1. YAZARLAR

  2. Mehdi Karrubi

  3. 1987 Kanlı Hac Hakkında Söylenmemiş Olanlar

1987 Kanlı Hac Hakkında Söylenmemiş Olanlar

Haziran 1990A+A-

Şu anda İran İslam Cumhuriyeti Meclisi'nde Meclis Başkanlığı görevini yürütmektedir.

- Sayın Karrubi, 1987 kanlı hac olayı hakkında şimdiye kadar kamu oyuna resmen yapmadığınız açıklamaları yapar mısınız? Yani yeni noktaları beyan eder misiniz?

- İmam'ın temsilcisi ve hacıların rehberi olduğum üç yıl hac merasimi yapıldı. Fakat maalesef 1987 haccı, o malum faciaya sürüklendi. Hacıların sorumlusu olduğum bu üç sene, gerçekte siyasi işi yapmakla görevlendirilmiştim. Fakat herhangi bir çatışma çıkmaması ve haccın huzur ve güven içerisinde yapılması için dikkat ediyordum. Gerçekten bizim içimizde tam bir iyi niyet vardı. Sadece bir hedefimiz söz konusu idi, o da şuydu: Hac merasiminin siyasi yönü de olmalıdır; "Amerika'ya ölüm", "Rusya'ya ölüm" ve "İsrail'e ölüm" denmelidir, İslam Dünyasının problemleri hacda gündeme getirilmelidir. İşte bunların bizim için değeri vardı. Bu yüzden de onlara dayandık. Bütün bunlara rağmen, tek çabamız çatışma çıkmamasıydı.

Önceki iki sene bildiğiniz şekliyle hac merasimi yapıldı. Üçüncü sene de Suudiler'le aramızda, yürüyüş yapacağımıza dair anlaşma yapıldı. Elbette onlar yürüyüş yapılmaması için çaba harcıyorlardı. Veya yürüyüşün sınırlı yapılması için çalışıyorlardı. Bu durum, sadece 1987 senesiyle ilgili değildi. 1985 ve 1986 yıllarında da durum aynı idi. Onlar başkalarının yürüyüşü suistimal etmelerinin mümkün olduğunu söylüyorlardı. Olmaya ki, bir takım kimselerin gelerek olay çıkarmalarından endişe ediyorlardı. Biz ise onlara bizden emin olunuz diyorduk. Önce sloganlar belirlenerek Ba'seden halka bildirildi. Belirtilenin dışında atılan slogana halk eşlik etmemekle kalmıyor, aynı zamanda o tıp sloganlara karşı cephe de alıyorlardı. Her halükarda bizim yürüyüşümüz, anlaşma yoluyla yapılan bir yürüyüştü. Her ne kadar bir konuşmamda, Suudilerin Hac Bakanı ile yürüyüşten önce bir gece kötü bir oturumumuzun olduğunu ve Hac Bakanı'nın bu oturumda "yürüyüş olmasın, polisi kontrol etmek mümkün olmayabilir" dediğini söylemişsem de, son oturumda şu sonuca varıldı: Ertesi gün Suudiler'den iki üç kişi gelecek ve İmam'ın Ba'se temsilcisiyle birlikte, yürüyüşün nerede son bulacağını belirtecek. O gün iyi bir tavırla geldiler.

Kötü olduğunu söylediğim önceki oturumdan çeşitli konular üzerinde duruldu ve tartışmalar oldu. Fakat ertesi gün geldiler ve oturup konuştular. Buluşma da çok iyi idi. Bu oturumda "yürüyüş geçen yılki yerde yapılsın" dediler. Fakat buna rağmen daha sonra yürüyüşün bitmesine 100 metre kala çatışma başladı. Orada bulunan kimseler, binaların üzerinden ve köprülerden halkın üzerine bazı şeyler atıldığını görüyorlardı. Eşya toplanarak getirilmiş ve iş önceden planlanmıştı. Yani iş, çatışma çıktığı zaman onların etrafa bakarak ellerine ne geçmişse fırlatmaları şeklinde değildi. Ben de yürüyüşün içerisindeydim. Çünkü başından sonuna kadar yürüyüşün içerisinde olmakla görevliydim. Benim yürüyüşte olmamın kontrolü sağlayacağını düşünüyordum. Eğer bir olay olursa, engel olabilir ve halkı durdurabilirim diye düşünüyordum. Fakat maalesef 1987 yılının yürüyüşü arz ettiğim gibi Suudilerin önceden yaptıkları hazırlıklarla çatışmaya sürüklendi.

- Siz yürüyüş yapan topluluğun neresindeydiniz?

- Ben topluluğun ne başında idim, ne de sonunda. Yaklaşık olarak ortaya yakın bir yerdeydim. Ön taraftan kurşun sıktıklarını gördüm. Ben meselenin bittiğini sanmıştım. Fakat sonra anladım ki, olay çok ciddi ve çok şiddetlidir. Halk da çok büyük sıkışma vardı. Birdenbire bazı kimseleri kanlı başlarıyla geriye götürdüklerini ve bazan da cenaze getirdiklerini gördüm. Yavaş yavaş ambulanslar geldi. Artık halkı katî bir şekilde öldürdükleri haberi gelmeye başladı. Başka bir konuşmamda da söylediğim gibi, bütün bunların baş ezmek için yapıldığına kesin olarak inandım. Yani olay, yürüyüş yapanları dağıtmak için değildir. Onlar, Mescid-i Haram'a giden göstericilerin önünü tutmak istediklerini söylüyorlar. Oysa bizim olayın böyle olmadığım gösteren bir çok delilimiz vardır. Bunları seminerde de söyledim. Delillerimizden birisi şudur: Biz senelerce buradan toplanarak yürüyüş yapardık. Bu yürüyüşlerde çatışmanın olduğu her yerde polis veya ordunun tüm çabası gücü dağıtmak için olur. Göz yaşartıcı gaz kullanırlar. Su fışkırtırlar. Dayak atar ve havaya fişek sıkarlar. Bütün bu işler, topluluğun dağılması içindir. Fakat 1987 hac olayında durum farklıdır. Ben kendim o esnada ne yapacağımı şaşırıp kalmıştım. Orada bulunanlara geriye çekilmelerini ve cadde ve sokaklardan Ba'se tarafına doğru gitmelerini söyledim. Hatta kendim de yavaş yavaş aynı tarafa döndüm. Fakat dikkat ettiğim zaman gördüm ki bütün geçit ve yollar bize kapatılmış. Küçük sokaklara giren topluluklar, hemen geri dönüyorlardı. Oralarda bazı kişilerin kendilerine saldırdıklarını söylüyorlardı. Ba'se semti de -ki ben halkın oradan şehre dağılabileceğini düşünüyordum- kapatılmıştı. Suud polisleri topluluğu şiddetle ileri geri itip kakıyor ve hacılara şiddetle vuruyorlardı. Sonra şiddetli bir şekilde kurşun sıktılar ve peşinden de zehirli gaz kullandılar. Bu gaz insanları boğuyordu. Topluluğun sıkışıklığı o kadar fazlaydı ki ben bile beni koruyanlar olduğu halde dengemi kaybettim. Sonra denge sağladım ve etrafımdaki gençlere sıkışıklıktan dolayı yere düşen kişileri kaldırmalarını söyledim. Fakat daha sonra olay o hale geldi ki, belki kendim de yere düşen birinin üzerine basabilirdim.

Her halükarda İranlı ziyaretçilere yapılan saldırının sadece baş ezmek ve yok etmek maksadıyla olduğunu gösteren bir çok delilim vardır. Hiç bir zaman topluluğu dağıtmak için olay çıkmadı. Ben de sonuna kadar caddelerin içinde idim. Geceleyin geç vakitte Ba'se'ye geldim. Tahran'dan bir iki defa telefon edilmişti, ne haber var diye. Halkı tıpkı esir gibi caddelerin içerisinde tuttular. Ben, halkın moral ve huzurunun emsalsiz olduğunu hissediyordum. Bunlar savaş için gelmemişlerdi. Örtüleri başlarından düşmüş vücutları kanlı bacılar görüyordum. Bunlar benim başımda sarık olmadığından ve ayağımda ayakkabı olmadığından dolayı üzülüyorlardı. Askeri güçlerin, ağır donatımlarla şehre yerleşmelerinden ve Mescid-i Haram'ın kendiliğinden askeri bir havaya bürünmesinden sonraki günlerde moraller gerçekten çok iyiydi. Halk beni gördüğünde "Selamımızı İmam'a iletin. Biz (davamızda ve İmam'a bağlılığımızda) sebat ediyoruz ve İmam'dan el çekmiyoruz." diyorlardı.

- İranlı olmayan bir çok hacı da yürüyüşe katıldı. Gerçekte onlar bu olayı nasıl değerlendirdiler?

- Suudilerin her zaman söyledikleri sözlerden biri de şu idi: "Sizin amacınız hacıların asayişini bozmaktır. Diğer hacılar bu olaya karşıdırlar."

Fakat şu dikkat çekici bir noktaydı ki diğer hacılardan bir kısmı da şehid oldu veya yaralandı. O günün sabahından İranlı olmayan hacılarla fevkalade bir şekilde irtibat sağlandı. İranlı olmayanlardan bir felakete maruz kalan ve yaralananlar telefon ediyorlardı. Mesaj veriyorlar ve bizimle dertleşiyorlardı. Bu işten dolayı Suudiler kendilerinden nefret ettirmişlerdi. Ben hiç bir zaman, Suudilerin propagandalarının bu kadar etkisiz olabileceğini ve bizim hareketimizin müslümanların gönlünde bu kadar yer edebileceğini tasavvur etmiyordum. Bir kısmı şöyle diyordu: Eğer mahkeme olursa, biz gelir, şahitlik yapar ve gördüğümüz olayları söyleriz. Bunlar diğer ülkelerin müslümanlarıydılar. Bunların bir takım kısıtlamaları da vardı. Yani bunlar, ülkelerine döndüklerinde bir hayli başlarına dert geleceğine inanıyorlardı. Burada ilginç olan bir husus da şudur: Arabistan'ın kendisinden de mektuplar ve mesajlar almıştık. Bu mektup ve mesajları gönderen müslümanlar bu kötü olaydan çok utandıklarını ve çok üzüldüklerini belirtmişlerdi.

- Cinayeti işledikten sonra Suudiler çok propaganda yaptılar. Acaba onlar bu işte ne kadar muvaffak oldular?

- Onların radyo ve televizyonlarının bizim aleyhimizde nasıl propaganda yaptıklarını ve ne tip sözler söylediklerini sizler görüyordunuz. Bıçakları aşçılardan aldılar, kebap şişlerini ve çakıları toplayıp getirerek dediler ki, bunlar olay çıkarmak ve insanları öldürmek istiyorlardı. Bizim aleyhimize her şeyi söylediler. Ben gerçekten onların propagandalarının insanlar üzerinde ne kadar tesirsiz olduğunu gördüm ve anladım. Bizzat Arabistan müslümanlarının kendileri "Biz başa gelen olayın ne olduğunu biliyoruz. Yapılan propagandaların bizim üzerimizde hiçbir tesiri yoktur." diyorlardı. Onlar, "Biz İslam düşmanlarının aleyhine sloganlar atmak gerektiğini biliyoruz." şeklinde mesaj vermişlerdi. Olay günü Mekke ahalisi evlerinin kapılarını halka açtı ve yaralılara barınak verdi. Onlara yiyecek verdiler. Bazı yerleri belirtmiyorum. Çatışmanın olduğu bir caddede bir mescid vardı. Bu mescidin kapısını açtılar ve 300'den fazla kişiyi barındırdılar. Bazı aileler vardı ki üzen bunlar olaydan sonra yaralıları pansuman ederek bize teslim ediyorlardı. Bizimle dert ortaklığı yapılması bizim için çok ilginçti. İşte Mekke halkının İslam Cumhuriyeti hakkındaki düşüncesi bu kadar şeffaf ve aydınlıktır. Yine hac merasimiyle ilgili, özellikle olaydan sonra meydana gelen meselelerden biri de beni sınır dışı etmeleri ve hacılarımızın Medine'ye girmelerine engel olmalarıydı. Ben, Suudilerin bir iş yaptığını, fakat başarılı olamadıklarını gördüklerini anladım. Önce karışmadılar ve olay çıkarmadılar. Fakat yavaş yavaş halkın ilgisini gördüklerinde bizim Medine'ye gelmemize engel oldular. Cidde'ye geldik ve hemen hava alanına giderek tekrar döndük. Bize Sah gününe kadar hareket etmemiz gerektiğini bildirdiler, işe kansan bütün herkesi tuttular ve sınır dışı ettiler. Bu şunu gösterdi ki onlar başaramadıklarını ve yaptıkları işlerin kendilerince bırakması gereken tesiri bırakmadığını anlamışlardı. Halbuki benim halkın içinde olmamın bir tesiri vardı. Geceleyin Mescid-i Haram'a gittiğim zaman, halk bir araya geliyor ve bana sorular soruyorlardı. Suudiler, benim halkın içinde kalmamın kendileri için zararlı olduğunu anladılar ve aleyhimize çok propaganda yaptılar. Fakat o kadar propagandanın hiç bir etkisi yoktu. Kaldı ki, inkılabın manevi nüfuzu o kadar fazla ki benim hacıların içerisinde olmam dahi gerekmez.

- Halkın ezilmeye başlandığı ve sizin halka geriye çekilmesini söylediğiniz ve bütün yolların kapandığı o hassas anda, -halktan sorumlu olduğunuzu dikkate alarak- neler hissetmekteydiniz?

- Ben halktan dolayı huzursuz idim. Yani yüreğim damlıyordu. Yaşlı adamların kanat çırptığını, kadınların kanat çırparak yere düştüklerini ve onlar için hiç bir iş dahi yapamadığımı gördüğüm zaman gerçekten rahatsız ve huzursuz oluyordum. Allah'ın evinin ziyaretçisi olan hacılarımız garibti. Emin beldenin yanı başında, en iyi ziyaretçilerine bu şekilde cefa olunduğunu gördüğüm zaman gönlüm inciniyordu. Bunca şehit vermiş, fedakarlık etmiş ve evrensel bir şekilde düşünerek savaşmış olan insanların böyle acımasızca zulüm altında tutulduğunu gördüğüm zaman yüreğim yanıyordu. Fakat kendime bir hayli hakimdim. Moralim çok iyi idi. Hatta bir yerde canım istedi, gözlerimi kapadım ve şimdi ne yapmak gerektiğini düşündüm: Acaba gösterilerde ortadan kaybolmadım diye beni tutup sınır dışı ederler mi? Gelip Ba'se'yi muhasara ederek beni götürürler mi? Eğer götürürlerse hiç önemli değil, fakat götürmezlerse benim programım nedir? Ve ne işler yapmalıyım?

- Olaydan sonra -ki biz Ba'se'de idik- bazıları Suudilerin herkesi Ba'se'de toplayarak kurşuna dizmelerinin mümkün olduğunu söylüyorlardı. Acaba bu düşünce de aklınıza geldi mi?

- Hayır! Böyle bir şey aklıma gelmedi. Benim aklıma, Ba'se'yi muhasara etmeleri, bazı hacıları tutuklamaları, bizi Arabistan'dan çıkarmaları ve bir kısmını da alıkoymalarının mümkün olduğu geldi. Caddenin huşunetinin şiddetinden dolayı olayın devam edeceğini düşünüyordum. Başka bir şey daha aklıma geldi: Yedinci gece olduğu zaman bizi bırakmaları ve bizim de merasimimizi yapmamız, sonra da onların başlamaları mümkündür. Bunu düşünüyordum.

- Çatışma içerisinde bizzat sizin gördüğünüz en üzücü sahneler hangileriydi?

- Gördüğüm sahneler çok rahatsız ediciydi. Biri şöyleydi: "İki bacımız yere düşmüştü. Hareket edemiyorlardı. Biz de onlar için hiç bir iş yapamıyorduk. Topluluğun çok sıkışmasından dolayı hemen oracıkta şehadete kavuştular. Beni çok üzen diğer bir manzara ise şuydu: Bir bacı vardı. Yere düşmüştü. Onu kurtarmak için ne yaptıysam başaramadım. Yani artık imkansızdı kurtulması. Yanımdaki gençlere dedim ki bir hareket yapın, belki onu yukarı kaldırabiliriz. Fakat tam bu esnada topluluktan bir dalga geldi de biz de sürüklendik. Durum öylesine güçtü ki kimsenin eğilme cesareti yoktu. Beni üzen başka bir nokta şuydu: Tabii bunu ben görmedim, fakat işaretlerini gördüm. Olayın ertesi günü bir ambulans şoförü gelerek kurşunlanan ve durumu kötü olan bir bacının ambulansta bulunduğunu söyledi. O bacı kol saatini ve yüzüğünü çıkararak bu şoföre verir ve şöyle der: "Bunları imamın temsilcisine veriniz ve hayır yolunda istediği gibi harcayabileceğini söyleyiniz, İmam'ada selamımı iletin." O yaralı kadın bu cümleleri söyler söylemez şehadete erişiyor. Ben de o saat ve yüzüğü plastik bir kutu içerisinde muhafaza ettim ve o bacının ismini de kutunun üzerine yazdım. Bu olay beni çok üzdü. Şu anda da hatırıma geldiği zaman üzülüyorum. Saat ve yüzüğü daha sonra şehitler müzesine vermek üzere sakladım.

- Dayak yemeniz konusunda konuşur musunuz'? Hatırladığımız kadarıyla Mina'da vücudunuzdan bir kaç küçük ve ayrıca meyve tabağı kadar da büyük bir morarma vardı. O meşgalede vurdukları zaman dayak yemekte olduğunuzu hissediyor muydunuz?

- Evet. Tamamen dikkat ediyor ve hissediyordum. Tabii benim yediğim dayak çok değildi! Bütün herkese vurdukları şeylerle bana da vurdular. Elbette benim çevremde bulunan gençler bana çok vurmamaları için dikkat ediyorlardı. Yani eğer onlar olmasaydı çok yara alırdım. Fakat çevremdekiler çok felaket gördüler. Onlardan birinin eli kırıldı ve bir kaç kişi de bana vurdu. Yalnız onlar beni tanımıyorlardı. Toplumu dövdükleri gibi beni de dövüyorlardı. O zaman düşündüm ve beni tanımamaları için başımı aşağı indirdim. Çünkü böyle yerlerde insanı tanırlarsa çok çabuk yok edebilir ve sonra da derler ki topluluğun arasında olduğu için onu tanıyamamışlar.

- Olaydan sonra Ba'se'de size bir çok mektup geliyordu. Kuveyt emirinden, vakıflar bakanından ve diğerlerinden... Bu mektupların içeriği genellikle ne idi?

- Bu konuda özel bir şey hatırıma gelmiyor. Kuveyt emiri ve Hac bakanı bir iki tane mektup yazdılar. Bununla Arabistan'dan gidin demek istediler. Hatırladığım kadarıyla şöyle yazmışlardı: Medine'ye gitmek yok. Eğer Medine'ye gitmek isterseniz, sizi yakalar ve oradan doğru götürürüz.

- Olay için daha önceden hiç bir tahmin ve tedbir olmadığını göz önünde bulundurarak olay gecesi Ba'se'ye vardıktan sonra yaptığınız ilk iş neydi?

- Suudilerin usulen normal cenazeleri teslim etmekte zorluk çıkardıklarını biliyordum. Şehid cenazeleri konusunda ise Suudilerin ne kadar zorluk çıkaracaklarını varın siz düşünün. Doğru değil mi?

Hatta bazı yerlerde de cenazeleri hemen buraya defnediniz demişlerdi. İran'la irtibat kurmam ve olayı söylemem gerektiğini anladım, ilk adımda cenazeleri İran'a götürmek vardı. Bunun için aynı gece Sayın Musevi ile telefon konuşması yaptım. Dr. Velayeti saat 11'de telefon etti. Onunla da konuştum ve dedim ki hemen Suud Faysalla konuşunuz ve cenazeleri kesinlikle götürmemiz gerektiğini söyleyiniz. Bu konuda çok ısrar ettim. Çünkü ailelerin çok hassas olduklarını biliyordum. Eğer cenazeler İran'a gelmezse, özellikle kadınlar hakkında çok şeyler söylenir. Benim çalışmama elektrik geldiği an başladı. Elektrik çatışmadan sonraki vakitlerde kesildi ve gecenin sonlarına doğru geldi. Bizim ilk işimiz cesetler meselesi idi. Onlar cenazeleri vermek istemiyorlardı. Fakat gayret ve çabalar bilahare cesetleri bize teslim etmelerine sebep oldu. Başbakan Musevî, Suudiler'le bu konuyu aynı günde iki defa konuştu.

- Büyük bir refleks vardı, çünkü hac olayı Tahranda Özellikle bacılar konusunda halkı çok endişelendirdi. Hatta bacıların bir kısmının çalındığı veya kaybolduğuna dair bir mesele ortaya atıldı. Bu noktada durum ne idi?

- Halkın daha çok bacıları endişe etmeleri, bir hakikattir. Siz de gördünüz ki ölümler daha çok bacılardan idi. Bacılardan 210 kişi sehid oldu. Yani, yaklaşık olarak, erkek kardeşlerimizin iki katı. Çünkü onlar felakete uğramaya daha çok yatkındır ve bedeni güçleri daha azdır. İşte bu sebeple bir defa çok dikkatliydim. Çok da emindim ki bacılardan bir kısmının çalınması ve kaybolması söz konusu değildir. Çünkü önce halk uyanık ve akıllı idi. Eğer bir yerde bir evin kapısı topluluğa açıldıysa, 100 kişi eve giriyordu. Yani bir kişinin eve girerek kapıyı kapatması olayı yoktu. Ne mutlu ki bütün cesetler bulundu ve bir kişi dahi kaybolmadı. Bu tip durumlarda şayiaların çok olması tabiidir. Fakat böyle bir sahne olmadı ki öyle meseleler meydana gelsin. Kaldı ki durumlar biraz sakinleştiği zaman halk kendisini kontrol ediyordu.

- Hacı ağa, gelelim şehitlerin ailelerine. Onlarla en iyi temas kuran birisi olarak şehitlerin aileleriyle ilgili ilginç bir hatıranızı okuyucular için anlatır mısınız?

- Bizim, şehitlerin aileleriyle irtibatımız gerçekten çoktur. Ailelerin İmam'a tamamıyla fevkalade bir sevgi ve bağları vardır. Bu onların özelliklerinden biridir. Şehit ailelerinin bir çok problem ve istekleri vardır; fakat her zaman gündeme getirdikleri bir istekleri İmamla görüşmek ve O'nu ziyaret etmektir. Bu ise, onların Hz. İmam'a olan sevgi ve bağlılıklarını göstermektedir. Ama şaşırtıcı olan bir şey var ki, o da bir çok musibete duçar oldukları halde yine de onların daha güçlü ve daha dinç olmalarıdır. Çok iyi moralleri vardır. Biliyorsunuz, annenin çocuğa ilgisi daha çoktur. Gerçekte de çocuğun bir musibete maruz kalması karşısında annenin tahammül gücü babadan daha azdır. Fakat görüyoruz ki bir kaç şehid annesi bütün altın ve imkanlarını getiriyor ve onları İmam'a vermemiz veya cepheye göndermemiz için ısrar ediyor. Halbuki bu şehid ailelerinin mali sıkıntıları da vardır. Bu ailelerin sahip olduğu maneviyat, insanı oldukça çok etkiliyor.

- Bu konuda en iyi hatıralarınızdan birini söyleyebilir misiniz?

- Size bir hikaye anlatayım. Bu hikaye çok dikkat çekicidir. Bir ailenin çocuğu şehid oldu. Bu çocuk, ailesinin tek erkek çocuğu idi ve 19 yaşındaydı. Altı kızdan sonra dünyaya gelmişti.

Şehid teşkilatının sorumlusu, bu genç şehidin evine gittiği zaman, sözü dolaştırarak olayı haber vermeye çalıştığında şehidin annesi şöyle diyor: "Ben biliyorum; oğlum Hüseyin şehid olmuştur. Ben, onun şehadet haberini 19 sene önce işitmiş ve öğrenmiştim."

Şehid annesi anlatıyor: "Hüseyin'e hamile kaldığımda, yedinci çocuğumun da kız olmasından endişe ediyordum. Çünkü altı kızım vardı. Bir gece bir rüya gördüm. Evimize üç kadın geldi. Onlara ziyafet çekmek ve ikramda bulunmak için yerimden kalkmak, istediğim zaman, hanımlardan biri bana "...Sen hamilesin. Benimle gelen hanımlardan biri bu işi yapar." dedi. Ben oturdum ve yine bu kadın bana söyle dedi: "Sen, şu iki üç gün içinde doğum yapacak ve bir erkek çocuğu dünyaya getireceksin." Hayır hanım dedim. Benim altı tane kızım var ve sanırım bu da kız olacak.

Misafir kadın da dedi ki: "hayır, sen bu defa erkek çocuk doğuracaksın. İsmini de Hüseyin koy. O kesinlikle şehid olacak." Bu esnada uykudan uyandım.

İki üç gün sona doğum yaptım. Gerçekten de çocuğum erkek idi. İsmini Hüseyin koydum."

Şehid annesi ilave ediyor: "Dün gece de iki defa rüya gördüm. Hüseyin şehid olmuş. Şimdi de siz gelmişsiniz. Oğlum Hüseyin'in şehid olduğundan eminim ve huzurluyum."

- Eşinizin üzerine düşen görevleri yapma da iyi bir çalışmasının olduğu belirtiliyor. Sizce müdüriyet noktasında onun durum nedir ve eşinizin sorumluluğunun, özel hayatınıza bir tesiri var mıdır?

- Onun güçlü bir iş yürütücü olduğunu ve iyi çalıştığını başkaları söylemelidirler. Fakat özetle söylemek gerekirse, zahmet çekiyor, gayret ve hizmet ediyor. İyi de hizmet ediyor. Yani zamanının çoğunu işi için harcıyor. Fakat buna rağmen hiç bir problemimiz yok. Yaşamımız iyi. Ve ben bu hayattan çok memnunum.

- Ne zaman evlenmiştiniz?

- 1962 yılında evlendim. İmam'ın mücadelesi de aynı yıl başladı. Yani tam bizim hayatımız yeni başlamıştı ki ben, sade bir asker olarak olayın içerisine düştüm. 1963 yılı, benim ilk zindan yılımdı: 15 Hordad, hapis hayatımın ellinci günü idi. O zaman henüz çocuğumuz yoktu.

- O esnada eşinizin tepkisi ne idi?

- Şurası ilginçtir ki ben bu olayların içerisine girdiğim zaman eşimin morali çok iyiydi. Çok hazır bir morali vardı. Ailemin huzurunda meseleleri gündeme getirmek istemezdim. Fakat bütün musibet, zorluk, sürgün ve zindanları hazır bir moralle kabul ediyordu. Ben, Kum'da SAVAK'ın hapsindeydim. Orada genç bir kadının üzüldüğünü görmüşlerdi. Ona "üzülme hanım" demişlerdi. O da cevap olarak, "hayır, üzülmüyorum, bilakis iftihar ediyorum" demişti. Buna bir hayli sinirlenmişlerdi.

Bir defa tutuklanmalarımdan birinde görevli memurlar evimize gelmişlerdi. Onlardan birisi İmam'ın fotoğrafını evin içinden kaldırdı. Eşim ona "o fotoğrafı kaldırma" dedi. Öyle ki ben gece yarısı onu da döverler diye endişe ettim. Memur ise "hayır, bu fotoğrafı götürüyorum" diye cevap verdi. Eşim dedi ki: "Onu götürebilirsin, ama acaba kalbimden atabilir misin? Onu ne yaparsın?"

Bir ayağı cephede kesilmiş olan ve kulaklarından biri işitmeyen oğlum Takiy, 1967 yılında dünyaya geldi. Doğmadan önce beni Şah'ın taç giyme olayında tutuklamışlar ve Kızılkale'ye hapsetmişlerdi. Eşim de hamile idi ve doğum yapması yakındı. Üç ay on gün ailemden hiç bir haberim yoktu. Bu kadar zaman geçtikten sonra ailem Kızılkale'ye geldi. Biraz fıstık ve elbise getirmişti. Görevlilerle konuşarak fıstık ve elbiseyi içeri getirdi. O zaman bir oğlum vardı. Getirdiği şeylerin içinde bir de kağıt vardı. Bu kağıtta "Hüseyin ve Takiy size selam söylüyor" diye yazıyordu. Bu yazıyı okuyunca bir çocuğumuzun daha dünyaya geldiğini ve oğlum olduğunu, ismini de, İmam Muhammed Takiy (a)'nin doğum gününde doğması münasebetiyle koyduklarını anladım.

- Hacı ağa, 1987 haccında eşinizin yürüsün ön saflarında, yani sizden uzak bir yerde bulunduğunu işittik. Çatışmanın başlaması ve kurşunların sıkılmasıyla eşiniz hakkında nasıl bir hisse kapıldınız?

- Allah'ı şahid tutuyorum ki cenazeleri düşünüyordum. Simde ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Bizim Takiy de bu sun'i ayakla gösterilere katılmıştı. Fakat aslında bunların nerede oldukları aklıma gelmedi. Olayın ertesi günü sabahleyin dostlardan biri "Hacı hanım da çok yaralanmış" dediği zaman hemen ailemin de yürüyüşe katıldığını hatırladım. Aslında ben bu meseleleri belirtmeyi hiç sevmiyorum. Onun durumu aldığı yaralardan dolayı kötü idi. Diyorlardı ki şoförümüz olmasaydı, nasıl bir yazgı olacağı belli olmazdı. Şoförümüz onun düştüğünü gördüğünde gidiyor ve mecburen onu yukarı kaldırıyor. Eşimin vücudu morarmıştı. O ayak altında kalanlardan biriydi.

Eşimin 1987 haccındaki hatıralarından biri de şudur: Olay gecesi Filistinliler'in binasından çıkarak kafilesinin yanına dönmek istediğinde çarşafı olmadığı için sadece bir başörtüsüyle yürümüş. Caddenin içi de kadın çarşaflan ile dolu idi. Hanımım anlatıyor: "Bir yerde bir çarşafı yerden almak istedim, fakat bir baktım ki içinde ceset var. Başka bir yerde yine aynı şekilde. Ancak Üçüncü bir yerde çarşaf bulabildim."

- Çok teşekkür ederiz Hacı ağa.

Çev.: Malik Eşter

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR