1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Anayasa Tartışmaları ve Bağımsız İslami Kimliğimiz

Anayasa Tartışmaları ve Bağımsız İslami Kimliğimiz

Mayıs 2010A+A-

Bilindiği gibi Türkiye sistemi ve ulusal toplumu yukarıdan aşağıya jakoben yöntemlerle oluşturulmuştur. Asker-sivil bürokrasi ve varlığını bu kesimin alan açmasına borçlu olan sermaye kesimi “merkez”i veya diğer bir ifadeyle oligarşik yapıyı ifade etmektedir. Bu yapı aynı zamanda Türkiye’de statüko cephesini ifade etmektedir. Modernleştirme ve uluslaştırma politikalarıyla şekillendirilmeye çalışılan Türkiye halkları veya özellikle Müslüman kitleler ise “çevre” olarak değerlendirilmektedir.

Kemalist-Türkçü yabancılaşmaya karşı çıkan Müslüman kitleler ve tüm muhalif tabakalar katliam, sürgün ve asimilasyon politikalarıyla sindirildikten sonra, Türkiye’de çok partili sisteme geçilmiştir. 1945 sonrasında sistemin restorasyonunu ifade eden yarı-demokratik hayata geçişle sisteme katılımı planlanan “çevre”nin kuşatılacağı düşünülmüş; ama çevrenin adalet ve özgürlük arayışına dayanan muhalif gücü zaman zaman oligarşik iktidarı, diğer bir deyişle “merkez”i sıkıştırmıştır. Ama çevrenin taleplerini merkeze taşıyan siyasal güçler her zaman önce “kırmızı kitap”larla uyarılmış, risk geçmediyse yargı kurumuyla sindirilmeye çalışılmış ya da silahlı bürokrasi tarafından darbe veya muhtıra ile hizaya getirilmişlerdir.

Türkiye’deki toplumsal eğilimlere parti aracılığı ile seçimlere katılma hakkı tanıyan oligarşik yapı, Atatürk ilkelerine uyması şartıyla izin verilen partilere, kendileri için biçilen role eklemlenme özgürlüğü tanımıştır. Parti aracının sınırlarını zorlayıp çevrenin dinî duyarlılıklarına alan açmayı hedefleyerek 1945 yılında Nuri Demirağ liderliğinde kurulan Milli Kalkınma Partisi’nin (MKP) ömrü uzun sürmemiştir. İlk olarak parti kurucu kadrosu istihbarat komplolarıyla birbirine düşürülmüş ve sonra da parti kapanmak zorunda bırakılmıştır. Yerini muvazaa (danışıklı dövüş) partisi olarak Demokrat Parti (DP) almıştır. Çevrenin gücünü iktidara taşıma eğilimindeki DP’nin taşra teşkilatları, daha sonradan da AP, MSP, ANAP, RP ve DYP gibi partiler oligarşik yapının dolaylı veya fiilî müdahaleleriyle karşılaşmışlardır. CHP çizgisi, Kemalist sermaye ve Kemalist sol ise hep oligarşik yapının legal savunuculuğu rolünü üstlenmeye devam etmişlerdir.

28 Şubat 1997 askerî darbe zorbalığının arkasından çevrenin ümitlerini arkasına alan AK Parti ise kuruluşundan kısa bir süre sonra, 2002 Kasım’ında iktidara gelmişti. TSK, dokunulmazlığını ve özel imtiyazlı durumunu devam ettirebilmek için Türkiye’nin hukuki planda normalleşme sürecine girmesini istemiyordu. Oligarşinin bu silahlı gücü, sivil bürokratlardan siyasetçilere, Kemalist sermayedarlardan mafyaya kadar işbirliği içinde olduğu çeşitli kesimler eliyle “Kürt ayrılıkçılığı” ve “irtica kampanyası”, Sabetayistlik ve misyonerlik fobisi ile gündemi karartıyor, Atatürkçülük adına toplumu geriyordu. Bu komploculuğun bir ucu JİTEM’ci TSK mensuplarının Şemdinli’de Umut Kitabevi’ni bombaladıktan sonra yakalanmalarıyla ortaya çıktı. Başbakan Tayyip Erdoğan “Şemdinli olayının dibine kadar gideceğiz.” demişti ama Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın bombacı subayları “iyi çocuklar” diyerek arkalamasının hemen ardından bu komployu soruşturan savcı, HSYK tarafından görevden alındı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde ise “şeriat ve irtica” karşıtı yaygın ve kitlesel “cumhuriyet mitingleri” yapıldı. Daha sonra bu mitingleri muvazzaf ve emekli subaylardan oluşan illegal Ergenekon örgütünün düzenlediği ortaya çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın kaleme aldığı ve açıkça İslami değerlere saldıran 27 Nisan 2007 gece yarısı muhtırası ise askerin siyaset üzerindeki iktidarını kaybetmeme gayreti içinde olduğunun açık göstergesiydi. 27 Nisan e-muhtırasına 28 Nisan 2007 günü ilk önce İslami kesimi temsilen Özgür-Der’den, ayrıca Genç Siviller ve ESP’den eylemli, sonra da AK Parti’den Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’ten basın toplantılı tepki geldi. Türkiye tarihinde bir TSK muhtırasına karşı siviller ilk defa direnmişti. Bu kararlılığın karşılığında AK Parti, 22 Temmuz 2007 seçimlerinde büyük bir halk desteğini arkasında gördü. AK Parti Hükümeti, Mart 1923’teki I. Meclis Darbesi’nden bu yana fiilen süren vesayet rejiminin, talimatlarını zaman zaman yenileyerek biçimlendirdiği “kırmızı kitap” tabusunu aşma teşebbüsüne büyük ölçüde 1 Mart 2003 Asker Tezkeresi’nin TBMM’de reddedilmesinin akabinde adım atabildi.

1 Mart Tezkeresi’nin reddi sonrasında Türkiye neo-conların ABD’si ile sıkıntı yaşasa da uluslararası alanda ciddi anlamda itibar kazandı. Bu süreçte AB’nin de Türkiye’yi sorunlu ortak olmaktan çıkartma istemleri içeride oligarşik yapıya karşı AK Parti Hükümetine kısmen sorumluluk ve özgüven ruhu aşıladı. Hükümetin AB Uyum Yasaları çerçevesinde emniyet sorgulamalarında işkenceyi kaldırabilmesi, ifade ve eylem hürriyeti açısından korkuların aşılması anlamında tüm muhalif unsurların, aydınların ve özellikle de kendisinin önünü açtı. Ergenekon soruşturması; Kürt, Alevi, Roman açılımları bu süreçlerden sonra gündemleşebildi. Son olarak da oligarşik yapının kırmızı kitaplarla döşediği mayınlı araziyi tasfiye etmeye dönük oligarşik yargı düzenini normalleştirebilmek niyetiyle anayasa tartışmaları gündeme getirildi. Ama bu amaç doğrultusunda dikenlerle dolu araziden yürümek konusunda AK Parti Hükümeti ürkekliğini aşamıyor, bazı kere önemli konularda geri adım atıyordu.

Oysa çevrenin talepleri ve Türkiye’nin normalleştirilmesi için AKP dış güçleri ve içeride de oligarşik yapıyı ve en fazla da TSK’yı gözetmeyi önceleyeceğine, kendisine destek veren kitleleri cesaretlendirmeyi ve muhalif bilinçlerini güçlendirmek için önlerini açmayı denemeliydi. Ama kapitalist yolla Türkiye’yi büyütmeyi hedefleyen AK Parti kurmayları, hukuk alanında çevrenin önünü açmak ve Türkiye’yi normalleştirmek konusunda kendi kadrolarını ve çevre örgütlenmelerini ürkeklikten yeteri kadar kurtaramadı. Aksine AK Parti’yi emperyalist müdahalelere ve içeride de oligarşik yapıya karşı cesaretlendirenler Özgür-Der, Mazlumder, İHH, Savaşa ve İşgale Hayır Platformu, Filistin Dostları Girişimi, İLKAV gibi bazı İslami ve bağımsız olarak bilinen muhalif unsurlar oldu.

Türkiye’yi normalleştirme konusunda çevrenin talepleri ve Müslümanların hakları önündeki en büyük engel Türkiye’deki yargı yapısı ve darbelerle revize edilen vesayet anayasasıdır. Vesayet rejiminin yargısı Mart 1923’teki I. Meclis Darbesi’nden bu yana hep Kemalist ideolojiye göre çevrenin inanç ve kültür yapısını kontrol altında tutsun diye şekillendirilmiştir. Üstelik bu hukuku keyfileştiren totaliter yapı 1960 ve 1982 anayasalarıyla da tahkim edilmiştir.

Oysa biz Müslümanlar ve insan hak ve özgürlüklerinden yana olan tüm muhalif unsurlar açısından ilk olarak Türkiye’nin normalleştirilmesi için mevcut anayasanın değiştirilemez maddeleri başta olmak üzere tümünün değiştirilmesi meselesi kaçınılmaz bir sorundur. Ama hem vesayet anayasası bunu engellemekte ve hem de vesayet rejiminin kuruluşu AYM bugünkü statüsüyle anayasa değişimini engelleyecek konumda. Ayrıca çevrenin siyasal güçleri bu engeli aşmak üzere çevreyle gereğince bütünleşip net bir kararlılık düzeyine ulaşabilmiş değildir. Böyle olunca da Türkiye’yi normalleştirmek ya da Kemalist ilkelerden kopmadan görece daha hukuki bir yapıya ulaşabilmek üzere, engel oluşturan bazı maddelerin değişimiyle statüko cephesi geriletilmek isteniyor.

“Anayasa Değişiklik Paketi” Nisan 2010’da TBMM’nin gündemine geldi. İslami kesimde bu konuyla ilgili olarak önce Özgür-Der, akabinde de 20 Nisan 2010’da yaptıkları ortak basın açıklamasıyla Özgür-Der, Mazlumder, İHH, Akabe Vakfı, AKDAV, İMH, AKV, Medeniyet Derneği, Hikmet Vakfı gibi kuruluşlar birer bildiri yayınladılar.

Yorumlarımız ve Tanıklık Yaptığımız Tutum

1940’lı yılların ortalarından sonra karşıtına sığınarak var olmaya çalışan dindar kitlelerin sistemi aşma veya yıpratma konusunda siyasi bilinçleri tamamen zaafa uğramıştı. 1970’li yılların ortalarından itibaren temayüz eden tevhidî uyanış süreci ise Kemalist tağutî sistemi aşmak konusunda son derece arzulu olmasına rağmen henüz yol ve yöntem konusunda yeterli bir itikat usulü ve metodolojik yeterlilik ve arınmışlık kapasitesine sahip olamamıştı. İfşa edilmesi, ayrışılması ve aşılması gereken Kemalist, laik, ulusalcı zulüm sistemi daha ziyade duygusal veya şaz özellikler taşıyan “daru’l harp” fıkhının veya tekfir ekollerinin argümanlarıyla değerlendirilmişti. Bu değerlendirmeler ne itikadi ölçülerini zanni rivayetlerden arındırıp kesinleştirmek ne de tarih ve toplum değerlendirmelerinde Kur’ani bütünlüğe ve tarihi vakıaya uygun bir derinlik elde etmek imkânını taşıyorlardı.

Bugün için metodik planda Türkiye’deki sistemi, anayasal yapıyı ve sistem içi araçları değerlendirme konusunda iki tür değerlendirme eğilimi gündemdedir:

a) Kur’an merkezli ve sahih Muhammedî Sünnet eksenli bir özeleştiri ve ölçü seviyesini yakalayan donanımlı insanlarımızın yaklaşımları.

b) 1970’li yılların imkânsızlıkları içinde elde edilen parça doğruları ve zaaflı birikimi, savrulmamak endişesi ile vahiy-vakıa gerçekliğinde özeleştiriye tabi tutmadan ve eski hali taklit ederek devam ettirmek isteyen insanlarımızın değerlendirmeleri.

Gündemdeki anayasa tartışmalarına muhatap olan genç kuşak insanlarımız ise -yorumlarını naslaştıran taklitçi tutum bir tarafa- Türkiye’deki tevhidî uyanış sürecinin kazanımları ve zaafları ile ilgili yeterli bilgi birikimine sahip olmadıkları veya bu birikimi nesnel olarak okuma tutarlılığını öncelemedikleri ölçüde eskiden tevarüs eden anlayışların bulanıklığından ve kafa karışıklığından kurtulamamaktadırlar.

Öncelikle tevhidî söylemimiz bizi, yakın-orta vadede iktidar-hilafet hedefine kilitliyorsa ve bu yolda ümmet bilinciyle arkamızdan gelebilecek kitlelerin var olduğu romantizmine yöneltiyorsa -ki bu yönelim hem tarih ve toplum gerçekliğine hem de sünnetullaha aykırıdır- bu durumda tarihe ve siyasi vakıaya nesnel yaklaşılmıyor demektir. Ya da söylemimiz tevhidî çizginin selefileri gibi kendi içine kapalı ve etrafına kalın duvarlar ören, İslami olduğunu sandığı bir hayata tutsak kalıyorsa; bu tutum insanları karanlıktan aydınlığa ulaştırma temel hedefi konusunda tebliğ ve şahitlik görevinden uzaklaştırabilmektedir. Veyahut söylemimiz bizi el-Kaide gibi Kur’an bütünlüğünü ve rasullerin ortak sünnetini ve kitlesel dönüşümün tedrici anlayışını gözetmeyen bir kıtal ve feda anlayışına sevk ediyorsa, samimiyet ve iyi niyet taşlarının menzile ulaşmak için yeterli olmadığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bu üç hal veya tutum nedeniyle muhataplarımızla, tüm olumlulukları ve iyi niyetlerine rağmen kafa karışıklığını aşmış bir diyalog dili kurmak mümkün olamamaktadır. Öncelikle anayasa gibi itikadi ve içtihadi boyutları olan bir konunun tartışılabilmesi için muhatapların ön kabulleri açısından vahyî arınmışlığı hedefleyen bir cehd içinde olmaları gerekmektedir.

Burada daha önce İslamcı saflardayken aramızdan kopan, kimliksel olarak siyasi anlamda uzlaşmacı/müdahaneci tercihlerde bulunan ve kimliğini kirleten kişileri konu edinmiyoruz. Çünkü konu edinmeye çalıştığımız mevzu İslami yaşama azmi ve mücadelesi içinde olan insanların tutum ve davranışlarıyla alakalıdır.

Anayasa tartışmalarıyla ilgili en önemli sorunlardan birisi de vakıa değerlendirmesi ile tevhidî özlem ve ideallerin birbirine karıştırılması konusudur. Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve kurumlaşma süreciyle başlayan yönetimle ilgili temel soru şu olmuştur: “İktidarı kim tayin etmiştir? İktidarın gücü nasıl sınırlanacaktır?”

Statükocu cephe veya Türkiye oligarşisi açısından bu sorunun tek bir cevabı vardır: “Kurucu kadro!” Ama kurucu kadro “Köylü milletin efendisidir!”, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!” türü demagojilerle demokratik bir görünüm vermeye çalışsa da halka dayanmayı değil, jakoben yöntemlerle halkı şekillendirmeyi amaçlamıştır. Hayatımızı küresel kapitalist sistemin kuşattığı bugünkü vetirede ise daha ziyade bu cevap “İktidarı sınırlayacak olan birey hak ve özgürlükleridir!” şeklinde üretilmektedir. Batılı paradigmanın eski ve yeni uzantısı olan bu cevaplardan birisi yasa dayatan faşist, diğeri hukukun üstünlüğünü arama iddiasında olan liberal zihniyetin açılımlarıdır. Biri totaliterliği, diğeri görece özgürlüğü ifade etmektedir. Birisi Hz. Muhammed’i taşlayan Taif’in, diğeri mekânını kullanıma açan Yesrib’in kolektif iradesi gibidir.

Tabii ki şartların Yesribleştirilmesi fıtri, hukuki ve erdemli bir eğilimdir. Ama her iki tutum veya anlayış da üst -yani ilahi- hukuk normuna dayanmamakta, insan ömrü ve aklıyla sınırlı yaklaşımlar olarak kalmaktadır. Türkiye halkının asırlardır kullandığı “Şeriatın kestiği parmak acımaz!” özdeyişi ise hukukun üstünlüğünü arzu eden bir taleptir. Bu özdeyişte kastedilen “şeriat” ise sınırlı insan aklının değil, insanı ve evreni yaratan ve fıtratları için en uygun olanı bilen Yüce Allah’ın vahiyle bildirdiği üstün hukuk normlarına dayanmaktadır.

Yorumları İtikatlaştırma Saplantısı

Tağuta ve tuğyana karşı çıkarken 1970’li yılların bazı şaz ve parçacı yorum ve anlayışlarından kopamayan bazı kişiler “Tağutî anayasadan bize ne?” “Onların anayasasını mı restore edeceğiz?” ve “Bu anayasa tartışmalarını bizi Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyen bir anayasaya ‘evet’ dedirtmek için mi gündeme alıyorsunuz?” diyerek bu gündeme ilgisizliği tavır haline getirmeye çalışmaktadırlar. Hatta onlar söylemlerinde Kemalist vesayet sistemini geriletmeye matuf Anayasa Değişiklik Paketi’ni yetersiz ama olumlu karşılayan İslami çevre ve kuruluşları itikadi sapmayı tercih etmekle itham edebilmektedirler.

Oysa Türkiye’deki tevhidî uyanış sürecinin vahyî ölçülerle güçlenen birikimi, değerlendirmesini bilen basiretli insanlarımız için bugünümüzü ve geleceğimizi planlamak açısından önemli imkânlar sunmaktadır. Bu imkânlarla zaaflarımızdan arınmak, vahyî şahitlik temelinde fikrî ve amelî olarak bağımsız bir inşa sürecini güçlendirmek ve tutsağı olduğumuz sistemi aşma stratejisi için istişarî ve amelî paylaşımlarda bulunmak yerine; maalesef ki hâlâ 1970’li yıllarda sıklıkla kullanılan bazı şaz söylemleri yıpratıcı bir şekilde kullananlar var. Bu söylemi yeniden tartışmaya açarak ve “netleştin-netleşemedin, saptın-dinozor kaldın” gibi güdük ithamlara vesile olarak ilişkilerin nezaketini zedelemekte ve zamanımızı israf etmekteler. Dolayısıyla da mevcut şartların hukukileşmesi ile verimli bir hayat hamlesi yapabilmek için oluşan ortamda, düşünsel ve sosyal yeterlilik açısından daha iyi bir düzeye nasıl ulaşabileceğimizin tahkik ve tartışması ikinci plana itilmektedir.

Aslında içinde yaşadığımız cahilî sistemin baskıcı-yasakçı alanlarını ve özgürlük alanlarını bilmek ve gözetmek açısından hepimizi ilgilendiren anayasa tartışmalarına “Bana ne?” diyenler, hayatın gerçekliğinden kopmakta ve siyasal alanın doğru okunmasını yüzeysel tartışmalarla tıkamaktadırlar. Bu tür sığ tutumlar da komplocu zihinlerin gelişmesine neden olmaktadır. Bizler Türkiye’de inancımız ve kimliğimiz açısından Siret-i Rasul döneminde imkânlı olan Habeşistan ya da Yesrib gibi özgürlük alanları sağlayan yeterli ortamlarda yaşamıyoruz. Dolayısıyla Türkiye’deki yargı despotizmi karşısında keyfi cezalandırmalardan kurtulabilmek isteyenler Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, İngiltere veya İsviçre gibi anayasası çeşitli alanlarda daha özgürlükçü olan ülkelere iltica ettiler ve ediyorlar.

Çocuklarımızın zorunlu eğitimi, genç erkeklerin zorunlu askerliği söz konusu olduğunda kendi pozisyonumuzu sorgulamamız gerekmiyor mu? Fikrî ve bedenî özgürlüğümüz için bizi daha imkânlı kılacak olan bir idarenin gelişini teşvik etmek ve bu konuda despot yönetimi yıpratmaya çalışmak haklı ve insani bir tasarruf değil mi?

Vahiy dışı değer ve statüleri takmamak, reddetmek, yıkmak ilk önce teorik sonra da şartlara bağlı bir durumken; şartlar açısından vahyî ölçülerimizle beraber reel şartlara göre davranmak ise uzlaşmacılık değil, maslahat-ı hamse -din, can, akıl, nesil, mal güvenliği- bağlamında bir gereklilik veya tedriciliktir. Ashabının itirazlarına rağmen Mekkeli müşriklerle yapılan Hudeybiye anlaşmasında düşmanlarının talebi doğrultusunda Hz. Muhammed’in evraka yazılı olan “Rasulullah” sıfatını sildirmesi ve anlaşmayı sadece Muhammed adıyla imzalaması da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Siret-i Rasul çizgisinde Mekke’de ilaf sözleşmesinden, müşriklerin panayırlarından ve himaye kurumundan yararlanılması veya Hudeybiye anlaşması, vahyî ölçüler çerçevesinde mücadelenin seyyaliyetini gösteren örneklerdir.

Stratejik bağlamda mücadelenin seyyaliyetini düşünürsek eğer sorun, bu durumun zalim sistemden bir kopuş ve aşma idealini mi yoksa sisteme ve mevcut statüye yönelim veya eklemlenme halini mi oluşturup oluşturmadığıyla ilgilidir. Bu çerçevede bir Müslümanın stratejik mücadele safhalarını gözetmeden ve gerçeklerden kopuk sloganlarla konuşması çözüme değil çözümsüzlüğe götürür. İslami kimlik, yapısal olgunluk ve şahitlik merhaleleri doğrultusunda yaşanan sorunlara cevap aramak önemlidir. Ama bu tartışmada kimliğini kirletmemek iddiası ile suya sabuna dokunmadan ve bu tarz tartışmaları gündem dışına atarak ilkeli kalmak iddiası, mücadele pratiğinden ve realiteden kopuk teoride kalan boş kurgulardır.

Yine Siret-i Rasul’den kalkarak değerlendirecek olursak Mekke döneminde putlarla donatılmış olan Kâbe’ye karşı Müslümanların ilgisini ve fiilî pozisyonlarını gözetmek gerekmektedir. Tarih ve toplum değerlendirmelerimiz hayatın gerçekliğine ve vahyî ölçülere tekabül etmelidir. Tarihî süreç içinde vahye topluca tanıklık yapma güçlerini yitiren Müslümanlar için vahyî ölçüler karşıtı anayasal uygulamaların meşruiyetini itikadi-kimliksel olarak reddetmekle, anayasal sistemi fiilî olarak yok saymak arasında ciddi farklar vardır. Kimliksel olarak bir anayasaya karşı olmakla, o anayasanın düzenlediği sistem içinde var olan ilişkileri kesmek konusu aynı şeyler değildir. Birincisi itikadi bir yükümlülük, ikincisi şartları oluşmadıysa ham bir hayalcilik veya selefi görünümlü bir anarşistliktir ki Rabbimiz bu tür konularda da “Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” buyurmaktadır.

Bizi boyunduruğu altında tutan cahilî sistemin baskılarını azaltmak için o sistemin dayanağı olan anayasanın değiştirilmesi konusuyla ilgili çabaları üç başlık altında değerlendirebiliriz:

1- Anayasa maddelerinde zulmü azaltacak ve zalim yönetimin yetkilerini kısıtlayacak kısmi düzenlemeler yapılması:

Bu konudaki gelişmeleri itikadi tercih konumuyla değil, içtihadi yaklaşım boyutuyla değerlendirmeliyiz. Zira “şu yapılsın” veya “yapılmasın” dediğimiz konular cahilî değerleri tercih etmekle alakalı değil, cahiliyenin veya zulmün azaltılmasıyla alakalıdır. İçinde yaşadığımız cahilî sistemin anayasası, ekonomisi ve eğitimi bizim katılımımızla değil, merkezi oligarşik gücün belirlemesiyle oluşmuştur. İçinde doğduğumuz veya bizlere dayatılan bu cahilî sistemin çerçevesini tümden değiştiremiyorsak bile, zulmün aynen devam etmemesi için bir bölümünü değiştirmeye ve gücümüz oranında zulüm çerçevesini bir ucundan kırmaya çalışmak temel yükümlülüklerimizden olmalıdır. Günlük mücadele ve şahitlik sorumluluğumuzu “Sistemin tümünü değiştirmeden olmaz!” gibi bahanelerle hayali geleceklere ertelememiz hayalci bir aymazlık veya iflah olmayacak bir bahaneciliktir. Bu konuda en önemli örnek ise Mekke cahiliyesinin hâkim olduğu süreçte inzal olan ilk Mekkî surelerle yaşanan zulme ve şirke karşı iletilen vahyî bildirimlerdir. Bu bildirimler ve bağlı olarak şahitlikler, cahilî sistemi fiilî olarak olmasa da zihinsel olarak sarsmış, fiiliyatta da Müslümanlara tebliğ ve hareket alanı açmıştır.

2- Daha iyi bir anayasa hedefinin vahiy karşıtı ideolojik temellerden arındırılmaması:

İdeolojik kimlikten ve o kimlik doğrultusunda değiştirilemez maddelerden arındırılmamış bir anayasa taslağının bütünü, yasakların giderilmesi konusunda değişimi ve yumuşamayı ifade etse de kimliksel olarak bir eklemlenmeyi içerir. Bu konuda az bir paha karşılığında sistemi yeniden restore etme gayretine destek vermek itikadi bir sapmayı; sistemi geriletmek ve kendimize manevra alanı açmak konusundaki çabalar ise içtihadi bir tartışma gündemini ifade eder. Bu konuda ideolojik anayasaların maddelerinden çok vahiy karşıtı özü bizi ilgilendirmelidir.

3- Daha iyi bir anayasa hedefinin vahiy ve fıtrat düşmanlığı yapmaksızın tüm inanç, düşünce ve sosyal zümrelere eşit mesafede olması:

Bu konuda gündemleştirilen “Allah’ın kitabından başka anayasa olur mu?” yaklaşımını iki boyutuyla değerlendirmeliyiz. Birincisi, anayasa insanlar arasında yapılan yoruma dayanan bir anlaşmadır. İkincisi, Kur’an-ı Kerim’in, içinde zaman ve mekân şartlarına bağlı yorumlar içeren anayasa ile bir tutulamayacağıdır. Kur’an, özellikle hadis, sünnet, akaid, fıkıh gibi algılarımızda ölçü bildiren temel ilahi kriterimiz olduğu gibi, anayasa oluşumunda da temel kriterdir. Bizim için önemli olan anayasanın vahiy karşıtı ölçülere mi, vahyî ölçülere mi dayandığı; yoksa herkesin istifade edeceği ve bütün dinî, ideolojik, kültürel kimliklere eşit mesafede mi olduğudur. Vahiy ve fıtrat düşmanlığı yapmayan ve tüm inanç, düşünce ve sosyal zümrelere eşit mesafede olan bir anayasa “Allah’ın hükümleriyle hükmetmeme” konusunun dışındadır. Bu konu Kâfirun Suresi veya Mekke döneminde Müslümanların himayesine sığındıkları Habeşli Necaşi’nin uygulamaları bağlamında ele alınmalıdır.

İdeoloji dayatmayan, karşılıklı hukuka riayet edip insani ve tabii hizmet formunu ön plana çıkartan bir anayasa gündemi ise kimliklerin kendini ifade etmesi ve adalet temelli bir gelecek hazırlığı için normalleşme sürecini ifade eder. Bu tür anayasalar normatif hukuka dayanan ideolojik anayasalara nispetle özgürlükçü ve olması gereken bir alan açabilirler. Ama bu tür anayasaların gerçekleşmesi de çok zordur, sadece totaliter ve ideolojik dayatmalar taşıyan anayasa fikrini aşmak için gündemleştirilecek araç pozisyonundadırlar.

Anayasa tartışmalarına bu üç yaklaşım çerçevesinde baktığımızda, konuya yaklaşımımızın tümünün itikadi veya tümünün içtihadi öncelikli olmadığını da kavramış oluruz.

Hepimiz ulusal nüfus cüzdanları taşıdığımız müddetçe sistem içi ve sistem dışı söyleme sıkışan tartışmalar anlamını kaybetmektedir. Önemli olan sistemin veya beşeri ideolojilerin etkilerinden hicret etmiş vahiy temelli bir kimliğe sahip olmaktır. Sistem üstü ve beşeri ideolojilerden sıyrılmış bir bakış açısına ve kimliğe sahip olmamız, yaşadığımız vakıanın veya sistemin dışında olduğumuz anlamına gelmez. Önemli olan cahilî sistem realitesi içinde kendimize alan aça aça hak ve adalet temelli bir inkılâbı nasıl mayalandıracağımız ve toplumsal dönüşümü tetikleyen merhalelere nasıl varacağımızdır.

Saltanat ve cumhuriyet rejimlerinde vahiy dışı uygulamaları eleştirmemiz ve gasp edilen haklarımızı geri alabilmek için sistem içi bazı araçları kullanmamız, sisteme entegre olmamız anlamına gelmez. Çünkü şahsiyetini/elbisesini kirden arındırma sürecindeki Müslümanların sistemi aşmak amacıyla içinde yaşadıkları sistemin araçlarını kimliklerini gizlemeden, Allah’ın ayetlerinin üzerini örtmeden ve saptırmadan nasıl kullanacakları konusunda Mekkî ayetler ölçü bildirmekte ve Rasulullah’ın pratiği şahitlik etmektedir. Egemen sistemleri aşmak veya gasp edilen haklarımızı geri alabilmek için anayasanın bazı maddelerinin veya 5816 sayılı Atatürk’ün dokunulmazlığıyla ilgili yasa gibi bazı kanunların değiştirilmesini istemek egemen sistemin yasal dayanaklarını meşrulaştırmak demek değildir. 28 Şubat darbecilerine karşı eylemlerimizle yükselttiğimiz “İmam Hatipler Kapatılamaz!” veya “Başörtüye Özgürlük!” çağrılarımız da milli eğitimi veya üniversite müfredatını ve uygulamalarını meşrulaştırmamız ve sistemi inşa etmemiz anlamına gelmez.

En azından Türkiye Müslümanları özgür oluncaya kadar cahilî sistem içinde İslam’ı nasıl yaşayacağımız ve İslami hayatımıza alan açma ve sistemin araçlarını hangi ölçülerde kullanacağımızla ilgili ilmihalimizi oluşturma yeterliliğini ve paylaşımını gerçekleştirmeliyiz. Bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri iki yol beklemektedir: Ya sisteme entegre olmak ve asimilasyona razı olmak ya da sistem üstü olmak adına realiteden kopmak ütopik ya da anarşist açılımlara yönelmek.

Cahilî sistem içinde hukukileşme ve görece özgürlük ortamının sağlanması çabaları ile İslami tebliğ, şahitlik ve inşa görevimizi birbirine karıştırmamak gerekir. Asıl olan vahyî ölçü ve hedeflerimiz için bugünden gerçekleştirmemiz gereken uzun erimli çalışmaları güncel olarak üstlenmek ve yaşatmaktır. Bizi kuşatan siyasal vakıayı okumak açısından vasat olan yolun işaret taşlarını Mümtehine Suresi’nin 8. ve 9. ayetleriyle Rum Suresi’nin 2-4. ayetleri göstermektedir. Bu ayetlerde adil davranacağımız ya da dost tutmayacağımız öteki vakıası ile; uzak ve yakın düşman arasında bir yöneliş değil de yakın tehlike karşısında kaçış-savunma mantığını gözeten yaklaşım ön plana çıkmaktadır. Uzun erimli hedefimizin bugünkü cahilî realite içindeki yükümlülüğü, vahye ve adalete tanıklık yapacak İslami şahsiyetler haline gelebilmemiz ve insanları vahyî ölçülerin belirlediği hayra çağıracak, iyiliği yayıp kötülükten sakındıracak, sistemden ve kriterlerinden bağımsız bir Kur’an nüvesi veya nüveleri (3/10) olabilmemizdir. Ortam değerlendirmeleriyle ilgili görevimiz Taif gibi yasakçı ve taşlayan şartları değil, Yesrib gibi hukuki ve uygun şartları gözetmek ve değerlendirmektir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR