1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. 22 Temmuz Seçimleri: Halkın Laik Diktatörlüğe Okkalı Tokatı

22 Temmuz Seçimleri: Halkın Laik Diktatörlüğe Okkalı Tokatı

Ağustos 2007A+A-

22 Temmuz'da sandıktan çıkan sonuç laik-Kemalist çevreler açısından tam bir hüsran oldu. "Cumhuriyet"e karşı olmakla suçlanan bir siyasi partinin seçimler sonucunda halktan gördüğü büyük destek sadece hakim bürokratik elitler açısından ağır bir yenilgi olmakla kalmayıp, daha temelde resmi ideolojik dayatmaların da iflasını simgelemekteydi. Darbe tehdidinden medya tacizine, hukuk zırhına bürünmüş yargı despotizmine kadar pek çok araçla sürdürülen baskı kampanyası sonuç vermedi, bilakis ters tepti. Halk tercihini resmi ideoloji doğrultusunda kendisini biçimlendirmeye, yönlendirmeye çalışan politikalardan yana değil, bilakis rejim düşmanlığı ile suçlanan, sisteme ilişkin gizli niyetler beslemekle eleştirilen kadrolardan yana yaptı.

Seçimler neticesinde derin bir hayal kırıklığı ile yüz yüze gelen mağluplar cephesinde şimdi herkes suçlu aramakta. Nerede ve ne tür yanlışlar yapıldığı merak edilmekte. Oysa soruyu doğru sormak lazım: Neyi doğru yaptınız ki?

Dayatmacılığın İflası

Tepeden tırnağa yanlışlar üzerine, hukuksuzluklar üzerine bina edilmiş bir siyaset anlayışının sonucudur bu yaşananlar. Uzun iflas listesinin ilk akla gelen unsurları arasında şunları saymadan geçmek olmaz: Seçim sürecinin başat aktörleri kılınan asker kaynaklı muhtıra ve darbe tehditleri seçimlerin en açık mağlubu olmuştur. Yine "anayasal kurumlar" adı verilen bürokratik yapılanmanın hukuk dışı dayatmaları; militarist zihniyet ve işleyişin egemen olduğu darbe işbirlikçisi "sivil toplum" örgütlerinin manipülasyonları ve medyanın kesintisiz sürdürdüğü korku kampanyaları da iflas listesinin ilk sıralarında yer almaktadır.

Seçimler neticesinde oligarşik yapılanmanın tabansızlığı, kofluğu, nihai kertede etkisizliği bir kere daha açığa çıkmıştır. Siyasi süreçlere müdahalede ne kadar mahir olsa da, despotizmin halkı yönlendirme çabalarının başarısızlığı bir kere daha tescillenmiştir. Bu yönüyle 22 Temmuz seçimlerinin en yalın ve net sonucu militarist dayatmaya karşı indirilmiş ağır bir tokat olmasıdır.

Genelkurmay'ın internet sitesinde 27 Nisan gecesi yayınlanan muhtıra ve ardından Anayasa Mahkemesinin verdiği cumhurbaşkanlığı seçimlerine başlayabilmek için "CHP ile uzlaşmak şarttır!" kararı ile doğrudan doğruya siyaseti belirlemeye kalkışan bürokratik oligarşi 22 Temmuz'da yediği okkalı tokatla sendelemiş, sarsılmıştır. Şimdi yenilgiye kılıf aranmakta, bu arada işi açıkça halka hakarete vardıranlar da görülmektedir. Hala hiç utanmadan darbe tehdidi savuranlar dahi çıkabilmektedir.

Laik Cumhuriyete sahip çıkma şiarıyla yürüttükleri kampanyanın sonunda hezimete uğrayan çevrelerin hali yer yer komik olmaktan çıkıp doğrudan psikiyatrik bir görünüme dönüşmektedir. Seçimlerin galibi olan AK Parti'yi halka seçim rüşveti vermekle; yoksulları kandırmakla; baskı ve şantaj yöntemlerine başvurmakla; mağduriyet ve din sömürüsü yapmakla eleştirmektedirler. Yenilgiyi izah sadedinde öne sürülen bu tarz açıklamaların yetmediği görüldüğünde de doğrudan doğruya halk cahillikle, sahtekarlıkla, yobazlıkla suçlanmaktadır. Oysa seçim sürecinde yaşananlar tam tersi bir görünüm sunmakta değil miydi? Evet kirli bir seçim kampanyası yürütüldüğü, halkı kandırma, aptal yerine koyma üzerine bir strateji geliştirildiği doğrudur ama bu bizzat statüko savunucusu partiler eliyle yapılmıştır. 

Zırva Tevil Götürmez!

Seçimlerde uğradıkları hezimete "kömür torbaları", "erzak paketleri" klişeleriyle izah getirdiğini sanmaktan daha büyük aptallık olur mu? Bir köy ya da belde seçimleri değil söz konusu olan, Türkiye gibi kocaman bir ülke. Milyonlarca insanın rüşvet karşılığında oy verdiğini söylemek hiç yakışık alır bir tutum mudur? Üstelik olur olmaz her vesileyle abartılı bir halk yüceltmesine başvuranların, Türk milleti şöyle üstün bir millettir, halkımızın dünyada eşi benzeri yoktur türünden abartılı milliyetçi söylemleri ağızlarından düşürmeyenlerin rakip partiye oy verdiği için halkı bu kadar aşağılaması, tahkir etmesi başlı başına bir tutarsızlık değil mi? Mazotu eksiltmeye, fındık fiyatını ise açık artırmaya çıkaranların seçim rüşvetinden yakınmaları ayıp olmuyor mu?

Aynı şekilde AK Parti'nin seçimlerde din ve kutsal değerler sömürüsü yapmakla suçlanması da ilginç bir tezat oluşturuyor. Ülkeyi saran misyonerlik ağından, yabancılara peşkeş çekilen kutsal vatan toprakları edebiyatına, Piyalepaşa'da belediyenin yıktırdığı Kuran Kursu'na kadar bir dizi konuyu seçim meydanlarına sürenler kimlerdi? Mecliste başörtüsü yasağını Meclis izleyicilerine kadar genişletme için önerge verip meydanlarda yasağı çözeceğim diye bas bas bağıranlar, halka eşarp dağıtanlar kimlerdi?  

En çirkini ise seçimlerde "mağduriyet sömürüsü" yapıldığına ilişkin iddia. Yani ortada mağduriyet falan yok, sadece istismarı var denilmek isteniyor. Muhtıra, darbe tehdidi, cumhurbaşkanlığı seçimleri için birden bire yeni usül ihdası, Sezer'in şaşmaz bir biçimde hükümetin her adımını bloke etmesi ve buna benzer bir sürü dayatmaya maruz kalmak bu mantığa göre hiçbir biçimde mağduriyet nedeni oluşturmuyor. Ama siz eşinizin başörtüsünden dolayı "Zenci muamelesi"ne maruz kalmanızı halka şikayet ettiğinizde ise "mağduriyet sömürüsü" yapmış oluyorsunuz!

Seçimler sonrasında bu çevrelerden sadır olan değerlendirmelere bakıldığında adeta bir akıl tutulmasının izleri ile karşılaşıyorsunuz. Hala aynı saçma soruyu; "cumhuriyetin temel nitelikleriyle sorunlu, anayasal kurumlarla kavgalı bir zihniyete" halkın bu oranda destek vermesinin nasıl mümkün olabildiğini soruyorlar. Bir türlü kendilerini sorgu-yargı makamında görmekten vazgeçemiyorlar. Ve asla yanlışlığın kurulu düzenlerinde, kendilerinde, adeta ilahi bir buyrukla tesis olunmuş gibi algıladıkları sistemde olabileceğini akledemiyorlar. Oysa halkın geniş kesimlerinin destek verdiği bir kadronun devletle ve devletin kurumlarıyla kavga içinde olduğunu görüyorsanız, yapmanız gereken şey; sorunu ısrarla halkta ya da onun desteklediği kadrolarda aramak yerine bizzat devletin kendisinde, devlet kurumlarına yön veren zihniyette aramak olmalı değil mi?

Sorunu, Anlatma Yetersizliğinizde Değil, Anlattıklarınızın Temelsizliğinde Aramalısınız!

Statüko muhafızlarının seçimlerde uğradıkları hezimeti izah sadedinde sıkça başvurdukları mazeretlerden bir diğerini de, ne kendilerini ne de hükümetin yanlış icraatlarını halka iyi anlatamadıkları iddiası oluşturuyor. Zaten hep böyle olur, sizde büyük bir cevher vardır, siz hep en iyisine sahipsinizdir ama parasızlıktan, zamansızlıktan ya da rakiplerinizin kural tanımazlığından ötürü bir türlü anlatmanız gerekenleri tam olarak anlatamamış olursunuz! Büyük yalanlardan biri de budur oysa! Tabi ki, sizdeki cevherin alıcısının olmadığını, aslında sizin cevher zannettiğiniz şeyin muhataplarınız açısından bizatihi bir olumsuzluk, bir nakısa olarak algılandığını kabul etmek kolay değildir!

Halbuki, dürüst tutum bugün başarısızlığa kılıf olarak sunulmaya çalışılan gerekçelerin tümünün geçersiz olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Seçim sürecinde AK Parti'yi yıpratmak adına muhalefet partileri devlet kurumlarının desteğiyle ellerinden geleni ardlarına koymamışlardır. Sorun tezlerinin anlatımında, aktarımında değil, bizzat tezin kendisindedir. Ne var ki, bu gerçeği ikrar etmeleri beklenemez.

Cumhuriyet mitinglerine en geniş düzeyde katılım sağlanmış; normal şartlarda tabanlarının hassasiyeti dolayısıyla bu mitinglere mesafeli durması gereken sağ partilerin yöneticileri ve yine militarizme ve şovenizme karşı tutumları dolayısıyla o mitinglerde yer almaması gereken sol kesimler dahi yelpazeye dahil edilebilmişlerdir. Gerek devlet kurumları, gerekse de medyanın açık desteği ve yönlendirmesinin sağlandığı bu mitinglerde hükümet doğrudan hedef alınmıştır. Öyle ki, kampanya çerçevesinde evlere, arabalara asılan bayraklar üzerinden dahi hükümete karşı tepkiler yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.

Bu süreçte artan PKK eylemleri ve bu eylemlerde öldürülen askerlerin cenazeleri yoğun bir milliyetçi histerinin kabartılmasına zemin kılınmış ve tepkilerin odağına ise yine gayet etkili –ve elbette gayrı ahlaki- bir tarzda hükümet oturtulmuştur. "PKK Kuzey Irak'taki kamplardan gelip askerlerimizi katlediyor ama hükümet sınır ötesi operasyona izin vermeyerek teröristleri himaye ediyor" şeklindeki saçma sapan bir iddia kısa sürede bu çevrelerin kendi tabanlarında yaygınlaştırdıkları kesin bir kanaate dönüştürülmüştür. Tam bir şoven kampanya görüntüsü veren bu çabalar nihayet ip cambazlığına kadar vardırılmıştır.

Hükümet yoğun bir karalama kampanyasının hedefi olmuştur. PKK destekçiliği ile Barzani işbirlikçiliğiyle suçlanmış; nihayet Hikmetyar ile birlikte çekilen resimleri kullanılarak Tayyip Erdoğan'ın, Afganistan'da Türk birliğine karşı gerçekleştirilen saldırının feri faili olduğu imasına kadar iş götürülmüştür. Sonuçta hükümetin gayrı milli olduğu; ülkeyi teröre mahkum kıldığı; "bölücü"lerle gizli işbirliği içinde bulunduğu; askerlerle ters düştüğü için asla "iktidar" olamayacağı; yargı ile başının dertten kurtulamayacağı ve benzeri bir dizi iddia en açık bir dille ifade edilmiş, halk korkutulmaya çalışılmıştır. Ne var ki, kitleler dayatmacı ve tehditkar söylemlere prim vermemiş ve sandıkta korku tüccarlarını cezalandırmıştır.    

Darbe Dayatması İşe Yaramadı, Şimdi Sıra Uzlaşma Dayatmasında!

Seçim sonuçlarının ortaya çıkmasıyla birlikte açık bir hayal kırıklığı yaşayan düzen güçlerinin artık mecburen söylem değişikliğine gittikleri görülmekte. Kemalist-laik egemenler korku siyasetine şimdilik ara verip, politik yönlendirme taktiklerini devreye sokmuş haldeler.

Uğradıkları hezimetin etkisini azaltmak için düne kadar keskin bir tutumla hükümete eleştiriler yönelten, düşmanlıkta bulunan çevreler bugün AK Parti'yi uzlaşmacı bir tutum takınmaya, ortak paydada buluşmaya çağırmaktalar. Seçim sürecinde tüm söylemlerini düzenden yana olanlar ve düzen karşıtları ikilemine oturtanlar, şimdi seçim sonuçlarını tümüyle siyasal düzlemin dışında tanımlamaya çaba sarfediyorlar. Halkın dayatmaya tepkisini tümüyle ekonomik faktörlerle ya da muhalif partilerin seçim çalışmalarının etkisizliğiyle açıklamaya çalışıyorlar.

Bu şekilde düzen güçleri siyasi iflaslarını kamufle edebileceklerini sanıyorlar. Oysa gerek seçimlere yol açan kriz atmosferinde, gerekse de seçim kampanyaları boyunca hemen her konuyu korku faktörünü besleyecek şekilde istismar ettiklerini hep birlikte izledik, gördük. Bu süreçte laik cumhuriyeti koruma, cumhuriyete sahip çıkma adına halkın inançlarına, değerlerine karşı dolaysız bir savaş yürüttüler. Her türlü karalamaya başvurdular, oy uğruna faşizan rüzgarlar estirdiler. Ve şimdi sanki hiçbir şey olmamışçasına toplumsal uzlaşmadan, gerilim siyasetinden kaçınmaktan söz ediyorlar!

Bu bir tuzaktır! Geriletilemeyenin, tasfiye edilemeyenin kuşatılıp teslim alınması taktiğidir. AK Parti bu tuzağa düşmemelidir. Gerilimden kaçınma adına oligarşik çevrelerle uzlaşma yaklaşımı geniş halk kitlelerinin iradesini yok saymak ve militarist dayatmayı sineye çekmek demektir. Hiç kuşku yoktur ki, şimdi sandıktan çıkan açık sonuç karşısında süngüleri düşmüş görünen dayatmacılar ilk fırsatta saldırıya geçmekten kaçınmayacaklardır. Kasım 2002 seçimlerinin ardından yaşanan gelişmeleri iyi okumak gerekir. O süreçten bugünlere bakıldığında acaba AK Parti'nin elinde toplumsal uzlaşma, kurumsal mutabakat ve benzeri boş söylemlerden başka ne kalmıştır? Hiç tartışmasız, benzeri bir süreci yeniden yaşatmak AK Parti'nin halka ihaneti olacaktır! 

AK Parti Ne Yapabilir, Ne Yapamaz?

Tayyip Erdoğan ve AK Parti yetkilileri ve de tüm kadroları "beladan uzak olma" kaygısıyla gerçekleri ters yüz eden bir okuma içine girerlerse en başta kendilerini kandırırlar. Hiç kuşkusuz, seçimlerde aldıkları galibiyetin en temelinde yatan şey ekonomi politikaları, sağlık, eğitim vb. alanlardaki performansları değil; siyasi alanda maruz kaldıkları saldırılara karşı halkın duyduğu öfkedir. Aynı şekilde AK Parti'yi devirmeye çalışan egemenlerin tepkileri de hükümetin istihdam, üretim, özelleştirme ve benzeri politikalarına değil; doğrudan resmi ideolojik zihniyete ters düşen kimliğine duydukları nefretin bir sonucudur.

AK Parti başörtüsü zulmünü kanıksamış görünse de, giderek milliyetçi-devletçi söyleme evrilmeye yüz tutsa da, Ortadoğu'da emperyalist-Siyonist işgal olgusunu görmezden gelse de düzen nezdinde şaibeli, tehlikeli konumunu sürdürmektedir. Bu yüzdendir ki, sorun cumhurbaşkanlığına aday gösterilen Abdullah Gül'ün eşinin başörtüsüdür! Sorun, net biçimde kabul edilmese de en azından Kürt kimliğinin inkar edilmemesidir! Zaman zaman zikzaklar çizilmesine rağmen, İslam dünyasıyla yakın ilişki kurmaya yönelik çabalardır sorun!

AK Parti yöneticileri ve başta da Tayyip Erdoğan oligarşik dayatmaların kaynağını doğru tespit etmek ve bunlara karşı tutarlı bir tavır koymak zorundadırlar. Seçimlerde halktan aldıkları büyük destek dayatmacılara karşı ellerini güçlendirmiş ama aynı oranda da sorumluluklarını artırmıştır. Bu açık, kitlesel destek karşısında özgürlükleri geliştirme önünde hükümetin ileri sürebileceği bir mazeretinin kalmadığını düşünüyoruz. Toplumsal mutabakat, kurumsal mutabakat ve benzeri söylemlerin bu saatten sonra kof bahaneler olmaktan başka bir anlam ifade etmeyeceği açıktır. Başta başörtüsü yasağında simgeleşen İslami kimliğe yönelik saldırılara son verilmesi; Kürt sorununda resmi ideoloji dayatmasından vazgeçilmesi; eğitimde, kültürde, siyasette ve sosyal hayatın bütününde militarist dayatmaların tasfiye edilmesi için seçmen AK Parti'ye büyük bir sorumluluk yüklemiştir.

AK Parti'nin bu sorumluluğu ne ölçüde kavrayacağı ve yerine getirip getiremeyeceğini hep birlikte göreceğiz. Doğrusu fazla umutlu olmak için bir neden görünmüyor. Fincancı katırlarını ürkütmeme anlayışı zaman içinde bu partinin siyasi felsefesi halini almıştır. Dolayısıyla, seçim sürecinde özgürlüklerin geliştirileceğine dair halka verilen vaadlere rağmen, kritik konulara ilişkin olarak hükümetin somut adımlar atmaya yanaşmayacağı, halka sabır telkin etmeye devam edeceği tahmin edilebilir. Burada yine gelip sorun kitlelerin hak ve özgürlük taleplerine ne ölçüde sahip çıktıklarında, bunlar için bedel ödemeye hazır olup olmamalarında düğümlenmektedir.    

Bizlere düşen görev ise bellidir. Biz bu cahili, baskıcı düzene tümüyle muhalifiz. Dolayısıyla AK Parti'nin ya da düzen içi restorasyona yönelmiş bir başka oluşumun sistemde köklü bir değişime yönelemeyeceğinin farkında olarak, kendi sorumluluğumuzu başkalarına havale etme gibi bir tutum içinde olamayız. Mamafih, geniş halk kitlelerinin çok net bir söylem ve tutarlı, kapsamlı bir kimlikle olmasa da baskıcı, otoriter resmi ideolojik dayatmalara karşı İslami hassasiyetlere sahip çıkmasını bir avantaj, ileri doğru atılmış bir adım olarak değerlendirmek durumundayız. AK Parti'nin kimliğinin, söyleminin ve politikalarının içerdiği büyük çelişkileri, savrulmaları görmezden gelmemekle beraber, sistemin kuralları dahilinde de kalınsa atılabilecek pek çok adımın bulunduğu gerçeğini hükümetin anlamasına yardımcı olmalıyız. Anlamamakta direndiği ölçüde de muhalif tutumumuzu netleştirmeli, radikalleştirmeliyiz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR