1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Akıldısılık Düzeninin Çılgın Toplum Oluşturma Gayreti

Akıldısılık Düzeninin Çılgın Toplum Oluşturma Gayreti

Aralık 1998A+A-

Kasım ayı içinde birbiri ardına yaşanan farklı olaylar, ülkeyi yönetmekte olan zihniyeti ve bu zihniyetin hastalıklı mamullerini bir kere daha gözler önüne serdi. Önce YÖK gündemdeydi. 12 Eylül ile birlikte ülke genelinde hakim kılınan 'huzur ve sükun ortamı'nın üniversite ayağı olarak tasarlanan ve kurulduğu günden itibaren hep darbe politikalarına hizmet etmiş bulunan YÖK, bu yıl yaygınlaştırılan başörtüsü yasağı nedeniyle daha yoğun tartışmaların konusu oldu. Beklendiği gibi YÖK 6 Kasım'daki yaş gününü, öğrencilerin kitlesel boykot ve protestoları, buna cevap olarak da yoğun polis şiddeti, gözaltılar ve tutuklamalar eşliğinde kutladı.

Tabii ki 'Cumhuriyetimizin 75. Yılının kutlandığı ve ülkenin birlik ve bütünlüğüne her zamankinden daha fazla ihtiyaç hissedildiği' bir ortamda, anayasal bir kurum olarak YÖK'ün, kentlisine -ve gayet doğal olarak laik devlete-yönelen eleştiri, itiraz ve protestoları karşılıksız bırakması söz konusu olamazdı. Nitekim çıkardığı yeni bir yönetmelikle YÖK, zinde güçlere darbeci geleneğin üniversitelerde dimdik ayakta olduğu müjdesini ulaştırdı. En çok tartışıldığı ve eleştirildiği bir dönemde, YÖK'ün üniversiteyi tam bir kışla mantığı ile yönetmeye matuf yeni yönetmelik restiyle cevap vermesi, mevcut düzenin otoriter tahammülsüzlüğünü ve baskıcı kimliğini somutlayan bir adım olarak görülmeli. YÖK'ün tavrı, bir bütün olarak düzenin tüm kurumları ve işleyişine hakim olan bir mantığı ortaya koyuyor. Nihai tahlilde bir dikta düzeni olmanın doğal çaresizliği ve güvensizliğiyle, sıkıştığı her düzlemde düzen çıkış yolunu, 'şeytan azapla gerek' misali, baskıyı ve şiddeti artırmada aramakla,

Kasım ayında gündem oluşturan ikinci gelişme 10 Kasım törenleri idi. Geleneksel olarak her yıl kutlanan 10 Kasım, bu yıl Cumhuriyet kutlamalarına paralel olarak, resmi düzeyde devlet tapınmasının doruğa çıkartıldığı etkinlik ve görüntülere sahne oldu. Yine yığma öğrenci ve memur toplulukları alanlara toplandı. Yine hamasi konuşmalar yapıldı, titrek ve üzgün bir ses tonuyla klişeleşmiş şiirler okundu. Yine 'taşlara tapmayın' uyarılarında bulunanlar meczup ilan edildi. Ve bir yandan pozitivizmi kendisine kılavuz seçmiş bir resmi ideolojinin, diğer yandan toplumu bunca akıl dışılığa icbar etmesindeki, kişiye tapınmayı bu derece ileri taşımasındaki garabet yine sorulmayan bir soru olarak ortada kaldı.

Geçtiğimiz ayın gündemine damgasını vuran ve düzenin nasıl bir akıldışı zeminde yol aldığını ortaya koyan en somut gelişme ise şüphesiz, 'Apo krizi' vesilesiyle gerçekleştirilen protesto gösterilerinde yaşanan görüntülerle açığa çıktı. İtalya'yı protesto adına yapılanlar, kelimenin tam anlamıyla zıvanadan çıkma durumuna işaret etmekteydi. İtalya'dan ithal edildiği için ayakkabıların veya buzdolaplarının yakılması, yine aynı gerekçeyle domateslerin, biberlerin üzerlerinde tepinilmesi gibi görüntüler, ilkel kabilelerin totem ayinlerini çağrıştırmaktaydı. Devlet (Ulu Şef) ayini yönetme vazifesini medyaya (büyücüye) vermiş, medya da gerçekte sadece örgütlü birtakım fanatiklerce icra edilen eylemleri alabildiğine abartarak (ayini kutsayarak) tepkiyi halka mal etmenin yollarını aramıştı. Artık kimsenin 'ne oluyor, nedir bu çılgınlık'?' sorularını sorması sözkonusu değildi. Bu tür aykırılıkların anında vatana ihanet kapsamında değerlendirilmesi işten bile değildi.

Ama elbette tüm bu saçmalık ve 'komik'likler, ayini 'Kürt avcılığı'na vardıranlara nisbetle oldukça masum sayılabilirdi. Nitekim iflas etmiş politikalarının zavallılığını örtmek için, devletin 'yürüyün aslanlarım' doldurucuyla harekete geçirdiği faşizan kadrolar, öfkelerini domates biberle sınırlamayıp doğrudan HADEP'lilere ve PKK yanlısı olmakla suçladıkları diğer Kürt unsurlarına yönelttiler. Birçok yerde medyanın katkısıyla halka açık linç vakaları yaşandı. Kamera, polis dayağı ve azgın kurtlardan örülü bir şeytan üçgeni içinde insanlar boğulmaya çalışıldı, 'Halkın haklı tepkisi', 'galeyana gelen halk' ve benzeri meşrulaştırıcı söylemlerle saldırganlık masumlaştırıldı, hatta özendirildi. Öyle ki kimi yerlerde 'halkı yatıştırmak için' polisler HADEP binalarından parti tabelalarını söküp, buralara bayrak çektiler. Her ne kadar siyasi partiler Anayasal düzenin vazgeçilmez kurumlarından sayılsa da şaha kalkmış fetih ruhunun yasa, hukuk dinleyecek hali yoktu. Ulusal öfke bendini aşmış, önüne çıkanı yutmaya hazır bir ruh haliyle sürüklenmeye başlamıştı. Elbette sürüklenenler istikametin neresi olduğunu bilemezler. Kaldı ki sürükleyenlerin dahi olan bitenin çok fazla ayırdında olduğu sanılmamalı. Gündelik, hatta çoğu zaman saatlik politikalarla her yerinden su almakta olan bir gemiyi yüzdürme ve iktidarlarını sürdürme telaşındalar sadece. Bu yüzden yapıp etlikleri pek çok şey hiç bir tutarlılık içermiyor. Yalnızca günü kurtarma telaşı. Bol bol hamaset, yakın ve ikiyüzlülük.

Ve bunlardan geriye kalan utanç tabloları!

Ulusal histeri krizinden geriye kalan tablolara şöyle bir bakıldığında yürek yaralayacak pek çok görüntü mevcut. Ama biri var ki gerçekten tam bir utanç tablosu. Beyoğlu'ndaki Saint Antoin kilisesine sığınan yaşlı başlı Kürt kadınlarının polislerce dışarıya çıkartılması sahnelerinden söze diyoruz, Acaba hangisi; İstanbul'un göbeğinde bu insanların kiliseye sığınmak zorunda bırakılmaları mı, yoksa dövüle sövüle dışarı çıkartılmaları mı daha elem verici? Yaşanan aslında tam bir cinnet hali. Akıl da, vicdan da TC sınırları içinde adeta tedavülden kaldırılmış gibi. Son birkaç hafta içinde sokaklarda, meydanlarda yaşananlar resmi ideolojinin nasıl bir canavar yarattığının açık, somut kanıtı olarak yeter. Sadece yaşanan bazı vakıalardan yola çıkıldığında dahi. laik, ırkçı dikta düzeninin dumura uğrattığı beyinleri, meydana getirdiği saldırgan ruh halini, körelttiği vicdanları, kısacası oluşturduğu topyekün kirlenmeyi teşhis etmek zor olmasa gerek.

Kuraldır; çürüyen çürütür, kirlenen kirletir. Düzen de aynen bunu yapıyor. Kirletiyor, çürütüyor, içeriksizleştiriyor. Normal şartlarda insanları rahatsız etmesi gereken, insanları tepki vermeye itmesi gereken şeyler bu kirletilmişlik olgusu sayesinde doğal karşılanabiliyor, halta haklı bulunabiliyor. Bu yüzdendir ki analar rahatlıkla dövülebiliyor ve 'terörist' doğurdukları için, uğradıkları bu aşağılık muamele genelde toplumun vicdani değerlerinde, ahlaki değerlerinde bir sızı meydana getirmiyor. Bu aşağılık muamelenin devlet düzeyinde haklılık zeminine oturtulmuş bir yaklaşımın tezahürü olduğunun altını çizelim. Yoksa olayı bir kaç sadist, ya da ücret azlığı veya ağır çalışma koşullan nedeniyle aşın gergin polislerin işgüzarlığı olarak daraltma yanlışı (saptırması) ile yüzyüze gelmek kaçınılmaz olur.

Birkaç yıl önce Boğaz Köprüsü üzerinde yaşanan bir hadise, devlete hakim bu mantığı somut ve ibretlik bir tarzda ortaya koymuştu. Çeçenistan'da Rus ordusunun giriştiği katliamı protesto etmek için köprüde eylem yapan bir grup kadına, köprüde görev yapan polisler müdahale' etmiş ve bir baş komiser yaşlı bir gösterici kadını yumruklamıştı. Olay mahkemeye intikal ettiğinde komiserin savunması oldukça açıklayıcıydı: "Ben onları mahkum aileleri sanmıştım." Sözkonusu bu savunma sadece devletle bir şekilde sorunlu insanların değil, yakınları veya destekleyicilerinin de devlet nezdinde sahip oldukları konumu ortaya koyan belirgin bir örnek teşkil etmekte.

Apaçık bir zulüm ve haksızlık demek olan bu mantığın, yükseltilen şoven dalga ile birlikle son zamanlarda bir hayli artan örneklerine karşı tavır almak ve tırmandırılan saldırganlığa gücümüz yettiğince tepki göstermek İslami bir sorumluluğumuz ve insan olmanın bir gereğidir. Bunu yaparken hem düzenin çamur siyasetini teşhir etmek gerekir, hem de halkı soğukkanlı olmaya davet eden makul davranmaya çağıran kimi nisbeten aklı başında gözüken politikacı, gazeteci, yönetici vs. takımının yaklaşımlarının da genelde dürüstlük ve samimiyetten uzak niteliğine dikkat çekmek. Nitekim meydana gelen cinnet halinden rahatsızlık duyup, toplumu sükunete çağıran az sayıdaki kurum ve şahısın açıklamalarına da genelde, İslami ya da insani kaygılardan ziyade basit bir ticari mantığın hakim olduğu görülmektedir. 'Aman ölçülü olalım da, haklılığımızı kendi ellerimizle gölgelemeyelim'; 'bu yapılanlar bölücülerin ekmeğine yağ sürer'; 'dünya kamuoyuna kötü görüntü veriyoruz' vs. vs... Kısacası bu zevatın endişelerinin kaynağında bizatihi zulmün kendisi değil, muhtemel siyasi sonuçları yer almaktadır. Olayı bir canilik, utanç verici, insanlık dışı bir kirlilik olarak mahkum etme yerine, adeta Avrupa şampiyonasında puan mücadelesi mantığı ile ete alanların bu tavrı da, düzenin bilinçlerini ve kalplerini kirlettiği kesimlerin sanılandan daha geniş olduğunu ortaya koymaktadır.

İnsani kirlenme, konunun en dramatik yönüdür. Kurulduğu günden beri düzen, hep buna çalışmış ve ne yazık ki bu noktada epey mesafe de almıştır. Bilgi, bilinç ve akdetme melekeleri alabildiğine saldırıya uğramış, tahrip edilmiş bir toplum oluşturma hedefinde, istediği ölçülerde olmasa da düzen belirli bir başarıya ulaşmış sayılabilir. Sorgulamayan, düşünmeyen, körü körüne itaate alıştırılmış yığınlar, egemenlerin zulüm çarklarının daha hızlı dönmesi için ellerinden geleni ardlarına koymamakladırlar. Akılalmaz bir pazar kurulmuş, adeta beyinleri kafataslarından sökülmüş insanlar, bu pazarda kanlı ve kirli bir alışverişe boyun eğdirilmişlerdir. Ver kanını, ver canını, ver oğlunu, eşini ve karşılık olarak al sana madalya, al sana görkemli bir cenaze töreni!

Düzen, kendi zulüm çarkının aksamadan dönebilmesi için bir yandan bu zavallı insanların en değerli varlıklarını ellerinden alıp toprağa yollarken, öte yandan bununla da yetinmeyip, koyunun postu misali, geride bıraktıkları ailelerini de çeşitli isimlerle örgütleyip, kendi politikaları için bir baskı unsuru ve gerektiğinde devreye sokulacak bir kamuoyu oluşturma aracı olarak yararlanmaktadır. Bu insanlar da en kolaya yönelmekte ve yakınlarının hesabını, esas sormaları gereken egemenlerden değil, egemenlerin hedef olarak gösterdiklerinden sormaktadırlar.

Bu saptırma ve yönlendirme politikası, kirli savaşın diğer cephesine de aynen hakimdir. Yirmi yıl boyunca silahlı mücadeleyi kutsayan, buna yönelik en küçük bir eleştiri ve sorgulamayı bile ihanetle suçlayıp, şiddetle karşılayan 'Kürt halkının büyük kurtarıcısı', bugün gayet rahatlıkla "artık rolümü siyasi alanda oynayacağım" diyebilmektedir. Peşinden sürüklenenler ise "bunca ödediğimiz bedelin sonucu bu mu olmalıydı?" diye sormak yerine, bedenlerini ateşe vererek lideri fetişleştirme sürecini zirvesine çıkartmaktadırlar. Sonuçta sorgulama mantığının ortadan kaldırılması ile kirli düzen de, kirli savaş da her cephede daha da kirli bir biçimde devam edip gitmektedir.

Kasım ayında yaşanan ve her biri düzenin niteliğini faş etmeye yetecek sıcak gelişmelere, nihayet hükümet krizini de eklemek gerekir. Her fırsatta tekrarladığı çetelerle mücadele ediyoruz iddialarıyla kendine meşruiyet zemini tesis etmeye çalışan 28 Şubat hükümetinin, aynen 28 Şubat'ın paşalarının yolunu izleyerek çetecilerle içiçelik oluşturması ve bu çete ilişkilerinin açığa çıkması yüzünden düşüşü son derece anlamlı olmuştur. Şimdi düzen tekrardan yeni hükümet ve seçim krizini yaşamaktadır. Sadece egemenler cephesinden sadır olan seçime ilişkin kaygılara bakmak bile, bu düzenin nasıl bir oligarşik iradeyi yansıttığını ve halka güvensizlik içinde olduğunu ortaya koymakladır. Alabildiğine sınırlandırılmış, kayıtlanmış ve çeşitli mekanizmalarla baskılanmış bir seçim olayı karşısında bile bunca çaresiz ve korkulu bir düzenin, halkın özgür bir bilinçle yaşananları sorgulamaya başlaması karşısında nasıl bir sarsıntı yaşayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR