1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. AK Parti Kimlerin Partisi Olacak?

AK Parti Kimlerin Partisi Olacak?

Eylül 2001A+A-

Uzunca bir zamandır partileşeceği konuşulan, kapatılan Fazilet'in 'yenilikçiler'i nihayet siyaset sahnesinde AK Parti adıyla görünüverdiler.

Hasan Celal Güzel hakkında çıkan kararın emsaliyet teşkil ettiği düşüncesiyle önü açılan Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğinde kurulan partinin vitrininde, sağ partilerden gelen birkaç isim bulunmakla birlikte, yönetimde daha ziyade eski yol arkadaşlarının olduğu görüldü. Partinin değişim ve yenilenme söylemlerinin ifade ettiği anlamın okunmasında çekilen müşkilat hala ortada iken, parti yönetimine seçilen insanların kimliklerinin yeni arayışlar ya da merkez-sağ siyaset anlayışı çerçevesinde oluşturulmamış olması sevindirici bulunabilir. Ne var ki, geçişlerin ve değişimlerin doğasında bulunan süreç ve zamanla irtibatlı 'sorun'lar da akılda bulundurulmalıdır.

Değişim ve yeniliğin yakın bir zamana kadar bizzat sistemin kendisi için gerekli olduğunu söyleyenler azımsanamayacak bir yekûna ulaşmış idi. İkinci Cumhuriyet tartışmalarını hatırlayacak olursak, bu ihtiyacın kimler için aciliyet ve ehemmiyet arz ettiği de ortaya çıkacaktır. Sistemin statükocu, dayatmacı varlığı, hantal yapısı, 1930'lu, 40'lı yılların etkisinde şekillenen, en genelde ve başta sosyal ve ekonomik anlayışı ile oluşturduğu kurum ve kuruluşlarla, değişim taleplerinin, yenilik isteklerinin en temel muhatabı olması ise anlaşılır ve normal bir talepti. Tabii o günlerde sistemin bağlılarının ve 'bağlayıcı' unsurlarının bu tezlerden/taleplerden haz etmedikleri ortadaydı. Bunu da her defasında dile getiriyorlardı. Fakat asıl dikkat edilmesi gereken şeyin, yakın bir zamana kadar sistemin savunmada diyebileceğimiz bir pozisyonu bulunuyorken; bugün 28 Şubat postmodern darbesiyle pozisyonunu değiştirmiş olmasıdır. Dün sistemin değişimi isteği ile hareket edenlerden, özellikle müslümanlara karşı bugün sistem, 'değişin' talebi ile de değil, komutu ile seslenmektedir. Hiç değişmemekle övünen bir sistemin elini güçlendirmesinin ardından, değişim isteyenleri dönüşüme icbar etmesi karşısında 'buna senin hiç hakkın yok' diyebilecek 'erdemlilere şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır.

Her ne kadar Erdemliler Hareketi olarak ortaya çıkan AK Partililer, değişim ve yenilik pozisyonunu öncelikle kendilerine uyarlamış bulunuyorlar ve sistem için bu tür isteklerde bulunmayı şedid bir cüret olarak algılıyorlarsa da durum bu merkezdedir. Egemen güçlerden, oligarşik kurumlardan esirgenen söz konusu değişim talebi eski parti yönetimi ve örgütü için sık sık dile getirilebiliyordu. Esasen, bu dile persenk edilen yeni kavramların somut karşılıkları konusu da açıklığa kavuşmuşa benzememekte. Oysa artık müstakil bir parti çatısı da kurulmuş bulunmakta. Öyle ya, parti olmanın ilk ve belki de en önemli gereği; iddiaların, ideallerin, duygusallıktan, tepkisellikten uzak, dilin kemiksizliğini de fırsat bilip çat kapı zuhur eden sözlerden ziyade, proje ve tezlere dayalı olmaktır.

Elle tutulur bir parti projesinin hala ortalıkta gözükmeyişi ise, Özal sonrası oluşan ve ideolojiler yerine partilerin vitrin ve imaj çalışmalarına ağırlık verilmesiyle tebarüz eden yeni 'tarz'ın AK Parti'de de benimsendiği söylenebilir. Bu 'tarz-ı siyaset'in Amerika'da başarıyla uygulandığını söyleyenler de olabilecektir. Amerika ile 'sömürgeleri' arasındaki farkı önemsiz görenler için, onları haklı çıkaran bir örnekleme olacaktır bu da...

Mazlumiyet ve mağduriyet şampiyonu olan bir kitlenin sözcülüğüne soyunanların hele de bu problemlerinin ekseriyetinin sistemden kaynaklandığının apaşikar ortada olduğu bir durumda, sistemleri ile pek bir sorunu olmayan ülkelerin siyaset metotlarını taklit etmeleri, önüne geleni karıp katan rüzgarın (fırtına desek daha doğru olur) karşısındaki acziyet duruşuyla yakından ilgili olmalıdır. Rüzgara karşı fikri ve fiili tedariği olmayanların varıp gideceği yere de elbette olsa olsa rüzgar karar verir. Geçmiş tecrübelerin ışığında söyleyebiliriz ki bu karar çok kere insanın içini ısıtmayan, gönlüne ferahlık vermeyen bir yere çıkmaktadır.

Sadece liderlerin popülaritesine dayalı, ideolojisiz, kadrosuz, kurumsuz yapılanmaların arkasındaki rüzgar kesilince ortada kalmak muteber olmasa da, mukadderdir. AK Parti lideri etrafında oluşan havanın ılıklığıyla uyuşan gözler, sert rüzgarların esmesiyle açılabilir. Zira bu ülkede mevsim değişkenlikleri pek sık zuhur eder. Bakışların ve teveccühlerin yeni krala yöneldiği an, yel ile gelenler sel ile gitmiş olurlar.

AK Parti'nin proje ve tezleri bağlamında ortaya somut şeyler çıkmadığı yönündeki eleştirimizde bütünüyle haksızlık etmemek için parti kurmaylarından Abdullatif Şener'in yenilikçilik tanımlamasını vermek istiyoruz. Şener'e göre yenilikçilik, parti içi demokrasidir, lider sultasına karşı çıkmaktır. (9 Ocak 2001, Zaman Gazetesi)

Görüldüğü ve baştan beri tekrar edildiği üzere, sistemin yaramaz çocuk nitelemesine maruz kalmayacak şekilde, tümden içe dönük bir eleştirinin adı olarak ortaya çıkıyor yenilik... Denilebilir ki, bunun nesi yeni? Eh, biz de onu soruyoruz zaten. Aynı tarzı Abdullah Gül'ün "Biz dincilerin partisi olmayacağız" sözünde, ya da başörtüsü meselesinin çözümünün nasıl olacağı yönündeki sorulara cevap verirken de görmek mümkün. Bir tür "itle dalaşmak yerine çalıyı dolaşmayı" telmih eden bir siyaset öne çıkarılıyor. Oysa dünya alem biliyor ki, siz dalaşmak niyetinde olmasanız, çalıya kadar gitmeyi göze alsanız da peşinizden seğirtiliyor. Dalaşmamak elbette bir tarz, ama buna siz karar veremiyorsunuz ki. İlle de birileri iti üzerinize sürüyor. Somut durumun bu teşbih çerçevesinde cereyan ettiği gerçeğine rağmen yeni bir tarz ortaya koyacakmış gibi durmak kendi kendimizi kandırmak olmaz mı?

AK Parti'nin tanıtım programında dile getirilen "Biz Türkiye'nin partisiyiz" sözü ve diğer söylenilenlerden bir proje çıkmıyor. Hatta bir iddia da dillendirilmiyor. Sadece herkesi kuşatan bir söyleme ulaşıldığı sanılıyor. Oysa, herkese seslenebilmekle, herkesi kuşatmak ya da kucaklamak ne kadar farklı... Siz herkesi kucaklayacağız dediğinizde hortumcuları, soyguncuları, zalimleri, işkencecileri de kucaklamış olursunuz. Zalim ile mazlumun aynı kefede tartılması adaletse partinizin ismine halel gelmez. Yok, "biz Türkiye'yiz" derken ezilen, sömürülen mazlum ve mağdur olanları kastediyorsanız bunu anlatmanın yolu, dili bu değildir. "Biz Türkiye'yiz" diyen AK Parti kurmaylarına biz de "Hangi Türkiye" diye sorma hakkına sahip olmalıyız. Söylenilmesi hoş ama bir o kadar da içi boş sözler bunlar.

Depolitizasyonun dumura uğrattığı beyinler için anlamlı, hatta hikmetli bulunan nice söz, bugün ardında hiç iz bırakmadan zamanın değirmenince un ufak edilmedi mi? Fincancı katırlarını ürkütmemeye dayalı hesaplar pek makul ve mantıklı gözükseler de bu planlarının uygulanmaları esnasında ortaya çıkan zarar ve ziyanların, elde edilecek muhayyel ve muhtemel kârlar karşısındaki hesap dökümünü kim tutacak? Bir koyup üç almak gibi hayallerimiz zaten yok. Ama üç koyup (bir almak bile değil) beklemeyi de ticaret olarak adlandırmamız ve doğrulamamız istenmemeli. Bunun siyasetteki karşılığı; iktidara gelinceye kadar istenilen tavizleri vermek, hiçbir hak talep etmemek, sonra iktidar olmanın verdiği güçle egemenleri ikna etmeye çalışmak mı? Evet güzel bir hayal. Hiç talep etme, hak arama, mücadele egzersizleri yapma, gel iktidara otur, kitleyi sistemle barışık bir çizgiye alıştır. Sonra birden celallen... Tabii atı alan Üsküdar'ı geçmediyse ve geçmiş olsun mesajları dağ gibi yığılmadıysa. Tutar mı tutar. Değil mi ki insanoğlu hayal ettikçe vardır. Üstelik teselliler de iyidir, hem akıl hem ruh sağlığımız açısından... Velev ki züğürt tesellisi olsun. Haksızlık etmeyelim bu siyaset tarzının mucidi sadece AK Partililer değildir, icadın kökü en başta Refahyol hükümeti uygulamalarına kadar iner. Sorunlarla karşılaşıldığında ertelemek, onların çözümünün, tek başına iktidara gelince olacağını vehmetmek. Misal olarak da Siyonist İsrail ile anlaşma imzalamak, 28 Şubat kararlarının altına imza atmak gibi nice pratiği verebiliriz. Doğrusu ya, pragmatik duruş konusunda yenilikçilerin gelenekçileri geçebilecekleri şüpheli.

AK Partili jenerasyonun 'genç' olması, liberal eğilim taraftarları açısından bir umut olarak algılanmakta. Dünyanın kaçınılmaz olarak liberal siyaset ekseninde döneceği ve bunu da en fazla gençlerin görebileceği (ya da yiyebileceği) iddiası eşliğinde büyütülen bu umuda AK Parti'nin vereceği cevabı önümüzdeki günlerde daha iyi göreceğiz. Görülen o ki, son kaset olayı sonrasında yapılan basın açıklaması bu beklenti sahiplerinin biraz daha sabırlı olmasını gerektirmekte.

"Yenilikçiler" tez olarak tepkisel ve duygusallık dışında fazla bir şey koyamamışa benziyor derken; kimi tepkilerinin gelenekçilerden daha sahih olabileceğini de unutmuş değiliz. "Ne kokar, ne bulaşır" bir itidal bekleyişi ve bol tevil tedrisatlı eğilimler yerine, Türkiye ve dünya müslümanlığının dinamik unsurlarının ve dönemlerinin birikimlerinden az çok nasiplenmiş 'gençler'in bu farklılıklarının, kimi kez müspet anlamda siyasete yansıması da mümkündür (ya da umulur).

Son kaset olayı sonrası yapılan basın açıklamasında ortaya konan siyaset vizesini oligarşik güçlerden beklememek mealindeki vurgulan bu meyanda değerlendirmek mümkündür. Son olayların teyid ettiği bir başka gerçek de ülkenin ve müslümanların kuşatıldığı 28 Şubatçı askeri vesayet ortamının sürmekte olduğu ve bunun boyutlarıyla ilgilidir. Burada söz konusu edilen sadece Erdoğan'ın 1992 yılında yaptığı ve sonraki yıllarda gündeme getirildiği halde takipsizlik kararı verilen konuşması ve o konuşmanın hukuki mevzuat açısından Erdoğan'a bir zarar veremeyeceği ile ilgili, artık pek bildik meseleler değildir. Asıl olan bu toz duman içinde, tam bir psikolojik harp taktiği görüntüsü veren ve uygulanmaya konulmak için start alınmış hissi uyandıran, parti kurucu üyesi altı başörtülü hanım hakkındaki ortaya çıkan reflekstir.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun başörtülü kurucu üyeler için söyledikleri ise dünya dursa akıldan çıkacak gibi değildir. Kanadoğlu'na göre başörtülüler örtüyü dayatma unsuru olarak kullanıyorlar. Öyle görünüyor ki, bunu, kuzuya "suyumu bulandırıyorsun" diyen kurt hikayelerine benzetmek de yetmeyecektir. Zira hikayede resmedilmeyen bir çobanın var olma ihtimali söz konusuyken, başörtülülerin bu ülkede uğradıkları zulüm ve haksızlıklar, onların sahipsizliğinin işaretidir (Elbette bu yöndeki çabaları, mücadeleleri, tümden unutuyor, yok sayıyor değiliz.). Bu ne biçim bir düşmanlıktır, bu ne biçim bir kindir ki, ateşi hiç sönmemekte. Bu ülkeden İslam'ı uzaklaştırmakla, onun mukaddes değerlerini çekip kopartmakla hangi makbul işin altına imza atmış olacaksınız bir izahınız var mı? Bu soygun ve talan düzeni sürsün diye mi bütün bu yapılanlar? Üç kuruşluk ve üç günlük bir dünya refahı için mi bütün bu zulümler?

Nasıl bir yüzsüzlüktür ki, düne kadar Fazilet'i bölmek için göklere çıkarılanlar, şimdi aynı mihraklarca arslanların önüne atılmak istenmekte. Adeta ayıdan post, gavurdan dost olmayacağı bir kez daha teyid edilmekte. Amerika'dan TÜSİAD'dan ve medya patronlarından iktidar vizesi aldıklarını sananların şaşkınlıkları umulur ki, başka yanlış ve çıkmaz sokaklara işaret etmez. Yoksa biz, "Bu pisliği niye yedik" diyen ağa ile maraba arasında cereyan eden olayları hatırlarız yine... Egemenlerin bizden istedikleri "ağzımızla kuş tutmak" da değildir. Eğer böyle olsaydı bunun da bir yolu bulunabilirdi. O halde nedir bizden istenen; hem onlar gibi olmamız, kendimizi inkar etmemiz hem de o pis ve iğrenç hakaretlerine göz yummamız. İşte size 22 Ağustos 2001 Hürriyet gazetesin­den Tufan Türenç'in yazdıkları: "Yayınlanan bantta söylediklerinden şimdi çok başka düşündüğünü iddia eden Tayyip Beyin nasıl takiyye yaptığını tatildeki eşi hanımefendi ile kerimelerinin (kızlarının) fotoğraflarını görünce bir kez daha anlıyorum.

Emine Hanımefendi ile kerimelerinin giyim kuşamları bir Türk kadının giyim kuşamı değil, tamamen Arap kadınlarının giyim kuşamı.

Tanımayanlara gösterseniz, Hanımefendinin ve kerimelerinin Türk olduğunu mümkün değil tahmin edemez.

Hala kim, hangi değişmeden bahsediyor tanrı aşkına?"

Yaklaşık 100 yıl öncesinde vizyona giren Batıcı modernliğin zorbaca dayattığı kılık kıyafetler Türklüğün şiarı; asırlardır bu coğrafyada Türkü-Kürdü, Lazı-Çerkeziyle kadınların Allah rızası için büründükleri tesettür ise Arap adeti öyle mi? Bu ne derin bilgi, bu ne yaman tefekkür ya da bu ne galiz küfür!..

Görünen o ki, ertelemeci, sorunları görmezden gelici bütün tutumlar iflas etmiştir. Onun yerine değerlerimize dört elle sahip çıkmak, onları mümkün mertebe yaşamaya ve yaşatmaya çalışmak ve geri adım atmamak Kur'ani bir metot olarak tatbik edilmeyi beklemektedir. Israrcı olmak niye kötü olsun? Hem eğer kötüyse bu kötülüğü en başta statükocular yapmakta. Mücadeleci olmak, niye ille de birilerinin ilahlarına küfretmek ya da "Don Kişotluk" olarak akıllarda yer etmiş olsun? Niye "Hikmet ve güzel öğütle tebliğ edin" emr-i ilahisi hatırlanmasın?

Evet, niye?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR