kazanan kişi ülkenin ve halkın hakimi olacaktır."2 Hiç şüphesiz Abdülvahhab da, Suud gibi güçlü ve hırslı birisinin desteğiyle mesajının daha büyük etki yapabileceğinin farkına varmıştı. Dini ve siyasi hedeflerin bu yakınlaşması ittifakı daha da önemli hale getirdi: Kısa bir zaman içinde, bu iki şahıs karşılıklı desteklerine dair ipoteklerini değiş tokuş ettiklerinde ilk Suudi devleti kurulmuş oldu. İslam'ın ilk birlik günlerinden beri, ilk defa birleşik kuvvet (ittifak) 1773 ve 1819 yılları arasında bugünkü krallığı oluşturan toprakların büyük bir kısmı üzerinde tek bir kuvvet oldu.

Mısır'daki Osmanlı hükümetinin büyüyen Suudi gücü karşısında alarma geçmesiyle ve bu gücün Şam'ı, Bağdat'ı ve aynı zamanda Osmanlı'nın hac üzerindeki kontrolünü tehdit etmesiyle birlikte bu başarı 1819 yılında beklenmedik bir sona ulaştı. Osmanlı Paşası Mehmet Ali devleti işgal etti ve başşehri yerle bir etti. Bu işgal Suudi-Vahhabi ittifakının sonu olmadı. Bundan sonra Riyad merkez alınarak, 1820'li yıllarda ikinci bir siyasi ifade oluşturuldu. Bu ifade, ilkinden daha az başarılı idi. Osmanlı ile oluşan zıtlık, bölgesel rekabetler ve aile içindeki koltuk kavgaları daha da su yüzüne çıktı: Suudiler 1891 yılında Kuveyt'e sürgüne gitmek zorunda kaldılar. İlkinde olduğu gibi bu oluşumdan da -kutsal toprakların bidatlerden temizlenmesi gibi büyük bir misyon yüklenerek- hem Suudiler devletin kontrolünü elde etmekle yararlanmış, hem de davalarını dünyaya yaymak hedefini benimsemiş dindar savaşçılar yararlanmıştır.

Belki de bu güç birliğinin en açık ifadesi, Abdülaziz (daha çok ibn Suud olarak bilinir)'in ata yadigarı toprakları tekrar ele geçirmek için harekete geçmesiyle bu yüzyılın başlarında ortaya çıktı. İbn Suud, daimi bölgesel topluluklar ve iyi bir oydu oluşturma fikrini gerçekleştirmek için çeşitli göçebelerin yerleştirilmesine çalıştı. İlk yerleşim Mutair kabilesinin üyelerini içermekteydi ve sonuç olarak bir çoğu büyük kabilelerden oluşan ikiyüzden fazla kabile yerleşik düzene geçmişti. Halkı yerleşik düzene iten motivasyon açıkça İslamdı; aralarında kardeş olarak tanımlanabilecek bir bağ vardı ve hareket bir bütün halinde kardeşlik [ihvan] olarak niteleniyordu. Hicret edenler, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicretindeki gibi kutsal bir hicrette bulunduklarına inanıyorlardı. Tabii ki basamaklardan birisi Abdülaziz'in tasarladığı şekilde göçebe hayattan yerleşik hayata geçişti. Böylece Bedeviler hem yerleşik düzene geçmiş, hem de geçimlerini sağlamak için Abdülaziz'e bağımlı olmuştu.

Ahalinin bir kısmı bu bağımlılığın onları hakiki yoksulluğa3 düşürdüğünü düşünse de, Bedeviler etkili bir askeri organizasyona girmiş oldular. Her hicret normal olarak kırsal meşgaleleri olan ancak kolayca seferber olabilen ihtiyatların aktif görevinden ibaretti, her genç eğer ulema acil bir durum olduğunu belirtirse hemen seferberliğe katılıyordu. Abdülaziz bu binlerce birlikten, hemen hemen hepsi İslam'a kati bağlılıklarını gösteren bir ordu kurmaya muktedir oldu. Bir gözlemcinin belirttiği gibi, bu kişiler ölüme koşar adım gidiyorlardı ve ölümden hiç korkmuyorlardı4 ve gerçekten dehşetengiz şiddet manzaralarıyla karşılaşılıyordu -örneğin 1919 yılında Hurmada ve 1924 yılında Taif'te-. Muhtemelen bu gayretten dolayı yarımadanın merkezi Necd'de Raşidiler'i, Mekke ve Medine'yi de kapsayan Kızıl Deniz sahili boyunca Hicaz'da Haşimileri kısa sürede alt etmeyi başardılar.

Bir çağdaş yazarın değerlendirmesi doğru çıkmıştı: "İbn Suud, dini inançları kullanma geleneğine uygun hareket ederek, hanedana siyasi ihtirasları doğrultusunda yavaş yavaş kendi lehinde bir silaha döndürmüştü."5 Bu cümleden olmak üzere, Abdülaziz'in İhvan'ın değerlerini riyakarca desteklemiş olduğu çıkarımında bulunursak, adaletsizlik yapmış olabiliriz. Hiç şüphe yok ki, Abdülaziz muvahhid amaçlara inanmıştı ve nispeten samimiydi. Ancak açıkça, hükmetme hakkına sahip olursa bunun çok daha yararlı olacağını düşünüyordu. Onsekizinci yüzyılda Suudi ve Vahhabi güçleri kabaca eşit avantajları kullanmıştı. Oysa bu yüzyılın başlangıcında Vahhabilerin Suudileri kullanması, Suudilerin Vahhabileri kullanmasına oranla oldukça önemsiz bir hale geldi. Bu durum İslam tarihinde daha önceleri bir çok kez görülmüştü: Dünyevi ve ruhani otoritelerin birleşmesi, ruhaniyetin boyun eğmesiyle sona erecektir.

İslam ve Rejimin İşlerliği

Suudi Arabistan'da kuvvet ve ideolojik seferberlik kombinasyonuna bel bağlayarak kurulmuş bir ulus-devlet var. Abdülaziz bu kombinasyonu kendisi ve haleflerinin yönetimi sürdürmesi için çok yararlı bulmuştu. Şu açıkça ortadaki Abdülaziz ve halefleri İslam'ı kendileri ve politikaları için bir meşruiyet kaynağı olarak kullandılar -ve gerçekten bir kraliyet ailesi olarak yönetim hakkı edindiler. Bunu da özel görevlerinin kutsal topraklan korumak olduğunu, Hac ibadetinin hamisinin onlar olduğunu ve bütün dünyada İslam davasının takipçisi olacaklarını vurgulayarak başardılar. Bundan da öteye monarşiyi onaylatmak için Suudi anayasasının Kur'an olduğunu savundular. Bu teze göre krallar kabul edilebilir, çünkü kral da dahil olmak üzere herkes tanrının buyruğuna uymak zorundadır. Bu anayasal kavramın Suudları tercih edilebilir yapması şaşırtıcı değildir: Suudlar İslam'ın temel kanunlarına hürmet edeceklerini iddia ederken, iktidarlarını kontrol edecek hiç bir muhalefetle karşılaşmadan hükmedebiliyorlardı.

Bazı özel politik durumlar da sık sık Suudların yönetim hakkını meşrulaştırmalarına yardımcı oldu. Örneğin Kral Faysal hiç şüphesiz pan-İslamcı bir birlik arzusundaydı. Fakat planını yürürlüğe koymak için seçtiği zamanın tam da çok sevilen Abdunnasır'ın kendisine yüklendiği bir döneme rastlaması, pan-İslamcılığı Nasırizm veya pan-Arabizm'in olumsuz etkilerine karşı, kendi rejiminin meşruiyetinin bir aracı olarak gördüğünü düşündürmektedir. Bazen de Suudiler kraliyetin doğuştan hakları olduğunu savunmak yerine, ayrıcalıklarını uygulamak için İslam'ın güçlü duvarını arkalarına destek aldılar. Örneğin, Abdülaziz radyo ve otomobil kullandığında, Faysal televizyon ve kadınların eğitimi konusunu ülkeye getirdiğinde, İslam'ın genel prensiplerine dayanarak muhafazakarların yüksek sesli muhalefetine cevap vermeleri gerekiyordu. Abdülaziz gayrı müslim petrol mühendislerini ve teknik elemanlarını ülkeye ithal ettiğinde, İslam tarihi de imdadına gelmişti: "Peygamber'in hayatı ve hadislerden kesinlik kazanmış doğruları göstererek, Peygamber'in birey ya da grup olarak istihdam ettiği gayrı müslim çalışanları içeren gerçek vakıaları tarihî dayanaklar olarak gözler önüne seriyordu. Ve soruyordu: 'Doğru muyum, hatalı mıyım?' Ulema ise tamamen doğru olduğunu tasdik etti."6

Aslında, son zamanlara kadar Suudiler İslam'ı gerçekten kendi meşruiyetlerini sağlamak için kolayca kullandılar. Bunu üç sebepten dolayı başarabildiler. İlki, meşruiyetin kaynakları konusunda rekabetin olmamasıydı. Daha sonradan değineceğim Şia haricinde, etnik ya da dini farklılıklar çok önemli olmadılar ve milli bütünlük kazanamadılar. Krallığın geniş bir kesimi Arap ve Sünnidir; İran veya Suriye'de var olduğu gibi İslam'ı tamamen bireylerin sadakatlerinin ve kimliklerinin temel anahtarlarından biri yapan çoğulculuk Suudi Arabistan'da mevcut değildir.

Efsanevi bağımsız bedeviler bile milli bütünleşmeye karşı herhangi bir direnç göstermediler. Krallığın ilk günlerinde, kabileler arasındaki rekabet Abdülaziz'in işine yaradı. Çünkü kabilelerin kendisine karşı birleşmelerine engel oldu ve onların fakirleşip kendi zenginliğine bağımlı hale gelmelerine çalıştı, sonuç olarak bunu da başardı. Aradan geçen elli yıl içerisinde Suudi hükümeti kabileler üzerindeki kontrolünü kademe kademe sağlamlaştırdı: Zira'lara, yani geleneksel otlaklık alanlara bağlılığı azaltmaya çalıştı; vahalar, hatta köyler üzerinde kabilelerin mutlak hakları korunmakla birlikte, hima sistemi ilga edildi; özellikle kuraklık zamanlarında eski alışkanlıklar ve iddialarına bakılmaksızın kabileler arasında kaynakların paylaşılması sonucunu doğuran çalamat, yani yeni su kaynaklan millileştirildi; böylelikle kabilelerin yerleşik hayata geçmeleri sağlandı. Sonuç, kabile bağlılıklarının zayıflaması ve bundan böyle etkili bir ideolojik temel oluşturamaması oldu. Bedevilerin bugünlerde sıkça söyledikleri bir söz gibi, 'Bütün topraklar Suudların lirasıdır [otlağıdır]' (el ard kulluha zirat el-Suud)7

Nasırcılık, Baasçılık ya da Marksçılık gibi dışsal ideolojiler sadece sınırlı bir taleple karşılaştığından dolayı İslam ile rekabet edemedi. Bunun sebebi sadece Suudi devleti halkının İslam'a olan doğal bağlılığından kaynaklanmıyor, önemli sebeplerden birisi de genç neslin artık toplumsallaşma yolunda olmasıdır. İster okulda isterse silahlı kuvvetlerde olsun genç Suudiler Arap dünyasının her tarafından popüler olan radikal ideolojilere düşmanca yaklaşıyorlar. Resmi düşünce hattına karşı bir ayaklanma ihtimali her zaman mevcuttur, ancak bugün için söylenebilecek şey herkesin sistemle uyum içinde olduğudur. Bir araştırmacının 1968 yılında bir grup kolej öğrencisine dayanarak yaptığı yoruma göre; "bu kişiler arasında hakim otoriteye karşı hararetli bir istek ve onu destekler bir manzara çıkıyordu ortaya."8 Maalesef daha sonraki zamanlara ait veriler mevcut değil, ancak bu gözlemin artık uygun olmadığını destekler çok az neden var. Belki Suudiler'in yabana ideolojileri alt etmekte başarılarının sürdürdüklerinin bir göstergesi, bir grup muhalif öğrencinin Suudilere, 'öğreti' vasıtasıyla halkı köleleştirmek gibi farklı bir yaklaşımla saldırmasıdır [al-ta'limat al-sa'udiya].9

İkinci olarak, Suudilerin kolayca meşruiyet kazanmalarının diğer sebebi dini otoriteyi kurumsallaştırmış olmaları ve ona geniş fonksiyonlar bahşetmeleridir. Hanbeli mezhebine bağlı olan Abdülaziz'in Hicaz'daki muhalif Hanefi fakihlerin varlığına tedricen son vermesiyle birlikte ulema, ücretleri ve geçimleri için devlete bağımlı oldu. Böylece ulema devletin temsilcisi oldu çıktı. Aynı zamanda seçim metodları ve eğitimlerinin düzene bağlanması nedeniyle bürokratikleşmiş oldular. Bu yöntem sadece Suudi Arabistan'da uygulanmıyor, diğer İslam ülkelerinde de bu uygulama var, ancak Suudi Arabistan'ı farklı kılan ulemanın etkisinin genişliğidir.

Örneğin, son zamanlara kadar eğitimin kontrolü ulemanın elindeydi. Hatta bugün bile üniversite ve üniversite öncesi eğitime bakan iki bakanlık sistemi modernleştirme çalışmaları yaparken, Riyad'daki İmam İbn Suud İslam Üniversitesi gibi çeşitli yüksek okullarda ulema kontrolü elinde tutuyor ve eğitimi kendi kurallarıyla yürütüyor. Ulema ayrıca Hac ibadeti esnasında da görev almaktadır. Hac ibadeti her yıl Mekke ve Medine'nin bir milyondan fazla müslüman ile dolması anlamına gelmektedir. Ulema vakıfların yönetiminde de söz sahibidir. Ulema aynı zamanda sosyal ahlakın hakimidir, iyiliği emretmek ve kötülükten menetmek için kurulan sosyal birimleri kontrol eder, bu yolla dükkanların namaz vakitlerinde kapatılmasını ve büyük şehirlerde halkın İslam ahlakına uygun giyinmesini sağlar. 1962 yılında Faysal ulemanın gücünü azaltmak için söz verdi. Açıktır ki, özellikle ülke dışındaki imajı konusunda endişeleri bulunan Suudi yönetimi için sorun olmaya başlamalarıyla ulema pasifize edildi. Bununla birlikte, Kral Halid'in de paylaştığı, son zamanlarda ülkenin tümünü kapsayan muhafazakar hissiyat nedeniyle bu dini muhafızların ortadan kaldırılması söz konusu değildir.

Bundan da öteye ulema, uzun bir geçmişe dayanan aydın sınıf ile yakın ilişkisinden dolayı, doğrudan siyasi etkiye sahiptir. Al-el Şeyh gibi soyu ibn Vahhab'a uzanan, önemli ailelere mensup alimler, liderliği üstleniyorlar ve el-Suud ile çok yakın ilişki içindeler. Ulemanın, rejimin dayanıklılığının can damarı olan kararlarda Suudiler tarafından dikkate alınması gayet doğal bir durum. Örneğin, 1964 yılında Abdülaziz'in ehliyetsiz oğlu Suud'un yerine diğer oğlu Faysal'ın kral yapılması olayında ulemanın desteği aranmıştı. Daha da yakın zamana gelecek olursak, Kral Halid ve Veliaht Prens Fahd (Abdülaziz'in diğer oğulları) Kabe'nin işgaline son vermek için yapılacak eylemleri meşrulaştırmak için bir fetva edinmeye çok özen gösterdiler.10 Kesinlikle bir fetvaya bağımlı kalmaksızın hareket edebilirlerdi, ancak sonuçta herhangi bir zarar görmek istemediler ve muhtemelen de uzun dönemde kendilerine yarayacak işler başardılar. Yönetimde asıl iddiaları olan, kutsal toprakların koruyucuları olarak edindikleri özel rolü içeren savın yeniden kabul görmesi gibi.

Üçüncü ve son olarak Suudilerin İslamiyeti meşruiyetlerini sağlamak için kullanabilmelerinin diğer bir sebebi de; İslam'a daha ılımlı bir yaklaşımla yönelmiş olmalarıdır. İslam hukukunu çok katı yorumlamak ve uygulamaktan ziyade, Suudiler çağdaş bir topluma uygun düşen gayet başarılı bir hukuk düzeni uyguladılar; kendilerim sevdirmek ve kabul ettirmek için halkın taleplerine göre, ölçülü değişiklikler icra etmeye yöneldiler. Bu genellikle gözardı edilen bir nokta, büyük olasılıkla bunun altında yatan nedenler tarihçilerin daima Vahhabilerin katı dindarlıklarını vurgulamaları ve gazetecilerin dini politikaya karşı hiç mi hiç tolerans taşımamalarıdır. Her iki neden de tabii ki doğru, ancak bu doğrular bugünkü karmaşık Suudi hayatından tamamlanmamış bir resmi görüşümüze sunmaktadır. Aslında Suudiler, bizim umduğumuzun aksine, kayda değer kolaylıkta yenilikler gerçekleştirmişlerdir.

Suudilerin kolayca köklü değişiklikler yapabilmelerinin birinci nedeni Hanbeli mezhebinin esnek hukuki tavırlara sahip olmasıydı. Alelade Batı bilgisi bu konuya tamamen ters düşüyordu. Hanbeliler, aşırı derecede hukuk düzenine bağlı ve bu nedenle çoğunlukta oldukları ülkelerde hukuki gelişmelere karşı çıkan kişiler olarak biliniyordu. Bu nedenle, Hanbeli muhafazakarlığı yanlış yorumlanmıştı: Kur'an'a ve hadislere sadakatle bağlanılmakdır, ancak herhangi bir konu hakkında Kur'an ve hadis kesin bir hüküm koymamışsa, Hanbeli mezhebinde uyulması gereken katı kurallar bütünü bulunmamaktadır. Uygulama bazında bu düşünce, metne bağlı sarih bir kısıtlama olmadığı sürece köklü bir değişikliğin gerçekleştirilebileceği şeklinde kabul edildi. Bu manevra kabiliyeti, Hanbeli mezhebinin içtihada verdiği önemle veya bağımsız kıyasla geniş bir uyum arz eder. Hanbeliler ve özellikle on dördüncü yüzyılın büyük Hanbeli hukukçusu İbn Teymiyye, Kur'an, hadisler ve sahabenin herhangi bir konu hakkında sarih bir hükmü bulunmuyorsa ulemanın kendi vereceği hükümle bağlayıcı olduğu fikrini daima savunmuştur. Zaman geçtikçe kıyas uygulaması çok yararlı sonuçlar doğurdu. Örneğin, Hanefi mezhebi sadece yakın akrabanın fakirlik veya hastalığında onlarla ilgilenmeyi sorumlu tutarken, Hanbeli mezhebi bu sorumluluğu bütün akrabaları içeren geniş bir alana yaymıştır; daha çok da Irak ve Ürdün halkı bu yorumu kabul etmiştir.

Hanbeli mezhebinin katı olmayan yapısına bel bağlamaya ek olarak Suudiler makul değişiklikler yapabilmek için başka yollar da aradılar. Birisi, kişinin sorununu halletmek için fıkhi görüşlerden [tahayyur] istediği birini seçebilmesi imkanıdır. Krallığın ilk günlerinde, Abdülaziz 'ulema'yı Hanbeli olmayan kaynaklara yönelmeye razı etmekte güçlüklerle karşılaştı ve sonuç olarak kadıların temel ilke olarak altı Hanbeli yazılı metnine bağlı kalmaları kararını aldı.11 Aynı zamanda Abdülaziz, eğer bir soruyla karşılaştıklarında kendi mezhepleri makul bir çözüm bulamazsa, diğer mezheplere başvurabileceğini belirtiyordu. Hanbeli mezhebinin ne kadar yeniliğe açık bir mezhep olduğunu gördüğümüzden böyle bir talebin gereksiz olduğu ortadadır, ancak kral ve halefleri kanuni bir politikanın onaylanması için herhangi bir yazılı metnin hiç bir yazılı metin bulunmamasından daha iyi olacağını biliyorlardı. Örneğin, maden kanunnamesinde Suudiler, Maliki mezhebine uymuşlar ve madenlerin hiç bir koşul altında özel teşebbüse verilemeyeceğine dair kanun çıkarmışlardır.12

Kolaylaştırıcı değişikliğin diğer bir yolu da idari takdir [siyasi seriyye]dir. Onbirinci yüzyıldan beri hükmedenler için dinî yasamanın (şeriat) koyduğu sınırlar dahilinde bazı tercihlerde bulunmak bir yol olmuştur. Suudiler bu konuya olan hassasiyetlerini kanun kelimesini kullanırken gösterdikleri tereddütle ortaya koyarlar. Kanun yasama tarafından yürürlüğe konmuş kararnamedir. Suudlar daha kapsamlı ve uygulanan hukuk sistemini ifade eden nizam kelimesini kullanmayı daima tercih ederler. Ancak terminoloji ne olursa olsun, Suudlar pasif kalmadılar. Örneğin, 1931 gibi erken bir tarihte Ticaret Hukuku oluşturdular ve 1954 yılında Batı etkisinde hazırlanmış Osmanlı Ticaret Hukuku'na göre kanunlarında yeni düzenlemeler yaptılar. Ayrıca 1970 yılında da çalışma hayatına dair kanunnameyi yürürlüğe koydular. Sosyal Sigorta Kanunu da 1970 yılında yürürlüğe kondu. Bütün bu değişiklikler hükümetin geleneksel hukuku idari tedbirler olarak nasıl değiştirebildiğini göstermektedir. Örneğin bir sigortalı işçi öldüğünde töreye ait miras hukukuna başvurmak yerine, kimin mirasa hak kazanacağı ve hangi oranda mirastan pay alacağı gibi problemler, akrabalık ilişkileri, yeni düzenlemelerle konulmuş limitler dahilinde sonuçlandırılmaktadır (örneğin, ölen kişinin babasının altmış yaşın üstünde ve çalışamayacak durumda olması gerekir.)13

İslami yöneticinin yapabileceği idari tedbire bağlı kurumsal değişiklikler bağımsız ayrıcalıklar [tahsis el qaza] içerir. Suudi hükümeti mahkeme sistemini 1927, 1931, 1936 ve 1952'de değiştirmiştir. En önemlisi kararların temyiz edildiği kurumların kurulmasıydı, böylece vatandaş artık davaya ilk bakan kadıdan sonra gelen mercilere de başvurabilme hakkına sahip olmuştur. Vatandaş bugün Yargıtay'a ve Yüksek Yargıtay mahkemesine gidebilmektedir. Vatandaş ayrıca idari bir haksızlığın kurbanı olmuşsa 1955 yılında kurulan Şikayetler Kurulu'na başvurabilir. Hükümet aynı zamanda, iş ve işçi Kanunu gereğince işçi-işveren arasındaki anlaşmazlıkları çözmeyi amaçlayan işçi mahkemelerini kurmuştur,14 ve daha da önemlisi 1971 yılında Büyük Müftü'nün yerine Adalet Bakanlığı kurulmuştur.

Tüm bu çabalarla Suudiler modern gelişmelere ayak uydurma ve yeni yasama ve kurumlarla şeriatı geliştirme eğilimlerini ortaya koymuşlardır. Bu esneklik yönetici kesimin sosyal gelişmeleri yakından izleyebilmesini ve kendisini basiretli bir yönetim olarak sunabilmesini sağlamıştır: İslam'a ilişkin tutumu kendine meşruiyet sağlamada İslam'dan yararlanabilme kapasitesini belirlemiştir.

Rejime Karşı Muhalefet

Bu tartışmadan İslam'ın Suudi rejiminin temel direği olduğu görüşü ortaya çıkabilir, ancak İslam'ın daima denge ve birleştirme elemanı olarak kalacağı sonucuna varmak bizi yanlış yerlere götürebilir. Çünkü krallık şu an emsalsiz sıkıntılı, hızlı gelişmeler yaşıyor. İslam'ın hükümete karşı oluşturulacak bir harekette en önemli rolü oynaması ihtimali çok yüksek. Ancak bu ihtimali değerlendirmeden önce, Suudi Arabistan'da kırk yıl boyunca meydana gelen hızlı değişikliklere bir göz atmak gerekiyor. Suudi Arabistan bu süre içinde Batı yardımlarının ve borçlarının alıcısı olmaktan, Uluslararası Para Fonu'nun para babalarından birisi olacak kadar önemli bir yol katetti. Bu dönemde endüstrileşmeye başladı, büyük miktarlarda yabancı işçi ithal etti, ülkeye geniş çaplı sosyal refah sistemini getirdi. Çeşitli sonuçlar açıkça görülebilmektedir.

Birisi, bürokrasinin hızlı büyümesidir. 1941 yılında eğer Amerikalı bir diplomatik gözlemci bir şeyler yazmış olsaydı bu "Suudi Arabistan'da hiç bir hükümet organizasyonu bulunmadığı" şeklinde genel bir kanıyı ortaya koyardı",15 artık bu durum açık farklılıklar içermektedir. 1932 yılında sadece Dışişleri ve Maliye olmak üzere iki bakanlık bulunuyordu, bugün ise tam yirmi iki bakanlık var. Hükümet hayatın her alanındaki resmi yapılar ve düzenlemeleri kontrolünde tutarak en büyük istihdam aracı olmuştur. Bu kaldırılması güç bir gelişme olmasına rağmen, belki de çağdaşlaşmanın sebep olduğu ikilemi dizginleyebilecek cevaplar verebilecektir ve mutlakiyetçilik üzerinde bir çeşit kurumsal kontrol inşa edebilecektir.

İkinci bir sonuç ise teknokratik veya çağdaşlaşan bir orta sınıfın giderek gelişmesidir. Yeni zenginlik, yeni eğitim ve iş fırsattan aynı zamanda kabine bakanlarını da içeren bürokratlar, resmi memurlar için önemli sayılan bir çok yararlar yarattı. Bürokratlar her hükümet bürosunda değer taşıyor olsa da, özellikle Petrol, Maliye, Ticaret, Tarım, İletişim ve Tanıtım bakanlıklarında çok önemli mevkiler kazanıyorlar. Bürokratlar laik ve ileri seviyede yabancı eğitim almış ve daha muhafazakar olan ulemanın kızgınlığını kazanmış olarak nitelendirilebilir. Dini politika, bürokratları rahatsız etmektedir ve kadınlara hala uygulanan bazı sınırlamalara karşı tepki göstermektedirler. Eğer bürokratlar ılımlı ya da en azından dini liderliğe karşı tarafsız iseler de, büyük çoğunluğu kraliyete karşı değildirler. 1973 yılında William Rugh'un bir yazısında belirttiğine göre 'yeni orta sınıf prenslere karşı ciddi bir rakip olamaz. Siyasi hayatta, iki grup bazen doğal olarak yararlı ortaklıklar oluştururlar.'16 Bu orta sınıfa ait gençler gün geçtikçe sosyal hayattaki emsalleriyle bir araya gelirken, oluşturdukları grupların siyasi bir hareketin çekirdeğini oluşturacaklarına dair hiç bir delil ortaya çıkmıyor.

Kraliyetin çağdaşlaşması ile çok yakın ilişkili diğer bir sonuç ta kraliyet ailesinde artık iyi eğitim görmüş, yabana eğitim almış üyelerin bulunuyor olmasıdır. Kral Faysal'ın oğullarının büyük etkiye sahip olması oldukça dikkat çekicidir. Dışişleri Bakanı Prens Suud sık sık tahta layık bir aday olarak anılıyor, Prens Halid'in de Asir'in etkin bir valisi olduğu kesinlik kazanıyor. Diğer prenslerinde sorumluluk gerektiren pozisyonlara atanacağı tahmin ediliyor ve büyük olasılıkla bu kişiler ılımlı da olsa liberalizasyonun, reformların öncülüklerini yapacaklar.

Modernizasyon önemli miktarda Suudi'yi hakikaten bütün gelişen ülkelerde aynı oyunu oynadığı gibi anlatılanın tam aksine fakirleştirerek, cahilleştirerek, dönüştürerek kandırıyor, kendisine kurban ediyor. İşte asıl ve en önemli sonuç bu. Suudi Arabistan'da daha etkin ve yeterli bir ekonomi oluşturmak isteğiyle birleştirilen tarım alanları sayesinde küçük çiftçi artık aydınlık yarınlarını şehirlerde arar oldu. Şehirlere gelenler buralarda yüksek ev fiyatlarıyla, yetersiz sosyal hizmetlerle ve az miktardaki iş imkanı gibi güçlüklerle karşılaşıyorlar. Suudilerin yüzde 80'i hala cahil ve vasıfsız. Kırsal kesimin mülksüzleri, şehirli mülksüzler olma yolundalar.

Ancak eğitim görmüş gençler bile bu dönen çark içinde kurban olabilir. Bu gençlerin sayısı arttıkça, tatmin edici bir iş bulmaları şansları da azalmaktadır, çünkü ekonominin istihdam limitleri ve büyük miktarda yabancı işçinin çalışıyor olması daima bu gençlerin aleyhine işlemektedir. Aslında, hükümet 1980'de 1,3 milyon öğrencinin ilkokulda 21.000 öğrencinin de yüksek okulda eğitim görmesini planladı.17 Bütün okullardaki kız öğrencilerin sayısı hemen hemen yarım milyona yükseldi. Çağdaşlaşmanın ilk meyvelerinden yararlanmış olmaları, bu öğrencilerde sınırsız bir gelişme olabileceği beklentisini doğurdu;18 hayal kırıklığıyla karşılaşmaktan başka yapabilecekleri ne yazık ki yok.

Bu değişiklikler ortaya koyuyor ki, şu an için nisbi bir sükunet olsa da, eğer Suudi rejimi bürokratlara ve aydınlara siyasi bir rol vermemekte diretirse veya gelişim sürecinin yarattığı haksızlıkları düzeltmezse, çeşitli saldırılara maruz kalabilir. Geçmişte tabii ki muhalif hareketler ortaya çıktı, ancak bu hareketler ciddi tehdit unsuru olamadılar ve halktan destek bulamadılar. En bariz örnek, Abdülaziz'in bütün oğulları Talal, Bedr, Abdülmuhsin ve Fewwaz adlı prenslerin, Abdunnasır'ın yanına Kahire'ye geçmeleriydi. Genellikle Kral Suud'un mirasyedi tavırlarını ve rejimin muhafazakar politikasını eleştirdiler, 1962 yılında Milliyetçi Arap Cephesini ilan ettiler ve 'özgür Suudi Arabistan' yaratmaya yemin ettiler. Başarılı olabilmeleri için makul sebepleri var görünüyordu, çünkü Suud, ülkeyi bir iflasın eşiğine getirmişti ve Yemen iç savaşına müdahale eden Mısırlılar Krallığın sınırları dibindeydiler. Fakat Başbakan olarak Faysal Suud'un ekonomik yapısını kısa zamanda bir düzene soktu, Mısır kuvvetleri Yemen'in kabilesel ve siyasi karışıklıklarını çözmekle meşgul kaldılar. Prenslerin Kahire'ye gelişleri bir hataydı ve artık Prensler Kahire'de kendileri için bir gelecek görmediklerinden pişman olarak 1964 yılında Riyad'a döndüler. Kral Faysal, sonradan da Kral Halid babalarının istekleri doğrultusunda isabetli bir kararla Prenslere karşı merhamette bulundular ve kardeşlerini ülkeye kabul ettiler, onlara gayet iyi davrandılar; örneğin, gayet parlak slogan ve sözlerle kabul edil diler.19 Talal, şu an Suudi Arabistan'ın UNESCO temsilcisidir.

Muhafazakar olan diğer Prens Halid İbn Mussa'id 1965 yılında vaktinden önce bir teşebbüsle Riyad'daki yeni televizyon istasyonunu kapatmaya kalkıştı. Bu sırada Faysal bir Arap zirvesi görüşmesindeydi ve dolayısıyla bazı kişiler Prens Halid'in, Kral Faysal'ın yokluğundan faydalanarak, Müslüman Kardeşler'in yardımıyla darbe girişiminde bulunduğunu zannetmişlerdi.20 1966 yılının sonlarında Suudiler bir başka tehditten endişe duymaya başladılar. Bu tehlike, büyük boru hatlarına sabotaj yapmakla ve büyük Suudi şehirlerine bombalar yerleştirmekle tehdit eden, solcu Arap Yarımadası Halkları Birliği idi.21 Hükümet, kamu düzenini bozmak için sabotaj grupları oluşturan ve manevi duyguları sömürerek ülkede kargaşalık çıkarmakla itham edilen 'Abdünnasır'ı doğrudan bu olayların faili olmakla suçladı.'22 Bundan da öteye 1969 yılında hava kuvvetlerine bağlı askerlerin monarşiyi kaldırıp yerine 'Arap Yarımadası Cumhuriyeti' kurma teşebbüsü olmuştu.23 Tutuklananların tahminen ikiyüz, üçyüz kadarı yüksek rütbeliydi ve teknokrat orta sınıf ile yakın sempatik bağlarının bulunduğu varsayılıyordu. Başarılı Libya darbesinin hemen ardından çıkagelen bu kargaşa, Suud'un yoğun bir çekingenlik kazanmasına neden oldu.

1979 yılında Mekke'de meydana gelen olaylar Suud için çok daha kaygı uyandıran niteliklere sahipti. Olaylar gerçekten endişe verici idi, çünkü Suud ve aynı zamanda büyük bir kısmımız, 1970'lerin başlarında muhaliflere karşı yürütülen sistematik yok etme ve potansiyel sorun çıkarabilir unsurlarla ilişki politikasının rejime yönelik önemli bir saldırıyı engelleyebileceği varsayımına sahiptik. Ancak bu olayda iyi silahlanmış bir tek aşırı dindar grup vardı ve eylemleri sonucunda Suudi Arabistan iki hafta boyunca bir kargaşa yaşamıştı. Çok sayıda Suudi ve diğer uluslardan (yaklaşık ikiyüz kişi) oluşan bu topluluk rejimin gayri meşruluğundan o kadar rahatsız olmuştu ki, İslam'ın kutsal mekanlarına zarar veren "kafirler"in öldürülmesi gerektiğine dair Kur'an ilkesini bir yana bırakmışlardı.

Aslında, grupların liderleri, Cuheyman İbn Muhammed el-Uteybi ve Muhammed İbn Abdullah el-Kahtani, Suud'un günahkarlığını görerek, gerçek ve yeni bir İslami devlet kurmaya azmetmişlerdi. Güvenilebilir bilgi edinmek çok güç olmakla beraber, yaygın görüşe göre iki lider arasında daha önemli role sahip olan el-Uteybi Medine Üniversitesi'nde öğrenci idi, ancak mantıkî sonuca ulaşmayı başaramayan bir İslam eğitiminden tatmin olmamıştı. Çünkü Suudiler'in İslam dışı olduğunu öğretmeyi amaçlıyordu. Taşraya gitti ve İhvan'ın 1920'lerde insanlara verdiği mesajı yeniden halka anlatmaya başladı: Suudiler çok güçlendiler, zenginleştiler ve bozuldular, İslam'ı kafirlerden korumuyorlardı; aksine yabancıları ülkeye hararetle davet ediyorlardı. Ancak ayrıca Mehdi fikri ile de ilgilendi. Mehdi inancı İhvan'ın düşünce (iman) alanında yeri olmayan bir bid'at idi, el-Kahtani'yi bu konumda görmeye başladı. Sahip olduğu inançlara ve iyi teçhizatlanmış ve rejime karşı ciddi bir tehdit oluşturan izleyici kitlesinin uzlaşmaz mesaj ve mehdilik bağlılığına dayandığı açıktı: 'Cuheyman'ın topluluğu da gücünü Suudi devleti ile aynı kaynaktan alıyordu, yanı İslam'ın kendisi kadar eski bir olgu olan militan dindarlıktan.24

Kabe kuşatmasının sürdüğü sıralarda, Doğu Bölgesinde 200.000-300.000 civarında Şii, ayaklanmalar çıkarıyordu. Zaman Aşura gününe denk düşmüştü. Aşura, Suudi Arabistan tarihini de içeren İslam tarihi boyunca müslümanların maruz kaldığı baskıların bir hatırasıdır. Şiiler, Arap-Amerikan Petrol Şirketi'nin işgücünün %35'ini oluşturmalarına rağmen, hiç bir zaman üretilmesine yardım ettikleri petrol zenginliğinden sünni çoğunluk kadar yararlandıklarını düşünmediler, Şiiler ayrıca daha çok bölgenin zalim yöneticileri Ciluviler tarafından ayırıma tabi tutulduklarını düşünüyorlardı. Tahminen onbeş kişinin öldüğü, körfezde çeşitli kasabalarda çıkan bu ayaklanmalar, daha önceki yıllarda Humeyni'nin önderliğinde gerçekleşen İslam devrimine ait haberlerin Suudi Arabistan'daki Şiilerde uyandırdığı kayda değer heyecandan daha şiddetli birer örnekti. O yılki hac farizası esnasında, müslümanların siyasi aktivitelerde bulunması hükümet tarafından engellenmişti. Bu engellemenin İran İslam Devrimi'nin propagandasının yapılmasından daha fazlasını kapsıyor olmasının pek net olmaması da, Şii ayaklanmalarının sürdüğünün işaretiydi.25 Rejim için diğer bir uğursuz gelişme de; bazı Suudilerin, komşu ülke Bahreyn'deki hükümeti devirmek için 1981 yılında Şiilerin yürüttüğü harekete katılmalarıydı.

Muhalefetin durumunun çok karışık olduğunu söyleyebiliriz: Bir tarafta son onyıl içinde gelişen olaylardan etkilenen Suudiler, diğer tarafta devrime duyarsız kalanlar. Bürokratların ve teknokratların rejimin mutemetleri olduklarının bilincine vardıkları ve özellikle nispeten statükoya daha bağlı oldukları gözüküyor. Diğer taraftan, herkesin gidişattan memnun olmadığı gözleniyor, özellikle gençler, dini çevreler ve hatta yeni orta sınıf büyük değişiklikler görmeyi arzuluyor. Bu isteklerin daha çok yükseldiği dönemler, 1960 ve 1980 başlan idi, ilkinde Abdünnasır, ikincisinde Humeyni Suud'un tahtını tehdit etmişti.

Suudi Düzenine Ait Olasılıklar

Bütün bu problemlere rağmen Suud'un kaynak zenginliğini küçümsememeliyiz. Kuvvet kullanarak ve İslam ideolojisini işleyerek Suudlar milli bir devlet yarattılar ve bir çeşit süper kabileye dönüştürdükleri Arap halkı üzerine genel bağlılıklarını kabul ettirdiler. Ve şimdi modernizasyon baskı ve gerilimler yaratıyor, Suud yeniden ne kadar zengin kaynağa ait olduğunu yönetimine muhalif iki muhtemel grubu belirleyerek ve mukabele ederek gösteriyor: Laik radikaller ve dini muhafazakarlar. Suudi Arabistan ile bağlantımız çok sık olduğu halde, bu grupların önceden ne kadar olduklarına, aslında kim olduklarına dair yeterli bilgiye sahip değiliz. Ancak teşebbüs edilen hava kuvvetleri darbesi, Arap Yarımadası Halkları Birliği'nin (şu anki merkezi Beyrut) devam eden saldırgan propagandası ve yurt dışındaki Suudi öğrencilerin bitmek bilmeyen homurtuları,26 göstermektedir ki, radikal ve muhtemelen laik revizyon isteyen güçlü bir eğilim vardır. Bu yönelişe karşılık olarak hükümet, bu şekilde düşünebilecek kişilerin önünü almak için büyük miktarlarda para harcıyor ve bu parada en büyük payı devlet memurları ve askerler alıyor. Örneğin, 1981-1982 bütçe yılında kamu hizmetlilerinin büyük çoğunluğunun ücretleri %40'tan %80'e çıkarıldı.27 Daha da önemlisi, hükümet yeni ve daha demokratik kurumların kurulmasından taraf olduğunu ifade ediyordu. Bu icraat siyasi kargaşaya verilmiş iyi bir cevaptır. 1962 yılındaki genel kargaşaya ve kraliyet ailesinden ayrılmalara karşılık, Faysal, bölgesel danışma meclisleri kurma ve dini otoritelerin gücünü frenleme sözü vermişti. Faysal'ın ölümünü takip eden 1975'teki belirsiz dönemde Fahd, meclislerin kurulmak üzere olduğunu bildirmişti. Ancak hiç bir zaman meclisler kurulmadı.

Yakın zamanda Kabe'nin işgaliyle birlikte hükümetin daha aceleci davrandığı ve vaatlerini ciddiye aldığı gözleniyor. Fahd 'temel yönetim hukukunun' hazırlanacağını ilan etti ve 1980 Martında Kral Halid, hazırlanan iki yüz maddeyi görüşmek üzere anayasal bir komite atadı. Bu maddeler temel olarak Danışma Meclisi'nin [meclis el-şura] kurulmasını ve yeni 'yönetim şekillerini' içeriyor.28 Komite'nin geleneksel eğitim almış kişilerin kontrolünde olması sebebiyle, siyasi partilerin veya sendikaların kurulması, daha ileri seviyede kararlar alınması pek beklenmiyor. Çünkü bu siyasal kurumlar bölücü etkenler taşımaktadırlar ve İslam'ın müminler arasındaki birlik kavramıyla denk düşmemektedirler. Birçok gözlemcinin gerçek anayasal değişikliklerin gerçekleşebileceğine şüpheyle bakmasına rağmen, anayasal komite başkanı ve içişleri Bakanı Prens Nayif'in 1981 Nisan'ında belirttiği, Kral'ın komitenin önerilerini kısa zamanda incelemeye alacağına dair ifade29 ve Prens Fahd'ın 1982 Mart'ında söylediği meclisin kısa zamanda yürürlüğe gireceğine dair ifade30 kayda değerdir.

Hükümet ayrıca dini muhafazakarlara da dikkat ediyor. Örneğin hükümet bilmektedir ki, ulema aydın kesimin bir parçası olmasına ve devletin parasına bağlı olmasına rağmen, konumu itibarıyla ülke çapında büyük prestij sahibidir. Dini otoritenin liderlerinden Şeyh İbn Baz gibi bireyler, eleştirileri ve fikirleri ile çok etkili oluyorlar (eleştirilen yönleri olmasına rağmen). Çok yaygın olan diğer bir düşünce de kadıların adil oldukları ve adaletin şeriat mahkemelerinde sahiplerine verilmesidir. Suudi dini otoriteleri İran'daki mollalarla aynı şekilde organize edilmemiş olmakla beraber resmi olmayan sosyal kurumlar gibi aynı etkiyi göstermektedir. Örneğin, dini otoriteler, evlendirme memuru olarak çalışırlar, anlaşmazlıklarda aracılık yaparlar ve bireyler ve artan devlet bürokrasisi arasında arabuluculuk yaparlar. Ulema aynı zamanda vakıflardan aldığı gelir sayesinde geniş mali bağımsızlığa sahiptir, özellikle ribatlardan [fakirlerin hac farizasını yerine getirmeleri sırasında konaklamaları için vakfedilmiş meskenler] alınan gelir büyük yer tutar.31 Bundan da öteye, resmi ideolojiyle sık sık ihtilafa düşen Müslüman Kardeşler düşüncesinin merkezi Medine Üniversitesi'dir. Bütün bu sebeplerden dolayı, hükümet dini yapıyı gözardı edemez. Ve Doğu eyaletindeki kargaşalarda da görüldüğü gibi Şii memurların sadakatlerine güvenmek pek akıl karı değil. Şii memurlar açıkça rejime karşı tavır takınmışlardı ve aktif olarak geleneksel roller almamaları için baskıya maruz kalmışlardı.

Suudiler dini muhafazakarları teskin etmek için hızlı gelişmeler üzerine yaptıkları vurguyu azalttılar (uygulamada hiç bir azalma göstermemelerine rağmen). Artık, eski gazete editörü Türki Abdullah el-Sudeyri'nin32 yaptığı gibi hızlı teknolojik ve ekonomik gelişmenin İslam'ı korumanın en iyi yolu olduğunu savunmak hiç de iyi bir düşünce olarak görülmüyor. Ayrıca ülkede çalışan yabancı işçiler üzerinde de artık daha sık kontrol var; Vizesi biten veya geçersiz çalışma izni olanlar ülkeden çıkarılıyorlar, dini polis de yabancı kadınların nasıl giyindiğini dikkatle kontrol ediyor. Hatta hükümetin işyerinden izin almaksızın evinden otuz mil uzakta bulunan yabancıların tutuklanması hakkını isteyen bir kanun çıkarmayı amaçladığını bildiren bir rapor var.33 Hükümet ihmal edilmiş Doğu eyaletine ilgi duymaya başladı, bunun en basit örneği bu değişken bölgeye bol miktarda para harcanması ve kraliyet ailesinin yaptığı yoğun ziyaretlerle bölgenin itibar kazanmasıdır.

Ancak bugünlerde herkesin sorduğu soru, bunun yeterli olup olmadığı. Birçok kişinin cevabı 'hayır' görünüyor. Aslında, bazı kraliyet gözlemcileri benim özetlediğim eylemleri olsa olsa geçici önlem ölçüleri kabul ediyorlar. Bu çerçevede iki tartışma konusu var. Birincisi, geleneksel İslami ideolojinin Suudileri bir çıkmaza götürdüğünü ileri sürüyor: Suud'un ideolojiyi safdışı etmesi gerekiyor, çünkü modernleşmenin önündeki en önemli engel, bu ideoloji. Bununla birlikte, bunu yaptıkları takdirde de hükmetmelerini dayandırdıkları makul değerleri kaybedecekler. Örneğin, Helen Lackner, Vahhabiliğin sadece iskeletinin kaldığını savunur, 'bu ideolojinin uygulanmasının doğal olarak anlamı; toplumun teknolojik gelişmesiyle uyumlu, ne siyasi ne de dini gelişmelerin gerçekleşemeyeceğidir.'34 Ancak önceden de zikrettiğim gibi, tekrar burada vurgulamak istiyorum ki Suudiler ideolojilerini istenilen değişikliklere adapte etmekte alışılmışın ötesinde başarı göstermiştir.

Diğeri ve bana daha ikna edici gelen tartışma ise İslam'ın ve Suud'un içiçeliğinin, kraliyet ailesinin hayal kırıklığı oluşturan davranış kalıpları karşısında, olumsuz sonuçlar doğurabileceğidir. Bu tartışma gösteriyor ki, bir yandan hazine büyürken, Prensler'e yönelik suçlamalar da artmaktadır. Aydın kesim, prensler ve seçkin işadamları arasındaki bozulma artarak kınanıyor. Herkes ihale-sözleşme yolsuzlukları veya bürokratik usulsüzlükler için dönen büyük miktardaki paranın farkında ve bir çok kişi bu işin, İslam öğretisinin iktisadi işlemlerde gözettiği adalet ve eşitlik kavramlarına denk düşmediğini düşünüyor, ilginç ve yaygın olan bir görüşe göre de; Kabe'ye saldıranlar [işgal edenler] seçtikleri hedef ile hata ettiler ancak kamunun ahlaki çöküşüne karşı haklı itirazlarını ifade ettiler. Tartışmanın bu perspektifinden olayı ele alırsak, rejimin övündüğü İslami yaklaşım, rejimi gayrı meşru kılmak da enteresan bir etkiye sahiptir.

Diğer tartışılabilecek konu da Suud'un Abdünnasır zamanında karşılaştığı saldırılarla meşruluğunu kaybetmiş olmasıdır, ancak o zaman Suud bu saldırının önüne geçmeyi başarmıştı. Şu an zannederim iki fark var: Tehdit laik Arap milliyetçilerinden gelmiyor, Suudilerin de savunduklarını söyledikleri, aynı İslami ideolojiyi savunan; milli ve kendine özgü olmasına rağmen, bütün monarşi yönetimlerine İslam için meydan okuyan İran İslam Devrimi'nden geliyor.35 Suudi tarihi, Suudların İslami ideolojiyi en az kullanabildikleri dönemin, Abdülvahhab'ın diğer takipçileri olan ideolojik meslektaşları Raşidiler'le savaştıkları 1902-1912 dönemi olduğunu gösterir.

Suudi hikayesi, daima örtüşen çıkarların ve aynı zamanda paylaşılan değerlerin hikayesi oldu. Bu hikaye, kraliyet ailesini desteklemekle halkın büyük bir kısmının ve Suud'a olan bağlılığını devam ettirmekle 'Vahhabiler'in yararına süregidecek görünüm arzediyor: Rejim çok zengin ve halka sunabileceği geniş kaynakları var, dolayısıyla net bir alternatifi bulunmuyor; İran Devrimi ise ikinci varsayımı ön plana çıkardı, özellikle orta sınıf, radikal değişiklikler yapılmasını ve İslami ideolojinin adapte edilmesini arzuluyor. Ancak, Suud'un kendisinin tamamen İslami olduğunu savunması, ideolojinin en yoğun hareket alanının bu yönde oluşacağını göstermektedir.-Bu ideolojinin modern zamana uygun olup olmadığı anlamında değil, Suud'un İslam'a bağlı olup olmadığı anlamındadır.

Çev.: Haluk Ersoy

 

Dipnotlar:

1- Aynı dönemde İsrail ortalama 91,3 dakika, Mısır 41,5 dakika, Lübnan 29,8 dakika televizyonda yer almıştı. Bkz.: William Adams ve Philipp Heyl, 'From Cairo to Kabul with the Networks, 1972-1980. William C. Adams'ın Television coverage in the Middle East adlı derlemesi içinde, (Norwood, New Jersey, Abfex, 1981), s. 9.

2- H. St. John Philby, Saudi Arabia (Beyrut, Lübnan Kütüphanesi, 1968), s. 39.

3- Bahreyn Siyasi Bürosu'ndan Koloniler Devlet Bakanına, Telgraf No: 59 T (20 Mart 1928) Hindistan Devlet Kayıtları RÜ5/5/30).

4- Kaptan J. F. Robino (Yardımcı Siyasi Subay, Basra) 'Note on the Akhwan', (tarihsiz), Hindistan Devlet Kayıtları R 15/2/34.

5- Phoenix, 'A Brief Outline of the Wahhabi Movement', Journal of the Central Asian Society, 17 (1930), 414.

6- Bakanın, Cidde'den Devlet Sekreteri'ne gönderdiği mektup, NO: 35 (4 Aralık 1944) Amerikan milli arşivleri, Kayıt grubu 59 State Decimal Filcs 1940-1944.

7- F. S. Vidal "The Evolution of the Dirah' Concept and Bedouin Settlement in Arabia", Middle East Studieş Association toplantısında sunulan basılmamış makale, 1976.

8- Levon H. Melikian, "The Model Porsonality of Saudi College Students: A Study of National Character", Cari Brown ve Norman Hzkowitz'in birlikte derledikleri Psychological Dimensions of Near Eastern Studies içinde, (Princeton, Darwin Press, 1977), s. 180.

9- "Anasirel-dûf lada el-hükmel-sa'udi', Sawt al-tali (tarih ve yer belirtilmemiş), s. 30.

10- Al-Riyad, 6 Muharrem 1400 (25 Kasım 1979).

11- Ancak Suudiler artık iki temel derlenmiş Hanbeli metnine bağlılar: Kitab şerh-ül-münteha ve Kitab şerh el-ikna.

12- Nizam el-la'din Kraliyet kanunnamesi olarak çıkarıldı. No. 40, 11 Ramazan 1384 (5 Şubat 1963). (Mekke, Matba'at el Hukuma, 1384/1964), s. 5.

13- Nizam el-teminat el-içtimaiyye. Kraliyet kanunnamesi olarak çıkarıldı. No: M/22, 6 Ramazan 1349 (Mekke, Matba'at el Hukuma, 1889/1970), s.10.

14- Nizam el-amal wa'l-ummal, Kraliyet kanunnamesi olarak çıkarıldı. No: M/21, 6 Ramazan 1389 (Mekke, Matba'at el Hukuma), s. 10.

15- Kahire mümessilinin Devlet Sekreteri'ne yolladığı çok gizli Memorandum. Enclosure No: 1 to Despatch No. 110 (12 Eylül 1941) State Decimal Files 890F.00170.

16- William Rugh, "Emergence of a New Middle Class in Saudi Arabia", The Middle East Journal, 27 (Kış 1973), s. 15.

17- Ghassane Salameh, 'Political Power and the Saudi State', Merip Reports,no: 91 (1980), s. 16.

18- Bkz.: Muhammed Ebu Aşi'nin gençlik tutumlarına ilişkin eleştirileri'MbAoz', 8 Receb 1401 (12 Mayıs 1981).

19- The Times, 21 Şubat 1964.

20- Al-Anwar, 26 Eylül 1965.

21- Al-Ahram, 21 Aralık 1966, 22 Ocak 1967.

22- The Times, 7 Mart 1967.

23- The New York Times, 9 Eylül 1969.

24- James Buchon, "The Return of Ikhwan", David Holden ve Richard Jolns, The House of Saud içinde, (Londra: Sidgwick & Jackson, 1981), s. 514.

25- The Financial Times, 13 Ekim 1980. Bkz.: The Observer, 11 Kasım 1979. 1979 Haccında hükümetin Humeyni taraftarı gösterileri engellemesi haberi.

26- Yurt dışındaki Suudi Öğrencileri 'Suudi Adaleti' gibi güncel konularda düşünceler üretiyorlar ve özellikle "Prensesin ölümü" konusuyla ilgileniyorlar. Ayrıca Suudi Arabistan'da siyasi muhalefet gibi konularla ilgileniyorlar. Birçok öğrenci, yurt dışında kaldıktan sonra, kadınlar hakkındaki görüşünü değiştirmiş durumda, örneğin, bkz.: Abdullah Salih el-Banyan'ın 1971-1972'de Amerika'da kalan öğrenciler üzerinde yaptığı inceleme: Saud: Students in the United States; A Study of Cross Cultural Education and Allitude Change, (Londra: Ithaca Press, 1980), s. 68.

27- Arab Neıvs, 15 Mart 1981 (9 Cemaziyelevvel 1401); 6 Mayıs 1981 (2 Receb 1401).

28- El-Cezire, 22 Sefer 1400 (10 Ocak 1981).

29- International Saudi Report, I (27 Nisan 1981), 2.

30- Al-Siyasa, 4 Cemaziyessani 1402 (29 Mart 1982).

31- Aharon Layish, "Ulema and Politics in Saudi Arabia", Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılan 'Çağdaş Yakın Doğu'da İslam ve Politika' konulu konferanstan alınmış basılmamış makale, İstanbul, 11-13 Ağustos 1981.

32- Al-Riyad, 9 Muharrem 1400 (20 Kasım 1979).

33- The Times, 11 Şubat 1982.

34- Helen Lacknor, A House Built on Sand: A Poilitical Economy of Saudi Arabia, (Londra: Ithaca Press, 1978), s. 215-217.

35- Makalemi sonuca bağlarken yetersiz şekilde şu faktörlere ağırlık vermiş olabilirim: "The Formation of The Saudi Identity: A Caae Study of The Utility of Transnationalism", John F. Stack'ın derlediği, Ethnic Identities in a Transnational World içinde ,(Westport: Greenwood Press, 1981), s. 134.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR