1. YAZARLAR

  2. Asım Öz

  3. Aliya İzzetbegoviç’te Sanatsal Perspektifin Boyutları

Aliya İzzetbegoviç’te Sanatsal Perspektifin Boyutları

Ekim 2008A+A-

“…Ne güzel vicdanı olmak çağının Ve tanığı; takılmadan bir kıyl u kal’e”

Ümit Aktaş,Ne Güzel’den

Aliya İzzetbegoviç, bir siyasetçi, komutan ve Müslüman bir entelektüel olarak önemli eserlere imza atmış bir yazardır. Bu konumundan dolayı İslâm dünyası ona “bilge kral” derken Bosnalılar ona karşı duydukları sevgi ve samimiyetin bir yansıması olarak sadece “Aliya”derler. Aliya İzzetbegoviç’in (1925–2003) düşünceleri pek çok bakımdan irdelenebilir. Bu, onun çok yönlü bir insan olmasından kaynaklanmaktadır. Aliya’yı ismiyle müsemma büyük bir kişilik yapan nitelik, yaşadığı çağa tanıklık eden entelektüel portresidir. Ama onu sıradan entelektüellerden farklılaştıran ve onu bilge yapan özellikleri vardır. Aliya aydın kolonilerin entelektüel teslisini oluşturan vasıfları taşımaz. Aliya yalnız, marjinal ve düşünsel sürgün değildir. Bundan dolayı Aliya üzerine yazılacak bir yazıda özellikle dikkat edilmesi gereken şey, onu bu çok yönlülüğü dâhilinde değerlendirmektir.

Aliya’nın hayatını bütünüyle özgürlük mücadelesi olarak görmek, yanlış bir tespit olmayacaktır. Onun doğduğu ve bütün bir hayatını mücadele ile geçirdiği toprakların kendisi de zaten bir “mücadele coğrafyası”dır. Zor zamanlarda bedelini ödemeyi göze alarak özgürlük mücadelesini yürütmüş, düşünsel ilgilerini kök paradigmalara yönelik okumaları gerçekleştirerek canlı tutmuş ve bir üst dil geliştirmiştir. Ama geliştirdiği üst dil onu halkından soyutlamamıştır. 1928 sonrasında Müslüman Kardeşler hareketinin ortaya çıkışı ile başlayan İslamcı dalganın hemen bütün tezleriniİslam Deklarasyonu ve İslami Yeniden Doğuşun Kimi Sorunları başlıklı metninde dile getirmiştir. (Erkilet, 2007:155) Bu çerçevede örneğin Yoldaki İşaretler’le bu metin arasındaki paralellikler hatırlanabilir.

Dünyaya meydan okuyarak, Bosna mucizesini gerçekleştiren Aliya, deistik ve pozitivist tarih felsefelerinden uzaktır. O, Allah’ın, tarihi yönlendirdiğinin bilincindedir. Bu yönlendirmenin sınanma perspektifinde bir nimet olduğunu büyük hakikatlerin sadeliğinden öğrenmiştir. (Begoviç, 2005:87) Balkanlar, 19. yüzyılın başından bu yana dünya üzerinde çatışmanın ve mücadelenin en çok yaşandığı bölgelerden biri olagelmiştir. Aliya’nın, bu mücadele coğrafyasında gençlik dönemlerinden itibaren (henüz 16 yaşındayken) “Genç Müslümanlar”örgütü dâhilinde giriştiği mücadele, 2000 yılında cumhurbaşkanlığı görevini sağlık problemlerinden dolayı kendi isteğiyle bıraktığı ana kadar devam etmiştir.

Aliya’yı ve onun özgürlük mücadelesini anlayabilmek için, kaynaklarını İslâm’dan alan entelektüel yönünün bilinmesi ve anlaşılması gerekmektedir. Aliya, mücadeleciliği ve siyasi parti liderliği dolayısıyla sadece bir siyasetçi ya da hukuk tahsili aldığı ve uzunca bir dönem avukatlık yaptığı için sadece bir hukukçu değildir. Felsefeden doğa bilimlerine; dinler tarihinden psikolojiye, siyasetten sanata kadar çok geniş bir okuma ilgisine sahiptir. Bu noktada onun ilgileri son yıllarda yazarların, sanatçıların ve düşünce adamlarının uzmanlık despotizminin de katkısı ve etkisi ile kapalı devre yaşayıp üretmelerinden uzak olup felsefeden şiire, resimden sinemaya kısacası farklı alanlarla yatay ve dikey beslenme ilişkileri kurmanın verdiği renklilik ve genişlikle doludur. Aliya, Darwin’den Marx’a, Spinoza’dan Bergson’a, Shakspeare’den Tolstoy’a Batılı düşünsel geleneği takip etmiş, onlarla yüzleşmiştir. Kur’an’dan oryantalist külliyata, Seyyid Kutub’dan İran İslam Devrimi’ne değin bütün önemli gelişmelere ilgili olmuştur. Doğu medeniyetlerini de inceleyen Begoviç, düşünsel yolculuğunu “vasat ümmet” oluşun entelektüel cephaneliğini oluşturmak amacıyla yapmıştır, Aliya, Soğuk Savaş sonrası dönemin gerek Doğu Bloku’nda gerekse Türkî cumhuriyetlerdeki bütün lider tipolojilerinden farklıdır. O, hiçbir zaman işbirlikçi olmamış ve eski rejimin günahlarına bulaşmamış bir liderdir. (Emre, 2001:147) Bu mücadeleci entelektüel yönü dolayısıyla 1969’da yazdığı ve düzenlenmiş son versiyonunu 1970’te yayımladığı “İslam Deklarasyonu”nu (The Islamic Declaration) Müslümanların İslâmlaşması; -Parola: İman ve mücadele- hedefi doğrultusunda yazdı. (İzzetbegoviç, 2003:30; 2007) Bütün İslâm toplumlarına bir çağrı/manifesto niteliğindeki İslâm Deklarasyonu,Müslüman kitlelerin imgelemini ancak İslam’ın yeniden canlandırabileceğini ve onları bir kez daha kendi tarihlerinin aktif katılımcıları olmaya davet eden bir küçümen kitapçıktı. 1983 yılında ise “Doğu ve Batı Arasında İslâm” adındaki kitabı üzerinde çalışmaya başladı.1946’da hapsedilmeden önce yazdığı bu eserinde bugünün düşünce ve olgu dünyasında İslam’ın yerini değerlendirmeyi ve İslam’ın Doğu ve Batı arasında bir düşünsel mekânı kapsadığını göstermeye çalıştı.

Aliya ile sanat arasında kuramsal bir ilişki var mıdır; ya da onun düşünsel ilgileri ile sanat arasında yapıcı bir bağlantıdan söz edilebilir mi? Bu soruların üzerine gidilmesi önemlidir. Sanata dair kökensel tartışma ve çekişmelerden, sanatın içeriği ve biçimlenişine değin düşünsel konumlanışlar, hatta sanatın bilimle ilişkisine dair yoğun kavgalı bir ortam söz konusudur. Aliya, Doğu ve Batı Arasında İslam (Aliya İzzetbegoviç’in bu eseri Türkçeye ilk çevrilen eseri olmasının bütün acemiliklerini içinde barındıran oldukça kötü bir çeviridir. Bundan dolayı alıntılarda yer alan yanlış yazımlar alıntıya sadık kalmak için müdahale edilmeden yazı içinde yer almıştır.) adlı eserinde yer alan Sanat Fenomeni başlıklı bölümde hem estetikle ilgili yargılarda bulunur hem de onun çeşitli dallarla ilişkisini sorunsallaştırır. Bilindiği üzere sanatı felsefi olarak inceleyen felsefe dalına estetik adı verilir. Estetik bir tutum fikri estetik için son derece önem taşır. Sanat eserleri insan ürünleridir. Fakat aynı zamanda doğal nesnelere de uygulanabilir. Estetik, temel konusu olan sanat eseri ve estetik tutum kavramını tanımlamayı amaçlar. Güzelliğin yaratılması ve değerlendirilmesiyle uğraşan estetik, sosyoloji ve antropolojiyle dirsek teması olmakla birlikte, aslında felsefe ve psikolojinin bir parçasını oluşturur. Modern sanatı, uzun süren tutsaklık yıllarında yorulmaksızın tefekkür eden ve onu ortaya koyan sanatçının anlayabileceği bir biçimde anladığını ifade eden Aliya, sanat üzerine düşüncelerini, yüzleşmelerini hem Doğu ve Batı Arasında İslam kitabında hem de 1999’da kitap olarak yayınlanan Özgürlüğe Kaçışım’da ifade etmektedir. Bu eserlerinde savunduğu, eleştirdiği sanata ilişkin argümanlar, kavramlar, sanılar hem yazıldıkları dönemin genel havasını, o günlerin gözde çıkış noktalarını -sanat ve bilim arasındaki ilişki, sanat ve din- anlamayı hem de bugüne kalan sanatsal mirası temellük edişi mümkün kılarken aynı zamanda onun mücadelesini anlamada önemli bir yer tutarlar. Bu düşünceler gerek Aliya’nın düşünsel ilgilerinin çok yönlülüğünü, gerekse çağdaş Müslüman düşüncenin sanata dair örgüsüne yaptığı ilmeği göstermesi bakımından önemlidir.

Sanat ve Din

Sanat, katalepsis (kavrama), episteme ve doxa (sanı) çerçevesinde oluşan bir bütünlük olarak hem sağlam, güvenilir bir sığınak hem de aldatıcı tasavvurlara elverişli oluşundan olsa gerek düşünce tarihi boyunca düşünürlerin tartıştığı en önemli kavramlardan birisi olmuştur. Bir entelektüel olarak Aliya’nın tartıştığı kavramlar arasında “sanat” özellikle dikkat çeker. Sanatın ne olduğu, sınırları, insan, bilim, Allah ve din ile ilişkisi onun cevabını bulmaya çalıştığı meseleler olarak öne çıkar. Sanat, tamamen insan ve onun bu dünyadaki var oluşu ve eser ortaya koyuşu ile alakalıdır. Bu yüzden insan için sanatsal yaratımın mümkün olup olmadığını söyleyebilmek için insanın eser ortaya koyan bir varlık olarak bu dünyadaki konumunun açıklanması gerekmektedir. “Sanat, birisi tarafından ‘insanı yaratmaya çağrı’ olarak vasıflandırılmıştır.” ve“Sanat dünyaya karşı tabiî bir muhalefet içindedir ve hatta psikolojisi, biyolojisi ve Darwin’i ile tüm ilme karşıdır. Bu, esas itibariyle, dinî bir muhalefettir. Din, ahlak ve sanat yaratılış fiili ile zuhur eden aynı şecerenin dallarıdır. Bu itibarla yaratılışın Darwinistlerce inkârı -bu fiili görmezlikten geldiği için- din, ahlak ve sanatın ve hatta hukukun en radikal bir şekilde inkârı mahiyetindedir. Farz edelim ki insan hakikaten ‘Darwin’e göre biçilmiştir’, o zaman sanatın yapacağı bir iş yoktur; şairlerle trajedi yazarları bizi ancak aldatıyorlar ve yazdıkları saçmadır. Sanatla din arasında ilk ve muhtemelen en kat’i mutabakat ve aynı zamanda ilimle sanat arasında mutlak ihtilaf işte bu noktadadır.” diyen Aliya, sosyalist ideolojinin hegemonyasına karşı yaratılış temelli bir sanat anlayışı ortaya koymaktadır. (İzzetbegoviç, 1994:107-108) İşte bu yüzden sadece betimleyen, izleyen, kopyalayan bir sanattan ziyade bakışlarını gaybın ve mucizevi olanın sınırlarına kadar genişleten bir sanat anlayışının peşindedir.

Aliya’nın felsefesinde, tartışmaların asıl kaynağı insan ve onun dünyadaki konumudur. Bu noktada o, insanın bu dünyaya atılmışlığı ya da fırlatılmışlığında hareket eden var oluşçu felsefe ile tasavvufta görülen gurbette oluştan etkilenmiştir:“Tabiat âleminden bambaşka bir âlemin (şeylerin bambaşka bir düzeninin) mevcudiyeti her dinin, her sanatın esas kaziyesidir. Yalnız tek bir âlem olsa sanat imkânsız olurdu. Gerçekten her sanat eseri, ona ait olmadığımız, içinden neş’et etmediğimiz, içine ‘atıldığımız’ bir dünya hakkında bir haber, bir intiba mahiyetindedir. Sanat, ‘vatan hasreti’ veya ‘hatırlama’dır.” (İzzetbegoviç, 1994:107; Yalsızuçanlar, 2007:166-173) Özellikle ‘vatan hasreti’ metaforu romantik akımda bariz olarak gördüğümüz, insanın özünü hatırlaması gerektiğini ifade eden bir yaklaşımdır. Bu bakış açısı benzer biçimde Ali Şeriati’de de bulunur. Zaman zaman da Bergson’un sezgi felsefesinin yansıması olan, meyli derunînin saf bir tecellisi, bir nevi ilahi vahiy olarak sanat gündeme gelir.“Sanat, dinin insanlara mesajı gibi, aklen inanılmazdır.”yargısına ulaşan Aliya, işte bu noktada sanatın mesajı ile dinin mesajının aklen anlaşılamazlığını ifade etmekle derin bir çelişki yaşar. Tabii burada aklın soy kütüğünden hareketle farklı akıllara vurgu yapmak istediği bundan dolayı da İslami aklı değil pozitivist aklı kastettiği söylenebilir.

Sanat eserleriyle sanat eserine bakan arasındaki ilişki de, sanatçıyla sanat eseri arasındaki ilişkiye benzemektedir. Bakan, sanat eserini tamamen kendi dışında bir şeymiş gibi görmez, yani eleştirel bir tavırla bakmaz. Aradaki mesafeyi kaldırır ve sanat eserini yaşamaya çalışır. Sanat ve din arasında esas itibariyle, bir bağın bulunduğunu düşünen Aliya, bu çerçevede oluşturulmuş estetik görüşleri, yedi iklim dört bucak bir gezginlikle sanatı değerlendirirken kulak kabartmaktadır. Örneğin; “Şiir, ruhun, haddizatında ifade edilemeyen hakikatle ve onun kaynağı olan Tanrı ile olan temasının meyvesidir.” (Maritain) “Şiir sanatı, kozmik muammayı içinde taşıyan hayatımızın kendi kendine sormakta olduğu o müthiş sırdan vasıtasız haberdar olma olarak kendini göstermektedir.” (Roland de Peneville, ‘Poetic experience’) “Yaratıcılık olarak sanat ve bilhassa var olma tarzı olarak şiir sanatı, mukaddesin yerine geçecek bir şekil alma çabası içindedir... Hayatın idraki olarak olsun, yaşama tarzı olarak olsun (veya ikisi aynı zamanda olsun), şiir sanatı, insanı her bakımdan kendi insanî şartlarının üstüne yükseltmekte ve böylece mukaddes bir faaliyet olmaktadır. (Gaetan Picon) (İzzetbegoviç, 1994:113) Alıntılardaki isabet düzeyi kimi zaman tartışmalı olabilecek unsurlar da barındırmıyor değil. Örneğin, Şuara Suresi’nde yerilen yalancı söz vadisindeki şairleri anımsatan şu ifadeler bu noktada hatırlanabilir: “Şair, gaybı gören ve eski zaman törenlerinin anahtarlarını keşfeden kişidir.” (Rimbaud) “Bundan sonra hiçbir şeye -ve her şeyden evvel Tanrıya ve hatta öbür hayata- inanmıyordum, fakat yine o mutlak, o bakî olandan seve seve bahsediyordum. Müphem olarak ümit ediyordum ki şiir mucizesi her şeyin değişmesine tavassut edecektir ve ben de diri olarak ebediyete geçeceğim ve böylece söz sayesinde insan olarak mukadderatımı yeneceğim.” (Michel Leiris, ‘İnsanın Çağı’ adlı eserinde) (İzzetbegoviç, 1994:113 vd.)

O günlerin gözde tartışma konuları olması nedeniyle bugün bu kabil değerlendirmeler ve savunmalar sadece tarihsel polemik olma bakımından değer ifade etmektedir. Aliya aynı şekilde Siyonist minör edebiyatçı Kafka’nın eserleri hakkında da görüşlerini destekleyici bir yorum çerçevesi içinden bakmaktadır. İnsanın kültürel tarihinde önemli yeri olan kimi eserlerin din kaynaklı oluşu üzerinde de durur Aliya:“Din ve sanatın esaslarında aslen birlik vardır. Dram; konu ve tarih bakımından dinî menşelidir; tapınaklar ise oyuncular, kıyafetler ve seyircilerle beraber ilk tiyatrolardı. İlk dramlar Milattan evvel 3000 ila 2000 yılları arasında Mısır’da ritüel oyunlar olarak ortaya çıkmıştı. Ünlü antikçağ dramı ise tanrı Dionisos’un şerefine söylenilen koro şarkısından gelişmişti. Tiyatro binaları Dionisos tapınağına yakın yerlerde inşa edilip, temsiller Dionis törenleri sırasında düzenlenerek dinî ayinlerin bir parçası şeklinde telakkî ediliyorlardı.” (Bloch)Tiyatronun ve hatta tüm kültürün ritüel menşei şüphe götürmez bir husustur ve bununla ilgili tarihi deliller vardır.” (İzzetbegoviç, 1994:117) Mimarî eserlerin istisnasız her kültürde en yüksek dereceye mabetlerde ulaştığını, yorulmak bilmeyen mabet inşaatıyla mimarînin bütün sanat dallarından daha fazla fonksiyonel ve en az manevî-dinî karakterini teyit etmekte olduğunu ifade eder. Çoğu zaman modern zihin değişiminin tarihsel kaydı yapılırken bir başlangıç tarihi olarak önem kazanan Rönesans döneminde sanat eserlerinde işlenen konulardan hareket eder:“Rönesans’ın en büyük sanat eserlerinde hemen hemen istisnasız dinî konular işlenmiştir. Dolayısıyla bu eserler Avrupa çapında bütün kiliselerde ana baba evinde gibi hüsnü kabul görmüşlerdir. İtalya veya Hollanda’da herhangi bir kilise var mı ki aynı zamanda sanat galerisi olmasın? Michelangelo’nun resim ve heykelleri nevine münhasır bir şekilde Hıristiyanlığın devamını teşkil etmektedirler (Renk ve Taşta İncil). Händel’in oratoryumları -bir nevî manevî operalar- gerçekten büyük bir dinî müziktir (meselâ ‘Saul’, ‘Samson’, ‘Messias’ vb.) 20. asrın en büyük iki müzisyeni olan Debussy ve Strawinski doğrudan doğruya dinî muhtevalı eserler meydana getirdiler (Debussy, “Aziz Sebastiyan’ın Ölümü”; Strawinski, “Mezamir Senfonisi”, “Ayîn”, “Canticum Sacrum”). Öbür tarafta Chagall on beş büyük tuvalinde İncil konularını işlemiştir.” (İzzetbegoviç, 1994:116)

Akıl üstü ve kutsal bir sanat anlayışı ortaya atan Aliya; sanatı da dinin çocuğu olarak görmekte, “Eğer yaşamak istiyorsa, sanat, tekrar tekrar bu kaynağına dönmeye mecburdur.” demektedir. Ancak burada oluşturduğu bakışını Doğu ve Batı Arasında İslam’da amaçladığı uzak hedefle örtüştürememektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse Aliya, bu kitabında üç dünya görüşü olduğundan bahsetmekteydi. Aliya’nın entelektüel zâviyesi dünyadaki ideolojik perspektifleri kategorize ederken zihniyet dünyalarının, kavramsal ve sosyo-kültürel farklılıklarının bilincindedir. Entelektüel hesaplaşmaya girişirken dünya görüşlerini üçe ayırır: Dînî, materyalist ve İslamî. Batılı kolektif bilincin “religion” kelimesini “din” yerine kullanmasının Batı’nın kök paradigmasındaki kötücül anlamının bilincindedir. Medeniyet merkezli okumalarında İslam’ın Batılı anlamda bir din olmadığını söyleyerek Ali Şeriati’nin yorumlarını öncelemektedir. (İzzetbegoviç, 2007:177) Ancak bu kitapta yer alan sanat odaklı bölüm İslami olanı tam anlamıyla ortaya koyamamakta, bu noktadaki ifadeleri yetersiz hatta yer yer tutarsız kalmaktadır. Aşina olduğumuz yaklaşımların ötesinde anlayış yeteneğini kullanarak bir “üçüncü yol” önerememektedir. Bununla birlikte, sanatın kadim sorunlarına farklı bir yaklaşımla eğilen ‘spekülatif’ ve ‘deneysel’ estetik arasında ilintiler kurabilen bir isimdir. Sanatın kökeni, ideoloji ile ilişkileri, sanat tarihi ve sanat eleştirisi alanında ifade ettikleri spekülatif estetiğe girer. Spekülatif estetik, güzelliğin tabiatı ya da sanat eserlerinin anlamı gibi üst düzeyden sorunlarla ilgilenir. Deneysel estetik alanında da kişi, tema, tür odaklı değerlendirme süreçlerini ortaya koyan yaklaşımları söz konusudur.

Özgürlük ve Sanat

Özgürlük problemi, bir entelektüel olarak Aliya’nın tartıştığı kavramlar arasında özellikle dikkat çeker. Özgürlüğün ne olduğu, sınırları ve sanat ile ilişkisi onun cevabını bulmaya çalıştığı meseleler olarak öne çıkar. Aliya’nın felsefesinde insanın özgürlüğü problemi, insanın yaratılmış bir varlık olması gerçeğinden bağımsız değildir: “Yaratılma meselesi esas itibariyle insan hürriyeti meselesidir.”(İzzetbegoviç, 2005) Özgürlüğün mümkün; dolayısıyla da insanın özgür olması, Allah’ın varlığının da delillerindendir. Ancak özgür bir varlık yaptıklarının sorumluluğunu üstlenebilir. Bundan dolayı da özgürlük konusu zorunlu olarak ahlaki bir sorundur. İnsan iyi ile kötü arasında tercihte bulunup bunlardan birini seçtiği anda özgürdür ve tercih ettiği davranışının sorumluluğunu da üstlenmiştir. Özgürlüğe dayanan bu tercih dolayısıyladır ki insan sınanmaktadır. “Tanrı yoksa insan da yoktur. İnsan yoksa mesuliyet de yoktur. Öyleyse Tanrı yoksa suç da yoktur. Tanrı yoksa her şey mubahtır.” (İzzetbegoviç, 2005:63) diyen Aliya’ya göre özgürlük, sorumluluk/mesuliyet ve Tanrı, birbirlerinden bağımsız düşünülemez. Bu düşüncelerden hareketle sanat ve özgürlük sorununa yaklaşan Aliya hem kiliseci hem de sosyalist demir kafes (bürokrasi) sistemlerinin karanlıklaşan çizgilerine, entelektüel sazlıklarına yani her daim kula kulluğu üreten itaatkâr yapılara karşı çıkmıştır. Özellikle özgürlük temelinde, görüşlerini bir tabana oturtup geliştirdiği gözlemlenir. Özgürlüksüzlüğün yirminci yüzyılda vardığı zirve bataklık noktalarını, öncelikle bu iki yörüngeden hareketle eleştirir: “Sovyetler Birliği’nde ilmin ve eğitimin alabildiğine gelişmesi ve aynı zamanda hemen hemen her sahada sanat faaliyetinin gerilemesi; Ortaçağ’da ise, kilisenin hakimiyeti altında, durumun tam tersine olması gerçeğinde, bir bakıma bu kaideye uygunluk vardır. Bunun gibi durumlarla karşılaştığımız her yerde hâkim sistemin esasında dine köklü bir şekilde angaje olan, ya fanatik bir şekilde desteklenen yahut fanatik bir şekilde reddedilen bir felsefe buluruz. Ortaçağ’daki bütün tahditlere rağmen hava dinle şarj edilmişti ve sanat, içinde bulunduğu şartları kendine tamamen uygun buluyordu. Öbür taraftan ateist ve materyalist felsefe, dinin ve yaratıcılığın hür olduğu açıklamalarına rağmen, sanatı hamle ve hürriyetinden mahrum kılıyor. Sanatı boğmak ateizmin karakterindedir, tıpkı sanatı teşvik etmenin dinin karakterinde oluşu gibi. Ateizm hürriyetçi olduğu zamanlarda bile sanatı boğar. Din ise, otoritatif olduğunda da onu serbest kılar. (…) Stalin ve Zhdanov zamanında Sovyet bilimi, atom enerjisi ve uzay sahalarında büyük hamleler yapmıştı. Bütün baskı Sovyet sanatı üzerinde idi, çünkü sanat bambaşka bir dünyaya, bambaşka bir düzene aittir. Kilise bazen ilmi teolojiye hizmetkâr olmak istemişti; Sovyetler Birliği’nde ise sanatın siyasete hizmetkâr olması istenmekteydi. İktidar mevkiinde bir forum Sovyet sanatında sosyalist realizmin yegâne doğru istikamet olduğu ‘gerçeği’ni (tabir Stalin’indir) ilan ederse, o zaman bu bir diktadır, tıpkı kilisenin konsil vasıtasıyla, arzın kâinatın merkezi olduğunu ‘tespit’ etmesi gibi. (…) Ateizm, sanatı, özü itibariyle hiçbir zaman kavramayacaktır. (…) Picasso, Sovyetler Birliği’ne pekâlâ girebilir, fakat eserleri giremez. Sovyetler Birliği onun siyasî tutumunu kabul ediyor, fakat onun sanatını etmiyor, edemiyor. (…) Pasternak ve Soljenitsin’in ıstıraplarında Bruno ve Galile’nin trajedilerinden, fakat ters bir mantıkla, bir şeyler mevcuttur. Zhdanovizm ve engizisyon birbirine muvazî aynı neviden tezahürlerdir. Zhdanovizm, sanatkârlarla düşünürlere devlet ateizmi adına yapılan engizisyondur; engizisyon ise örgütlenmiş din olarak kilise adına ilim adamlarına karşı tatbik edilen Zhdanovizmdir. Zhdanovizm ters çevrilmiş engizisyondur.” (İzzetbegoviç, 1994:119-120)

Bilim ve Sanat

İnsanın tarihsel dünyada ortaya koyduğu iki etkinlik olan bilim ve sanat arasındaki ilişkinin mahiyeti din, sanat ve özgürlük gibi tartışmalara sebep olmuştur. Bu tartışmanın temellerinde 18. yüzyıl aydınlanma ideleri yer almaktadır. Comte ve diğer pozitivistlerden beslenerek alevlenen bu tartışma sanat mı, bilim mi, biçiminde bir karşıtlığın oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu noktada bilimin safında yer alanlar olduğu gibi “Hiçbir bilimsel kafa bir şey yaratamaz ve bilimdeki hiçbir ilerleme, sanatçının yaşamın içeriği üzerine ifade yoluyla ortaya koyduğu şeyle boy ölçüşemez. Sanat yaşamayı anlamanın organonudur.” diyenler de olmuştur. (Dilthey, 1999:32) Yaşam, sanat ve bilim arasında oluşan bağıntılar ya da karşıtlıkların kavranması ile alakalı olarak Aliya, önce bir bölümleme yapar. “Kâinatta mümkün olan ve bilinen üç hakikat derecesini teşkil eden madde, hayat ve şahsiyetten ilim ancak birincisi, sanat ise üçüncüsü ile uğraşmaktadır. Bundan başka her şey sadece görünüş veya yanlış anlamadır. Zira ilim hayata ve insana dönük olduğu zaman bile, bunlarda ancak cansız ve gayri şahsî ne varsa, onu bulur.”

“İlimle sanat arasındaki münasebet nicelikle nitelik arasındaki gibidir. İlimlerin kralı olan matematik, August Comte tarafından ‘kemiyetlerin vasıtalı olarak ölçülmesi’ diye tarif edilmiştir. Giacometti ise sanat için ‘mümkün olmayanı araştırma ve hayatın özünü kavramak için ümitsiz teşebbüs’ demiştir. Bu tarafta nicelikler arasında, öteki tarafta değerler arasında münasebet mevzubahistir. Madde dünyasında yalnız nicelik vardır.”(İzzetbegoviç, 1994; ayrıca bkz. Eliaçık, 2008:82-83)Özgürlüğe Kaçışım’da ise iki hakikatten söz eder. Biri şairin diğeri bilim adamının hakikatidir: “Şaire göre yıldızlar ya göz kırparlar ya üzgündürler veya göklerden bize bakıp ebediyetten bahsederler. (…) Bilim ise varlıkları hayli farklı görür. Bilim için tabiat ayrılmış, tecrit edilmiş bir haldedir, oradadır. (…) Ay, bilinen veya anlaşılabilen herhangi bir gaye olmaksızın uzayın karanlığında milyonlarca yıldır hareket edip duran düz ve soğuk bir gezegendir. Eğer şairin yalanının mı yoksa bilim adamının doğrusunun mu bize daha yakın olduğunu ve daha fazla hakikat sunduğunu kesin olarak söyleyebilseydik kendimiz hakkında çok daha fazla şey öğrenebilirdik.” (İzzetbegoviç, 2005:2) İlk dönem yazılarında bilim, hakikat kategorisinde yer almıyordu. Bu bakımdan düşünsel gelişimi dikkate alınmadan onun yazılarının tematik olarak incelenmesi doğru olmayacaktır.

Benjamin ve Burhan Asaf Belge’de gördüğümüz teknolojik çağda sanatın konumu ile ilgili düşünceleri, onlarla uzak düşmese bile, aslın her zaman güzel olacağı, bundan dolayı aurasını asla yitirmeyeceği noktasında küçümsenemeyecek farklılıklar gösterir. Endüstriyel üretimde esas olan seri üretimdir; hâlbuki sanata mahsus olan orijinalitedir: “Şiir, nağme ve resimde biz kelimenin metafizik manasında nitelik denen sırla karşı karşıya bulunmaktayız. Meselâ bir resmin orijinali ile kopyası arasındaki fark nicelikle nasıl izah edilebilir? Orijinal güzellik vasfına sahiptir; buna karşı ‘Her kopya çirkindir.’ Fark, apaçık, kopyada kelimenin nicelik manasında bir şeyin ilave edilmiş veya eksiltilmiş olmasında değildir. Fark, eser ile sanatkâr arasındaki şahsî temasın bir hususiyetindedir. Nitelik ancak ve ancak şahsiyetle olan temas içinde bulunabilir. En çetrefil konularda bile ayrımlar hususunda berrak bir ışık yakar o. Evet bilim gelişmekte ama buna mukabil insanın nicelikler dünyasındaki bunalımı yeğinleşmekte, bu bunalımı deşmeye çalışan çeşitli, atılımlar gerçekleştirilmektedir:“İlimle sanat arasındaki münasebet, mekanik uzayın peygamberi Newton ile ‘insan hakkında her şeyi bilen şair’ Shakespeare arasındaki münasebet gibidir. Newton’la Shakespeare veya Einstein’le Dostoyevski birbirine ters istikametlerde olan iki görüş veya birbirini tamamlayan, birbirinden ayrı ve müstakil iki ‘bilgi’dir. İnsanoğlunun kaderi, yalnızlığı, faniliği ve ölümü meseleleri, var oluşun mana veya manasızlığı meselesi ve bu müşküllerden çıkış yolu bütün bunlar hiçbir zaman ilmin tetkik mevzuu olamaz; sanat ise, bu mevzulardan, istese de kaçamaz. Çünkü şiir ‘insan hakkında bilgi’dir, ilmin tabiat hakkında bilgi olduğu gibi... Bu iki bilgi birbirine muvazî, hem zaman ve birbirinden bağımsızdır, tıpkı taalluk ettikleri iki dünyanın muvazî, her zaman ve birbirinden bağımsız olduğu gibi. Birisi zekâ, tahlil, müşahede, deney ve tecrübe sayesinde ‘birbirine illiyet münasebetleri ile bağlı olan şey ve süreçlerin mecmuu’ olan maddî dünyaya yaklaşım; öbürü ise insanın iç tarafına, gizli köşelerine, sırlarının içine dalıştır. Anlıyoruz veya belki sadece heyecan, sevgi ve ıstırap yoluyla seziyoruz, fakat burada rasyonel, ilmî bilgiden hiçbir şey yoktur.(İzzetbegoviç, 1994:109)

Bir sanat eseri her zaman sanatkârına bağlıdır. Yaratma olarak, ortaya koyuş olarak ‘insanın yapıtı’ (Michelangelo) olarak bir sanat eseri bir öznenin ürünüdür ve bu vasfı ile bölünemez bir bütünlük oluşturmaktadır. Bilimde ise çeşitli kişilerin ortak bir çalışma ile ortaya koydukları bir zanaatkârlık söz konusudur. Zanaat tüketiciyi hedefler, sanat ise izleyiciyi. Zanaat ürününün kullanım değeri vardır, sanat ise amaçsız bir amaçlılığın yüceliğinin peşindedir. Zanaat bedenin ihtiyaçlarını karşılarken, sanat insanın arzularını karşılar. Her ikisi bir araya geldiğinde insanın fıtriliğini tasdik eder. (İzzetbegoviç, 2005:180) Batı’nın yaklaşımları kendi dışındaki kültürlerin sanatlarını açıklamakta oldukça yetersiz kalmaktadır. Özellikle İslam sanatlarını açıklarken, söz konusu ettiğimiz prensipler doğrultusunda, İslam düşünce tarihinde estetik teorilerinin geliştirilmemiş olması manidardır. Bunun sebebi, Müslüman sanatçı ve düşünürlerin sanatla ilgili yaklaşımlarıdır. Her şeyden önce “sanat” (art) kavramının “güzel sanatlar” diye belirlenen çerçevesinin İslam kültürü açısından çok yeni olduğunu, çeşitli sanat dallarının ayrı ayrı bilimler (ilm-i musiki, ilm-i şiir vb.) olarak düşünüldüğünü ve sanatlazanaatın birbirinden kesin çizgilerle ayrılmadığını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu bakımdan, “İslam sanatı” denildiği zaman, musikiden mimariye, kapı tokmaklarından kitap ciltlerine, mutfak eşyasından koşum takımlarına kadar son derece geniş bir alan söz konusudur. Bu geniş alanda karşımıza çıkan veriler hayatı sanat eseri olarak görmenin sonucudur. Bu verileri estetik açısından değerlendirmeye çalışırken izlenebilecek metot, eski metinlerde yer yer karşımıza çıkan dağınık bilgi ve yorumları da göz önüne almak, mevcut sanat eserlerini ihmal etmeden sanat ve zanaat ikilisi arasındaki ayrımları ortaya koyabilmektir. Sanatla bilim arasındaki diğer farklar şöyle sıralanabilir: İlim doğruyu ifade eder, sanat ise hakikate uygun olanı. İlim, kanunları keşfedip onlardan yararlanmak ister, sanat eseri ise tam tersine, kâinattaki düzeni, onu araştırmadan yansıtmaktadır.

Yaşadığı yılların toplumsal gerçekçilik dayatmasından hatta insanın ‘sosyal bir hayvan’ olarak tanımlanmasından dolayı Aliya, sanata bir misyon biçme yanlısı değildir. Ona göre dünyayı düzeltmeye çalışan ve bunu vazife edinen edebiyat tehlikelidir. Edebiyatta kahramanların sosyal öneminden ziyade temsil ettiği ahlaki ikilemin büyüklüğü üzerinde durulması gerektiğini işaret eder. Kahraman, sosyal statüsünden ziyade iyilik ve kötülük karşısındaki güçlülüğü ile ölçülmelidir. (İzzetbegoviç, 2005:15) Bu yüzden dram, trajedi hatta komedi gibi türleri önemli görür. Aliya’nın kuramsal açıdan çeşitli yalpalamalar, her zaman birbiriyle uzlaştırılamayan yön değiştirmeleri gösterdiği de görülür. Oysa samimiyet söz konusu olduğunda gerçekten tutarlıdır Aliya. Düşünsel platformdaki kaymaları farklı tarihselliklerin zorunlulukları, bunların siyasal uzantıları olarak okunmalıdır. Doğu ve Batı Arasında İslam’da: “Şiir ne fonksiyonel ne de menfaatle alakalıdır ve ne de Mayakovski’nin iddia ettiği gibi ‘sosyal bir mesajı’ vardır. Fransız ressamı Dubuffet sevilen bu yanlış anlayışı, tabirlerini seçmede pek de titiz davranmaksızın şöyle yıkıyor: Özünde sanat nahoş, faydasız, antisosyal, tehlikelidir. Böyle değilse yalandır, mankendir.” derken Özgürlüğe Kaçışım’da “Hakiki bir şair, hakiki bir sanatçı, istemese de ‘mücadeleye girişmiştir’. Onun sanatı -eğer hakiki ise-daima yalanların aleyhine şahitlik etme durumundadır. Sanatçıların kaçınılmaz mücadelelerinin bulunduğu yer burasıdır.” diyerek sanatın ve sanatçının toplumsal şahitlik görevine vurgu yapmaktadır. (İzzetbegoviç, 2005:11)

Sanatı Yeniden Düşünmek

Aliya’nın fikirleri temelinde yukarıda genel olarak çerçevesi çizilen sanat konuları, Aliya’nın hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Ömrü boyunca sanat tarihi, sinema, resim, şiir, roman gibi konularda fikirlerini ifade eden Aliya, sanatı bir özgürlük arayışının meyvesi olarak görmüş aynı zamanda din temelli olarak sanat kuramı geliştirmeye çalışmıştır. Bu çabası süresince, din, bilim, özgürlük konuları ile sanatın irtibat noktaları ve farklarını işaret etmeye çalışmıştır. Her ne kadar tasavvur ettiği kadar berrak bir kuram ortaya koyamamış olsa da içtenliğini her zaman sürdürmüştür. Günümüzden bakıldığında, Müslüman yazar ve düşünürlerin sanatsallığa özellikle de sanata yönelik kuramsal yaklaşımların yoğun bir gelişme gösteremediğini, bunun tekillikler düzleminde kuramsal gövdeye katkılar yaparak sürdürüldüğünü görüyoruz. İster bir kurama doğru yol almayı amaç tutsun, ister bir yorum bilgisine; ister bir sanı olarak tanımlansın bu tekil etkinlikler sanata bakışımızda önemli açılımlar sundu. Her düşünsel çıkışla bir bakıma yeniden düşünüldü sanat. Çağcıl zamanların hizasında ve ötesinde bir üst dil olarak Vahiy ve Sanat çözümü ve yorumu ile bu ortak yatağı deriştirerek kuramlaştırdı.

Hegel, “Sanat yapıtı, ağacından koparılmış meyvedir.” demiş. Rilke de “Meyvedeki çekirdek gibi çalışıyorum.” demiş. Açıkça ya da üstü örtük bir dille, “Müslüman düşüncede sanat” dalı oluşturma çabasına girişen çözümleyicilerin ana hedefi, bu düşünceyi oluşturan yorumların değişik birimlerine yönelmek olmalıdır. Bağlamın, bağlanmanın, bireysel yetilerin, izlerin, izleklerin yan yana ve üst üste okunma süreci bu perspektife sahip olduğunda şüpheler ve yanılsamalar azalacaktır.

 

KAYNAKÇA:

İzzetbegoviç, Aliya (2003) Tarihe Tanıklığım, Çev: A. Erkilet, A. Demirhan, H. Öz, Klasik Yayınları, İst.

İzzetbegoviç, Aliya (2003) Özgürlüğe Kaçışım, Çev: A. Erkilet, A. Demirhan, H. Öz, Klasik Yayınları, İst.

İzzetbegoviç, Aliya (2005) Konuşmalar, Çev: F. Altun R. Ahmedoğlu, Klasik Yayınları, İst.

İzzetbegoviç, Aliya (1994)Doğu ve Batı Arasında İslam, Çev: Salih Şaban, Nehir Yayınları, İst.

İzzetbegoviç, Aliya (2007) İslam Deklarasyonu, Çev: Rahman Ademi, Fide Yayınları, İst.

Dilthey, Wilhelm (1999) Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Çev: Doğan Özlem, Paradigma Yayınları, İst.

Emre, Akif  (2001) Küreselliğin Fay Hattı, Yöneliş Yay. İst.

Erkilet Alev (2007) “Aliya İzzetbegoviç’in İslam Dünyasına İlişkin Siyasal Analizleri”, İLEM Yıllık, Sayı: 2

Yalsızuçanlar, Sadık (2007) “Aliya İzzetbegoviç’te Sanat Düşüncesi”, İLEM Yıllık, Sayı: 2

Aktaş, Ümit (2008) “Ne Güzel”, Dergah, 223

Eliaçık, R. İhsan (2008) Aliya İzzetbegoviç, İlkeYayıncılık, İst. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR