1. YAZARLAR

  2. Selahaddin Eş Çakırgil

  3. Adâlet Adına İşlenen Cinayetler Pek Sarsıcı Olur!

Selahaddin Eş Çakırgil

Yazarın Tüm Yazıları >

Adâlet Adına İşlenen Cinayetler Pek Sarsıcı Olur!

Haziran 2014A+A-

1- Mısır’da darbe yargısı tüm dünyanın gözleri önünde tarihte eşine pek rastlanmayan ağırlıkta cezalar yağdırmakta. Bu cezalarla Sisi cuntası neyi hedefliyor?

2- Darbecileri hukuku ayaklar altına alarak takındıkları bu tavırlarında cesaretlendiren faktörler nelerdir?

3- Uluslararası kuruluşların; İslam dünyasının ve Batı’nın konuya dair yaklaşımlarını nasıl buluyorsunuz?

4- Türkiye’de hassaten hükümet ve diğer siyasi mahfillerde konuya ilişkin yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?

5- Müslüman halkların üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğini düşünüyor musunuz? Bu bağlamda Türkiye’de ortaya konan tepkileri yeterli buluyor musunuz?

6- Bir başka açıdan bakıldığında Suriye’de Esed rejiminin haftalık katlettiği insan sayısı Mısır’da her iki kitlesel idam kararlarında geçen rakamlardan daha fazla bir sayıya tekabül ediyor. Yani Suriye’de istisnasız her hafta 529 ya da 683’ten fazla kardeşimiz katlediliyor. Buna karşın Suriye’de yaşananlara dair duyarlılığın Mısır’a oranla çok yetersiz kalışını neye bağlıyorsunuz?

 

1 ve 2: Önce birkaç noktayı tesbit edelim:

Hind alt-kıt’asında İngiliz emperyalizmine karşı verilen mücadelelerde neredeyse öncü sayılabilecek derecede etkili olan Müslümanlar, kendilerine aid müstakil bir coğrafyayı -Muhammed İqbâl’in isimlendirmesiyle- ve ‘pâk insanların ülkesi’ mânâsında taa 1935’te ortaya attığı Pakistan adiyle, bir ‘İslâm vatanı’ tesis etmek ideallerini 14 Ağustos 1947 günü gerçekleştirdiklerinde…

Mücadelenin o günkü lideri ve hâlen de Qaid-i Âzam (Büyük Önder) diye anılan Muhammed Ali Cinnah’ın, Pakistan Kurucu Meclisinde yaptığı bir konuşma vardır ki, bu konuşmanın ilk 30 yıl boyunca Pakistan’da yayınlanması yasaktı; dudaktan dudağa fısıltı halinde söylendi.

O konuşmada, İslamî mânâda bir devlet idealinin pratik olmayacağı dile getiriliyordu, kısaca.

(Muhammed İqbâl’in oğlu ve Pakistan Yüksek Mahkemesi’nin başkanlığına kadar gelen) Câvid İqbal, 1982’de ünlü bir Amerikan dergisine verdiği mülâkatta diyecekti ki: ‘Fundamentalist (İslamî temellere bağlı kalmak dikkatinde olan) kitlelerle, (onun deyimiyle) ‘münevver/ aydın-entellektüel’ olan kesimler arasında yazılı olmayan bir anlaşmaya varılmış ve bu yeni devlet İslamî esaslara riayet ederek yönetiliyormuş gibi olacak, ama, bunun şeklini ‘aydın’lar belirleyecek ve halk da bu duruma itaat edecekti. Bu dengeyi bozmaya kalkışan olursa, sahne yıkılır, altında kalır ve bedelini öder.’ idi.

Ve öyle de olmuştu.

Bu uygulamayı Pakistan’ın kuruluşundan çeyrek yüzyıl önce, Anadolu coğrafyasında da görmüştük. Orada da Müslüman halkın duygu, düşünce ve idealleri devreye sokularak bir yeni düzen sağlanmıştı, ama, dârağaçları altında katı laik-Kemalist bir rejim kurulmuş ve Müslüman halka kan kusturulmuştu.

Pakistan’ın kuruluşundan 30 yıl sonralarda da bu kez İran’da yine İslamî ideallerle bir büyük halk qıyâmı meydana gelip Şehinşahlık rejimi tarihin çöplüğüne atıldığında ve bir İslam Devleti idealiyle yola çıkılınca, başına neler geldiği, getirildiği ve hangi noktaya ulaştığı da bir ayrı ibret alınacak konu.

*

Buradan Mısır’a gelebiliriz.

Mısır, Arab diyarlarının âdetâ öncü coğrafyası olan ve insan potansiyeli, jeo-politik ve kültürel konumu ve de tarihî arka-planıyla, Müslüman dünyasının önemli üslerinden...

Bu ülkede, sosyal hayatı tanzim etmek isteyen hemen bütün İslamî cereyanlar bulunur ve bunların başında da İkhwan-ul Muslimiyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı gelir.

Bu teşkilat, öncü olmanın bedelini elbette ödeyecekti, 90 yıla yakın zaman boyunca ödedi de.

Tabiatiyle, hele de Osmanlı Devleti’ni bertaraf etmek için asırlar süren mücadelelerinden sonra bu hedeflerine varan emperyalist güçler ve onların bu ülkelerde yetiştirdikleri dilleriyle, renkleriyle, soylarıyla ‘yerli’, ama, kalb ve kafalarıyla ise emperyalist güçlerin ölçü ve hedeflerine indekslenmiş kişi ve kadrolar, karşılarına İslam’ın ve Müslümanların yeni bir güç olarak çıkmaması için ellerinden geleni yapacaklardı.

Bunun yanında, dünyayı kendi inançlarına göre ayarlamak ümid ve heyecanı taşımakla birlikte bunun için yeterli eğitim disiplinlerinden geçmemiş ve hayallerini gerçek gibi gören birtakım cereyanlar da bu yol üzerindeki büyük engeller olarak karşımıza çıkacaktı.

Yani, Pakistan için söylenenler, bütün Müslüman toplumlar için de geçerliydi. Müslüman halk kitleleri kandırılmak isteniyordu. Bu da Müslüman coğrafyalarındaki sosyal kesimleri, hele de son 100 yıl boyunca sergilenen acı örneklerde olduğu üzere, birbirleriyle uzlaşması daha bir imkansızmış noktaya doğru yönlendiriyordu.

Bu durum bize Müslümanların mücadelelerinin ne kadar çetin ve iç ve dış, alenî ve gizli tuzaklarla dolu olduğunu gösterir.

*

Bu durum Mısır için de böyledir.

1952’de krallık rejimi ve Kral Faruk, General Necîb liderliğindeki Hür Subaylar Hareketi’nin askerî darbesiyle devrildikten sonra, ihtilalin ikinci adamı Cemal Abdunnâsır, genç, dinamik ve Müslüman halka yakın bir subay olarak sivrilmiş ve o da ihtilalin üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, General Necib’i kenara koyup, dizginleri ele geçirmişti. Onun İkhwan’dan olduğu bile söyleniyordu.

Nâsır ise kısa süre sonra, gerçek yüzünü gösteriyor ve 1954’de, başkanlığını Enver Sedata yaptırdığı bir askerî mahkeme eliyle, İkhwanın öncü isimlerinden ünlü hukuk bilgini Abdulqadir Udeh’i idâm ettiriyor; yüzlerce-binlerce İkhwan üyesini de zindanlara dolduruyor, bir o kadarı da sürgünlerde hayatlarını tüketiyorlar ve 1966 yılında da Seyyid Qutb (Kutub)’u idâm ediyordu.

Müslümanlarla en çetin ve acımasız mücadelelere giren Nâsır, 1967 Haziranındaki 6 Gün Savaşı’nda, İsrail rejimi karşısında ağır bir yenilgi alacak ve iki yıl sonra da kalbi durunca, yerine Enver Sedat geçecekti.

Sedat iktidarını sürdürmek ve sağlamlaştırmak için bir zafere muhtaç idi. Onun için, önce Müslüman halkı kazanmak gerektiğini düşündü ve 1973 Ekimindeki ‘Ramazan Savaşı’nda İsrail rejimi karşısında büyük bir askerî zafer kazandı.

Ama, bu zaferle elde ettiği gücü, İslamî cereyanları ezmekte kullanacaktı, tıpkı M. Kemal gibi. Ama, bu hıyanetinin bedelini, ‘Ramazan Savaşı’nın 8. zafer yıldönümü törenleri sırasında teğmen Khâlid el-İslambulî tarafından gerçekleştirilen bir inqılabçı eylemle öldürülerek ödeyecekti.

Sedat’ın yerini Başkan Yardımcısı ve Hava Kuv. Kom. General Husnî Mubarek alacak ve Mısır toplumu, Ortadoğu’daki hiçbir gelişme karşısında, -üzerine ölü toprağı serpilmiş dedirttirecek cinsten tepki vermiyecek derecede- derin bir sessizliğe gömülecek, bu tahakküm de 30 yıl sürecekti.

Ama, Husnî Mubarek rejimi de birçok Arab diyarını derinden etkileyen büyük sosyal çalkantılar sırasında 10 Şubat 2011 tarihinde devrilecek ve ülke yönetimini ordu üstlenecekti.

Mısır’da halk kitleleri, son 100 yıl içinde belki de ilk kez bu derece derinden sarsılıyordu. Ama, ordu, bir serbest seçim yaptıracağını vaad ederek durumu kontrol altına alıyordu. Ama, yönetimin yine de kendi elinde kalması için, gerekli düzenlemeleri yapmaktan da geri kalmıyordu.

Buna rağmen, yapılan seçimde, emperyalistlerin ve onların içerdeki uzantıları olan laik, liberal, sosyalist, Nâsırist ve nasyonalist kesimlerin çabalarına rağmen, seçimlerde İkhwan-ul Muslimîyn Teşkilatı birinci olmuş ve İkwan kadrolarının seçkinlerinden Muhammed Mursî de yığınla engelleme çabalarına rağmen cumhurbaşkanlığına seçilmişti.

Ama, Muhammed Mursî’yi bekleyen yığınla problem vardı.

Her şeyden önce ordu, iktidarı (tıpkı Türkiye’de olduğu üzere) kolayca bırakmak ve ülkenin ordu vesayetinde olduğu fikrini bir türlü terk etmek istemiyordu. Bu durumda tıpkı Türkiye’de olduğu gibi askerî darbeler beklenmeliydi. Ayrıca, ülke ekonomisinin yüzde 65’i ordunun ve orduya aid kurumların elinde olduğundan, dilediği zaman toplumu derinden sarsacak eylemleri harekete geçirebiliyordu.

Ayrıca, ordu âdetâ kutsal da sayılıyordu. Çünkü, İsrail saldırıları karşısında ülkeyi ve halkı koruyacak olan başka güç yoktu.

Bu durumda, Mursî’yi çetin sosyal problem ve müşküllerin bekliyeceğini tahmin etmek zor değildi. Ayrıca onun elinde, ülkenin büyük sosyo-ekonomik problemlerini, açmazlarını kısa sürede giderecek bir sihirli değnek de yoktu. Yeterli mikdarda yetişmiş insan gücü de.

Ülkenin içinde bulunduğu durumu ordu ve onun manyetik çekim alanında olan geçmiş sistemin kalıntıları fırsatı iyi değerlendirdiler ve İkhwan, biraz da ‘Selefîler denilen rakib dinî cereyanın sürüklemesiyle, siyasette önemli olan ilk yapılacak olanların zamanlamasını yapamayıp; hattâ, ‘yangında ilk kurtarılacak olanlar’ı belirlemekte bir sıralama yapmak imkanı bile bulamadı ve…

Muhammed Mursî, iktidarının henüz 6. ayından itibaren başlayan dev gösterilerle karşı karşıya kaldı ve sonunda üstelik, güvendiği bir kişi olan Savunma Bakanı Gen. Abdulfettah es-Sisî eliyle 3 Temmuz 2013 akşamı, dünya televizyonlarının gözü önünde, bir film gibi seyrettirilerek tezgâhlanan bir askerî darbeyle devrildi ve zindana atıldı. Geçmiş dönemin egemen güçleri ve onların ardındaki emperyalist güçler gelinen bu neticeyi kutladılar ve başka zaman ve mekânlarda askerî darbeleri kabul edilemez bulan emperyalist odaklar ise tıpkı 1992 başında Cezayir’de İslamî Selâmet Cebhesi’nin seçimleri yüzde 85 gibi bir büyük ekseriyetle kazanmasından hemen sonra laik generallere yaptırılan askerî darbede olduğu gibi, bu müdahaleyi de ‘demokrasinin kurtarılması ve kurulması yolunda bir ayarlama’ olarak kutsadılar.

Ve bir yıla yakın zamandır, Müslüman halk kesimleri eziliyor, ağır baskılar altında. Binlerce insanı öldürüyorlar, ama, dünya yine de bu laik diktatörlük uygulamalarını alkışlıyor, ‘demokrasinin kurulması ve medeniyetin kurtarılması’ adına.

General (ve sonra kendisini mareşal ilan eden) es-Sisî, şimdi Mursînin devrilmesi üzerinden bir yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, protesto gösterilerinin sonunun gelmemesi üzerine, kendisinin, içerdeki yandaşlarının ve emperyalist efendilerinin korkularını bertaraf edebilmek ve Müslüman halk kitlelerine ‘gözdağı’ vermek için, düzmece mahkemelerine arka arkaya verdirdiği idâm kararları ile durumu kurtarabileceğine umut bağlamış bulunuyor. Çünkü ilk kez, askerî bir darbeye karşı böylesine sürekli ve giderek yaygınlaşan ve derinleşen bir sosyal protesto hareketi gelişiyor ve bu da onun korkusunu paranoyaya dönüştürüyor.

Bu arada ilgi çekici olan bir diğer husus da A. Fettah Sisînin komik iddiaları…

AA’nın 12 Mayıs 2014 günü verdiği habere göre, Mısır'da bir özel TV kanalındaki programda konuşan darbeci general (daha doğrusu, mareşal bozuntusu) Sisî, “Siz Mısır'ı ve İslam'ı ‘İkhwan-ul’Muslimîyn’ (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı'ndan kurtarmaya mı çalışıyorsunuz?” sorusuna “Tabiî ki!” cevabını veriyor ve 80 yıllık geçmişi olan bu teşkilatın Mısır devletini yönetmekte başarısız kaldığını ileri sürüyordu; bütün bu ömrü idâmlar, sürgünler ve zindanlarla geçmiş olan böyle bir teşkilatın, ilk kez iktidara gelmesinin hemen ardından, henüz 6. ayından itibaren bizzat kendisinin de içinde bulunduğu darbe entrikalarıyla engellendiğini ve 11. ayında devrildiğini hatırlamak istemezcesine…

Sisî, Mısırlıların İkhwan'ı, devletin yönetim şeklini değiştirmeleri ve yargı kurumlarını kuşatmaları için değil, ülkeyi yönetmeleri için seçtiğini söylüyor ve “Bu tecrübenin tekrarlanmasına izin verilemez. Az kalsın Mısır'ı felakete sürükleyeceklerdi. Ülke elden gidecekti ve bu mutlaka önlenmeliydi.” diyor ve böylece darbesine kılıf geçiriyordu.

Bu kişinin kafasında nasıl bir gelecek tasavvurunun olduğu bu sözlerindeki tutarsızlıklardan ve sığlıklardan ve Mursî karşısındaki davranışlarındaki riyakârca tavırlarından da anlaşılabilir. Ama, emperyalist güçler, onun da bir iş başaramıyacağını anladıkları anda onu da harcayacaklardır; İran Şahı gibi, bir zamanlar destekledikleri Saddam gibi, Husnî Mubarek gibi…

3- Müslüman coğrafyalarındaki tepkiler… Maalesef, Türkiye dışında fazla bir tepki almadı.

Müslüman coğrafyaları dışındaki dünyaların tepkisine gelince... Onlara biraz önce değindik.

Onlar zaten kendi menfaatlerine hizmet edenleri darbeci olarak nitelemezler; böyle olunca da protestocuları ‘bozguncu’ olarak niteleyen Mısır askerî yönetimi ile ağız birliği yapıyorlar.

4- Mısır’da, halkın hür oyu ile seçilmiş ve henüz bir yılını bile duldurmamış olan Muhammed Mursî yönetimine karşı yapılan askerî darbe karşısında Türkiye’de Hükûmet’in, daha doğrusu Tayyîb Erdoğan’ın tutumu, diplomatik teamüllere uymasa da ‘ilke’li bir tavır.

Ancak, bu sürdürülebilir bir tavır mıdır, orası ayrı bir konu.

Mart sonunda, Abdullah Gül’ün İtalya’ya seyahatinde, ona refakat eden gazeteciler arasında yer alan ve Müslüman kimliğiyle bilinen kalem erbabından birisi olan A.B.’ın Gül’e, ‘Mısır’a gidip, darbe rejimiyle görüşmesi’ teklifinde bulunduğunu bizzat yazdığını hatırlayalım. Bu ve benzeri teklifler ‘reel-politik’ adına her zaman tekrarlanabilir.

Muhalefet ise egemen güçlerin ağızlarına bakmakta ısrarlı. Tayyîb Erdoğan ise en azından bu gibi durumlarda ilkeleri esas almakta ve bu ilkeleri B. Amerika’yı karşısına almak pahasına bile savunmakta.

Hatırlayalım... 2006 yılında Filistin’de seçim yapıldığında, HAMAS’ın EL-FETH’i geride bırakacağı hesab edilememiş olmalıydı ki, sandık sonuçları yüzde 65 HAMAS, yüzde 30 EL-FETH ve yüzde 5’i de diğerleri şeklinde çıkınca, Amerikan emperyalizmi, hemen HAMAS’ı terörist örgüt ilan edivermişti. Yani, sonuçlar istedikleri gibi çıkmayınca... Tayyîb Erdoğan bu anlayış ve uygulamaya kesin bir dille karşı çıkmış, itirazını bizzat Amerikan başkanlarına karşı dile getirerek ve HAMAS’la işbirliğini sürdürerek ‘NATO dünyasının uyumsuz üyesi’ durumuna düşmüştü. Aynı durum, Mısır konusunda da devam ediyor.

5- Yapılanlar bir sorumluluk ve mükellefiyet olarak ele alındığında, yetersizdir; iyilik olarak ele alındığında ise hiçbir iyilik yeterli sayılamaz. Ama, Türkiye’nin Müslüman halkının bu yöndeki duyarlılıkları, yazık ki, diğer Müslüman coğrafyalarda gözlenemiyor.

Bu Mısır için de böyle, Filistin için de böyle, Suriye konusunda da böyle.

Bu konularda, diğer Müslüman coğrafyalarında, maalesef, hükûmetlerin işareti olmaksızın, bir sosyal tepki verilemiyor. Bu durum, 40 yıl öncelerde Türkiye’de de böyleydi. Ama şimdi, elbette yönetimde daha etkili duruma gelmiş olmanın da neticesinde, Türkiye’de Müslüman halk kesimleri, Hükûmet’in bir işareti ve desteği olmaksızın da diğer Müslüman coğrafyalarda olan-bitenle, geçmişe göre daha fazla ilgileniyor ve onların dertleriyle, bir ‘tek ümmet ve millet’ şuûru içinde, İslam Milleti anlayışı içinde daha fazla ilgilenebiliyor; ülke içi dışı sosyal yardımlaşma etkinliklerinde, geçmişte hayal edilemiyecek noktalara gelmiş bulunuyor. Bu, elbette yeterli değildir, ama, gelecek için daha iyi noktalara ulaşılabileceği açısından ümid verici bir durumdur.

Nitekim, sadece son rakamlara göre, Türkiye’de bulunan Suriyelilerin sayısı 900 bini aşmış durumda. Bu rakam bile, Türkiye’nin Müslüman halkının fedakârlık ruhunu yansıtabilir.

6- Mısır’daki baskı, zulüm ve cinayetlerin, adâlet adına yapılması temel özelliklerden birisi olarak zikredilebilir. Adâlet adına yapılan cinayetler, maşerî vicdanda diktatörlüklerin, zâlimlerin ve zulüm düzenlerinin diğer cinayetlerinden daha sarsıcı ve derin etkili oluyor.

Elbette her cinayetin toplum vicdanında bir karşılığı vardır, ama, hiçbir ceza, sosyal bünyelerde adâlet adına yapılan zulüm kadar derin yaralar açamaz.

Askerî darbe rejimine karşı çıkanlar, haklarının ve iradeleriyle seçtiklerinin korunması gibi bir adâlet talebiyle karşı çıkıyorlar ve rejim de yaptıklarını mahkemeler eliyle ve adâlet kurumu adına bastırmaya çalışıyor. En büyük özelliği bu. Mısır’daki direnişe duyulan ilginin sebeblerinden birisi de bu olsa gerek. Bir keresinde 530 kadar, ikincisinde 680 kadar insanın idâm cezasına çarptırılması, insan vicdanında çok derin tepkiler meydana getirebiliyor.

Bu idâm diye hukukîlik kılıfı içinde sunulan barbarlık gösterilerinin Mısır halkını yıldıramadığı, yıldıramıyacağı anlaşılıyor ve direniş sürüyor, elhamdulillah.

Bu durum, üstelik bizim halkımız için de öğreticidir. Çünkü, son 50 yıldır gerçekleştirilen askerî darbelerin hiçbirisinde Türkiye’nin Müslüman halkından, bugün Mısır’da askerî darbe yönetimine karşı sergilendiği üzere bir tek tepki bile sergilenmedi. Belki bu gibi tepkiler bizim halkımıza da bir örnek oluşturur. (Elbette, bizde Müslüman halkın, geçmişteki birçok yöneticiler içinde, uğrunda tepki veremiyeceği tipte kimseler çoğunlukta idi. Mursî gibi liderler olursa, halkımızın da tepki vermesi umulur.)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR