1. YAZARLAR

  2. Bünyamin Esen

  3. 50. Yılında Dünya NATO'ya Emanet

50. Yılında Dünya NATO'ya Emanet

Nisan 1999A+A-

Giriş

20. yy. Batı kaynaklı savaş, sömürü, emperyalizm çağı olarak tarihe geçti. Yüzyılın başında Birinci Dünya Savaşıyla sömürgeleştirilen, topyekün dünya coğrafyası emperyalist Avrupa devletlerinin galibiyetini ifade ediyordu. Ancak çok geçmeden bu durum değişecek ve emperyalistlerin kendi aralarındaki paylaşım kavgaları neticesinde ikinci bir global savaşa girilecekti. İşte bu dönemde, Avrupa'lı siyasal birlikler ve onların yeryüzüne dağılmış sömürgelerinden müteşekkil dünya siyaset arenasına, yüzyılın başından beri etkinliğini hissettiren yeni bir güç mührünü basmaya başladı: Avrupa'nın yeni kıtaya doğurduğu ABD. 1940'lara geldiğimizde boynuz kulağı geçer misali, siyasal birliğini gerçekleştirmiş ve uluslararası paylaşım kavgasında artık iyiden iyiye güçlenmiş olan ABD, yaşlı ve yorgun sömürge imparatoru Britanya'nın mirasına varis olmaya hazırdı.

İkinci Dünya Savaşı'ndaki politikasıyla Hitler'den kurtulmaya çalışırken, savaş sonrası, Sovyet Rusya açmazına düşen Avrupa merkezli hegemonya, bu yeni ve şiddetli tehdit karşısında durabilecek güçte değildi. Çok geçmeden kolları sıvayan dünyanın yeni imparatoru, 1949'da Kuzey Atlantik Antlaşması Paktı (NATO)'na varacak süreci başlatıyordu.

49'dan bugüne dek 50 yıl geçti. Bu sene NATO, soğuk savaş döneminde kurulmuş, dünyanın en güçlü askeri savunma örgütü olarak 50. yılını kutluyor.

A- KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE NATO

1- Soğuk Savaş Dönemi

1930'lu yıllarda hızla istikrarsızlığa sürüklenen ve silahlanan Avrupa'da patlak veren tarihin en büyük ve vahşi savaşıyla NATO Avrupa sahnesinde arz-ı endam etmişti. Savaş başlar başlamaz hızla Avrupa'yı ve Rusya'yı dize getiren Almanya'ya karşı çaresiz kalan başta İngiltere ve Fransa, o zamana kadar Avrupa ile siyasi ilişkilerini en asgari seviyeye indiren ve izolasyon politikası uygulayarak yaşlı kıta Avrupa'daki olaylara karışmamaya özen gösteren Amerika'yı savaşa sokmayı başararak aniden tüm dengeleri alt üst ettiler. Batı'da ABD öncülüğündeki müttefik kuvvetlerin Normandiya Çıkarması, Doğu'da da Rusların Stalingrad önünde Almanları durdurması savaşın gidişatını tersine çevirdi.

Tüm cephelerde yenilmeye başlayan Almanya'ya karşı Rusya, tarihi emellerine ulaşmak için büyük bir hızla Balkanlar ve Avrupa'yı işgale başladı. Böylece İkinci Dünya Savaşı öncesi hiç de iyi bir durumda olmayan Sovyet Rusya, savaştan en karlı ülke olarak çıkacak ve müttefiklerinin karşısına da çok büyük istekler koyacaktır. Ekonomik ve askeri sorunlarla boğuşurken, Amerika'nın yardımıyla süper güç haline gelen Rusya, nihayet Yalta Konferansı ile hayal bile edemeyeceği bir başarı kazanır.

1823 Monroe Doktrini'nden beri izlediği infirad (yalnızlık) politikasını terkeden ABD, Kanada'yı da yanına alarak Avrupa ile ittifak için müzakerelere soyunacak, 4 Nisan 1949 yılında 12 Avrupa ülkesiyle, bir anlamda kendi elleriyle süper güç haline getirdiği Sovyetlerin karşısına Kuzey Atlantik Antlaşması Paktı (NATO) ile çıkacaktır. Karşı cephede ise Sovyet Cumhuriyetlerin oluşturduğu Varşova Paktı vardır. Soğuk savaşın başlangıcı demek olan bu tarih 9O'larda Sovyet Rusya'nın çöküşüne dek sürecek gerilimli dönemi ifade eder.

2- NATO Türkiye İlişkileri

Bu yıl aynı zamanda Türkiye'nin NATO'ya girişinin 47. yılı, Türkiye NATO'ya girmek için ilk başvurusunu 1949'da CHP iktidarı sırasında yaptı. Ancak bu ilk başvuru reddedilecek ve Türkiye Pakta ancak 1952'de kabul edilecekti. O dönemde Türkiye'nin NATO'ya katılımının önemini NATO eski genel sekreteri Peter Carington şöyle anlatıyor: "Türkiye, Batı'nın bölge stratejilerinin gerçekleştirilmesi noktasında her zaman kilit ülkedir ya da kilit olmak zorundadır. Düşman bir Türkiye ya da tarafsız bir Türkiye, savunma durumumuzu da, dış politikamızı da gerçekten büyük zorluklara iter. Stratejimizin inanırlılığını zayıflatırdı."

Kurtuluş Savaşı sonrası M. Kemal'in 'avamili tabiiyyeden mütehasıl (Tabi şartlardan doğan) tabir ettiği Sovyetlerle yakınlaşma politikası, 1936'lara dek sürecekti. Hatta 1932'de Türkiye Milletler Cemiyeti'ne üyeliğe kabul edildiğinde bile bala tedirgindi. Çünkü İngiltere, milletlerarası bu cemiyette hakim durumdaydı.

Ne var ki, 35-36'dan itibaren faşist İtalya tehlikesi karşısında alacağı tavır İngiltere'yi Türkiye'ye yaklaştırırken, Rusya ile Türkiye'nin arası açılır. 12 Mayıs 39'da İngiltere ile imzalanan deklarasyonla Türkiye Akdeniz Paktı'nın, yani İngiltere'nin yanında yer alıyordu. Bu tavrının karşılığı olarak Hatay'a sahip olacaktı Türkiye. Hatay'ın Türkiye'ye katılmasını kabul eden Fransa 23 Haziranla deklarasyonu imzaladı. Böylece Türkiye'nin NATO üyeliği ve Batı'nın Ortadoğu'da jandarmalığına varan, 'hükümetler üstü' dış politikası gelişiyordu. Aradan geçen 60 yılın ardından Türkiye'nin bu politikayı izlemede gösterdiği kararlılığını değiştirmediği bugün de görülüyor.

Bu şartlar içerisinde, İngiltere 1945 yılına kadar Türk dış politikasının temel dayanak noktası olmaya devam etmiştir. Burada hatırlanması gereken bir başka olay ise, Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı'nda Balkanlara yerleşmesi üzerine Türkiye'nin kazandığı önemdir. Savaş sonucunda iki büyük kuvvet ortaya çıktı: ABD ve Sovyetler Birliği. ABD'nin (İnfırat-Tecrit) 'Avrupa'nın işlerine karışmama, Avrupa'yı da kendi işlerine karıştırmama' politikasını terketmesi, Latin Amerika ve Uzak Doğu toprakları dışında diğer kıtalara da açılma eğilimleri tam da Sovyet Rusya'nın yayılma politikası güttüğü bu dönemde oluşuyordu. İngiltere'nin güçsüz pozisyonu nedeniyle Ortadoğu'daki kontrol vazifesini ABD'ye terketmesi ise bölgedeki dengelerin günümüze gelen süreçte en ciddi değişimini ifade etti. Ortadoğu'da İşbirliği için en uygun olarak Suudi Arabistan ve Türkiye'yi gören ABD bu amaçla 22 Mayıs 1947'de Türkiye ve Yunanistan'a yardım yasasını çıkardı. Yardım 12 Temmuz 1947 tarihli Türk-Amerikan antlaşmasıyla yürürlüğe girdi. Türkiye Truman Doktrini gereğince Ekim 1947-Ekim 1948 arasında ABD'den toplam 73 milyon dolar yardım aldı. Türkiye'nin yaptığı 615 milyon dolarlık talep ise, önce reddediliyor sonra Türkiye'nin Amerikan hükümetiyle sıkı temasları sonucu 4 Temmuz'da yapılan anlaşmayla kabul ediliyordu. Türkiye, 1948-52 yılları arasında Marshall Planı çerçevesinde toplam olarak 351 milyon 700 bin dolar yardım aldı.

Yardım vesilesiyle Türkiye'de konuşlanan büyük Amerikan misyonu hakkında dönemin büyükelçisi McGhee ilginç bir anektot aktarıyor: "İlk tahminler Türkiye'de küçük bir askeri misyon öngörmüştü; ama ABD personelinin sayısı, sivillerde dahil edilirse 25.000'e çıkacaktı. Bu büyük artış en çok bakım uzmanları nedeniyle olmakla birlikte, pek çok sayıda telsiz haber alma personeli de vardı. Çünkü Türkiye bu iş için ideal bir yerde bulunuyordu. (Zaman 12.3.99)

Türkiye'nin NATO'ya girmesinden iki yıl gibi kısa bir süre sonra 23 Haziran 1954'te üslerin kurulmasına ilişkin anlaşma imzalanır. ABD ve NATO'ya ait 122 tesis ve üs kurulur. Türkiye NATO amaçlı TSK tesislerini (Amerikan üslerini) himaye etti, bu çerçevede erken haber alma sistemi radar istasyonlarına izin verdi, NATO dinleme şebekelerine göz yumdu.

Şu an Türkiye'de Ankara, Çakmaklı, Çiğli-İzmir, Çorlu, Diyarbakır, Elmadağ, Erzurum, Gelibolu, Gölcük, İncirlik-Adana, İstanbul, İzmit, Karamürsel, Manzaralı, Samsun, Sinop ve Trabzon'daki sivil ve askeri tesislerde ve istasyonlarda, özellikle JUSMMAT ve TUSLOG Det misyonlarında çok sayıda Amerikalı personel çalışmakta. Tabii bazı diğer misyon ve istasyonlar, son yıllarda tasfiye edildi.

Üslerin kuruluşuyla ilgili olarak yapılan anlaşmalarda buraların yönetiminin ortak olacağı belirtilmesine rağmen, Türkiye'nin üslerin kullanımı ve denetimi üzerinde bir yetkisi olmadığı biliniyor. İncirlik üssü'nün 1958'de Lübnan çıkarmasında, 1991 yılında Körfez Savaşında ve son olarak 'Çöl Tilkisi' operasyonunda Türkiye'ye haber bile vermeden kullanılması bu konudaki somut örneklerdir.

Şu an halen NATO'nun Avrupa Müttefik Komutanlığı bölgesinde, Güney Avrupa Müttefik Komutanlığı içerisinde yer alan Türkiye'de tam 3 NATO Komutanlığı bulunuyor. İkisi İzmir, biri ise Ankara'da.

Tüm askeri unsurlarıyla Türkiye'ye yerleşik olan NATO'nun önemi, çeşitli dönemlerde hükümetlerin bu konudaki açıklamalarına bakıldığında netleşiyor. DP hükümet programında "'...NATO'ya en halis niyetlerimizle ve sadakatle bağlıyız..." yazarken 27 Mayıs darbesini yapanlar, daha 27 Mayıs sabahı, darbenin yapılış nedenini Türkeş'in ağzından açıklarken "NATO'ya ve CENTO'ya inanıyoruz..." diyor, emperyalizme 'kaygılanmayın' mesajı veriyordu. 'NATO'ya Bağlılık' İktidara gelmek isteyenlerin baş sloganı olmuştur. 12 Mart Cuntasında ise NATO Genel Sekreteri birinci yardımcısı Osman OKAY, cuntanın kurdurduğu Nihat Erim hükümetinde görev alıyordu.

Ancak stratejik bilgilerin artık uydular aracılığıyla çok daha detaylandırılarak sağlandığı bir dünyada, Türkiye'deki NATO üslerinin dışarıyı değil, içeriyi dinlediği aşikardır. Artık Türkiye'deki NATO üsleri öncelikle kulaklarını siyasi mahfillere ve Ankara'ya yöneltmektedir.

3-Soğuk Savaş Sonrası NATO

Dünya NATO'ya Emanet

Türkiye ve Yunanistan'ın 1952'de üye olmasından sonra, 55'te Almanya, 82'dc ise İspanya'nın katılımıyla NATO müttefiki ülkelerin sayısı 16 oldu. Bu yıl ise Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti'nin üye olmasıyla Brüksel'deki NATO Genel Merkezine çekilen bayrak sayısı 19'a çıkıyor. Yakın zamanda üye sayısının daha da arttırılması planlanıyor. Oysa 90'ların başında Sovyet Rusya önderliğindeki Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra NATO'nun varlık nedeninin de ortadan kalktığı, dağıtılması gerektiği tartışmaları başlamıştı. Belki 'Amerikan Paktı' dememizin daha doğru olacağı NATO'nun Avrupa'da gördüğü koruyucu rolü terketmek istemeyen ABD, buna şiddetle karşı çıkıyor. Bu amaçla 1994 yılında NATO'yu 'yeniden yapılandırma' ve 'genişletme' kararı alındı. NATO dışında kendi savunma gücünü oluşturmayı ve ABD'nin yardımı olmaksızın Avrupa güvenliğini sağlamayı tasarlayan Avrupa, genişlemeyi Avrupa'nın bütünleşmesi şeklinde yansıtıyor. Eski Sovyet bölgelerine yönelik olarak, ittifakı kontrollü genişleten ABD ise Avrupa'nın yalnız başına yapamayacağını ifade ederek, NATO'yu, kendi güdümünde dünyanın jandarması rolüne hazırlıyor.

1994'ten bu yana NATO'nun varlığını sürdürmesi gerektiğini düşünenler cephesinde, yapısal değişiklikten öte NATO'ya yeni bir doktrin arayışı da görülüyor. NATO Genel Sekreteri Javier SOLANA soğuk savaş sonrası dönemde birliğin yeni stratejik konseptini şöyle izah ediyor: "...Olumlu gelişmelere karşı, Avrupa güvenliğine karşı tehditler sürmektedir. Aynı zamanda, azınlık ve etnik anlaşmazlıklar, mülteci akımları ve sistematik insan haklan ihlallerini görmeye devam ediyoruz. Kitle imha silahları ve onlara bağlı sistemlerin çoğaltılması da büyüyen bir başka kaygı." (Cumhuriyet 17.3.99) Bu anlamda 1992'de Bosna Müdahalesi ve 95'te SFOR'un Bosna'ya konuşlandırılması ve güncel bir hadise olarak Kosova müdahalesi ve Kuzey Irak'a yönelik operasyonlar emperyalistlerin mazlumlara yönelik iyi niyet hislerinin sonucu değil, ciddi bir varlık nedeni sorgulamasındaki NATO'nun doktrin arayışının sonucu olarak görülmeli. Bu arayış esasen, NATO'nun ABD güdümünde dünya jandarması olarak Balkanlardan Ortadoğu'ya meşrulaştırılmasını ifade ediyor.

Eski Varşova Paktı'nın en güçlü üyelerinden üçünü NATO'ya alabilmek başarısı, Polonya Dışişleri Bakanı'nın deyişiyle, "İkinci Dünya Savaşının gerçek sonu anlamına geliyor, Eski Varşova Paktı üyeleri ikinci Dünya Savaşı sonrası paylaşımda "yanlış tarafta" kalmışlardı. Onların yeri 'Avrupa ailesinin yanı' olmalıydı. Bundan böyle bu ülkelerin askeri stratejileri ve kararlan, eğitim ve silah standartları, NATO tarafından belirlenecek." İşte tam burada Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan'ın NATO sistemine geçiş için yapmaları gereken askeri harcamalar, uluslararası silah tekellerinin iştahını kabartıyor. Mesela Polonya'nın Sovyet MIG'leri modernize edilecek ve yenileri alınacak. Bunun için Amerikan Boeing ve British Aerospace firmaları ateşli bir rekabete girdiler bile. Batılı firmalar bu yeni üyelere bir de isim bulmuşlar: Büyük Ödül! Dile kolay en az 10 milyar dolarlık yeni bir piyasa... NATO çiçeği burnunda bu yeni üyelere sisteme geçiş için 1.5 milyar dolarlık bir güvenlik yatırım fonu ayırmış. Bu fon yararlanan ülkelerin eline para verileceği anlamına gelmiyor. Aksine para, Batılı şirketlere gidecek, bu ülkelere ise uzun vadeli borçlar kalacak.

SONUÇ

50. yılını kutlayan NATO'nun gerçek işlevinin dün olduğu gibi bugünde 'uluslararası barış(!)' söylemiyle mazlum halkların üzerindeki emperyalist hegamonyayı perçinlemek olarak ortaya çıktığı görülüyor. 21. yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde yeniden yapılandırılma projeleri çizilen NATO'nun yeni stratejisini ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright "Bütün ve özgür bir Avrupa inşa etmek" sözleriyle açıklıyordu. Ne kadar özgür(!) bir dünya istediğini, İran'da, Lübnan'da, Irak'ta, Bosna'da, Kore'de, Vietnam'da defalarca İspatlayan ABD, Avrupa ve Ortadoğu üzerindeki planlarının stratejisini NATO'ya göre çiziyor. Birleşmiş Milletler gibi daha zor kullanılabilen kuklalar yerine, NATO gibi hem daha işlevsel, hem de siyasal nüfuzun ötesinde doğrudan bir askeri hakimiyet ifade eder zorba gücünü, Kosova örneğinde görüldüğü üzere mazlum halkların kanlan ve gözyaşları üzerine politikalar inşa ederek meşrulaştırmak istiyor. Geleneksel Avrupa-ABD çıkar çatışmasının ortak planlar söz konusu olduğunda nasıl işbirliğine dönüştüğünün adıdır NATO.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR