1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Normalleşme Beklentisi Başka Bahara mı?
Normalleşme Beklentisi Başka Bahara mı?

Normalleşme Beklentisi Başka Bahara mı?

15 Temmuz’un üzerinden neredeyse bir yıl geçti ama normalleşme beklentisi hala karşılanabilmiş değil, bilakis kriz hali dörtnala sürmekte. Gidişatın bir umutsuzluk atmosferine yol açtığı görülüyor. Metin Gürcan’ın tespitleri tam da bu hali resmediyor.

29 Mayıs 2017 Pazartesi 11:17A+A-

Kaplanı Sürmek

Metin Gürcan / T24

Geçen hafta İngiltere’de idim. Oxford Üniversitesi’nde ‘15 Temmuz sonrası TSK, Sivil-Asker İlişkileri ve Güvenlik’ başlıklı bir sunum yaptım. Perspektifi ne siyah ne de beyaz, ama giderek koyulaşan bir gri olan sunumumun sonunda İngiltere İçişleri Bakanlığı’nın ‘Kriz Yönetimi’ ile ilgili konsept/doktrin geliştirme bölümünde çalıştığını söyleyen 40’lı yaşlarda bir katılımcının şu ilginç sorusu ile muhatap oldum:

“Size 15 Temmuz hakkında soru sormayacağım. Çünkü o konular üzerinde hala her şey çok spekülatif. Benim sorum 15 Temmuz sonrasında Türkiye’nin uyguladığı kriz yönetimi süreci ile ilgili. Sizce şu an Türkiye aynen planladığı şekilde kriz yönetimini mi sürdürüyor? Şayet cevabınız ‘Evet’ ise nasıl bir rasyonalite ile bu süreç planlandı ve şu anda yönetiliyor? Şayet cevabınız ‘Hayır’ ise acaba karar alıcılarınız artık sizin süreci değil de sürecin Türkiye’yi yönettiğinin farkında mı?”

Soruyu duyunca yüzümde beliren acı gülümsemeyi çaktırmamaya çalışarak şu cevabı verdim: “15 Temmuz sonrası kriz yönetimi süreci bir yandan hem aşırı politize oldu hem de magazinleşti, diğer yandan ise ultra-güvenlikleştirildi. Türkiye’de bir şeye toksik siyaset ve magazin bulaşınca onu ciddiyetle tartışmak imkansızlaşıyor. Sanırım şu an biz süreci değil, süreç bizi yönetiyor, aslında belki de yönetmiyor için için çürütüyor.”

İngilizce çok sevdiğim bir ifade vardır: riding the tiger (kaplanı sürmek)’. Bu tabir vahşi, yönetilmesi çok zor, riskli, her an kontrolünüzden çıkabilecek süreçleri/aktörleri/ilişkileri yönetme işinin zorluğunu vurgulamak için kullanılır. Gerçekten de kaplana binmek ve onu kontrol etmek, eğitimli ve uslu bir ata binip onu kontrol etmeye pek de benzemez. Bugün devlet kurumları ve sivil toplumu ile ülkece deyim yerindeyse ‘15 Temmuz sonrası kriz sürecine’ yani kaplana binmiş durumdayız. 20 yıllık devlet memuriyetimden sonra öğrendiğim önemli tecrübelerden biri de ‘Türk tipi bürokrasi makinasının’ özellikle mevcut olanı yıkma konusunda bir defa çalışmaya başlayınca kolay kolay duramadığı, ama iş yeniyi inşa etmeye gelince ortalıktan pek çoğunun sıvıştığı, kalanlarınsa her türlü çabaya rağmen kurumları dönüştüremediği gerçeği.

15 Temmuz sonrası kriz süreci: Üzerine bindiğimiz kaplan

22 Temmuz 2016’da, yani 15 Temmuz’dan bir hafta sonra Ankara’da hükümetin başbakan yardımcısı ve bakan düzeyinde yaptığı ve asıl amacı 15 Temmuz’un yurt dışında nasıl daha iyi anlatılabileceğine dair bir beyin fırtınası olan bir toplantıya katılma imkanım oldu. O toplantıdaki konuşmamda aslında yaşananın ‘intiharvari bir askeri kalkışma’ olduğu, devletin kurumları üzerinde ve devlet-toplum ilişkilerinde çok büyük bir şok yarattığı, bu şok neticesinde çok türbülanslı bir döneme gireceğimizi, tam da bu nedenle çok hızlı bir ‘şok tedavisi’ şeklinde 15 Temmuz Askeri Kalkışmasına doğrudan katılan asker ve sivil kişilere yönelik şeffaf ve somut delile dayanan hukuki soruşturma ve dava süreçleri yürütülmesi, 2-3 ay sürecek olan bu şok terapisinden sonra çok hızlı bir ‘normalleşme ve reform’ sürecine girilmesi gerektiğini, müteakip tasfiyelerin de bu normalleşme ve reform sürecinin bir parçası olarak hukuki ve sosyo-ekonomik mağduriyetler yaratmadan sürebileceğini ifade etmiştim.

Toplantıya katılanların da üç aşağı beş yukarı benimle aynı fikirde olduğunu görüp ne yalan söyleyeyim umutlanmıştım. Ama 28 Mayıs 2017 itibarı ile ‘mevcut durumu’ analiz ettiğimde ben ‘kaplanın üstünden bir an önce ve profesyonelce inelim’ dememe rağmen, hala kaplanın üstündeyiz. Bu yazıyı yazmamın da temel amacı hala karar alıcılarımızın bir kısmının kendilerini bir kaplanın değil de bir atın üstünde olduklarını, ve onu istedikleri yere sürebileceklerini düşünmeleri ve bundan duyduğum kaygı.

Yalnızca 15 Temmuz gecesi askeri kalkışmaya yeltenen şebekeye odaklanan hızlı bir ‘şok terapisi’ yerine hem açık hem de örtülü ağlarını fiziksel olarak yok edecek şekilde, FETÖ’ye karşı daha kapsamlı bir uzun süreli topyekûn savaş yaklaşımının benimsenmesi; giderek bu uzun soluklu ve topyekûn mücadele anlayışının sosyal maliyetlerinin artması, bunun yanında Türkiye’nin giderek ülke içinde olanları ve ‘kriz yönetim süreci’ adına yaptıklarını yurt dışına anlatmakta zorlanması yavaş yavaş kontrolün bizden kaplana geçtiğinin önemli göstergeleri.

15 Temmuz üzerinden 10 ay geçmesine rağmen hala hem devlet kurumları içinde hem de devlet-toplum ilişkilerinde kriz sürecinden bir ‘normalleşme-reform’ sürecine geçilememesi ‘Acaba artık kritik eşiği geçtik ve kaplandan inemiyor muyuz?’ sorusunu sordurtuyor. Acaba hala kriz sürecinin kontrolü bizde mi yoksa artık süreç mi bizi yönetiyor?

Siyaset özde güç, imtiyaz, rant ve hakkın kimler tarafından, hangi mekanizmalarla ve nasıl bölüşüldüğünü anlamaya çalışır. Bu da günün sonunda hem devlet kurumları içinde hem de sivil toplumdaki her türlü ‘çıkar grubunun’ aralarındaki güç ilişkilerini anlamaya çalışmak demektir. Benim şahsi gözlemim 15 Temmuz sonrasında siyasette, ekonomide, güvenlikte hatta ve hatta sivil günlük hayatta çıkar grupları arasındaki güç ilişkilerinin nasıl oynanacağına dair kuralların tümden değiştiği 15 Temmuz’dan sonra oynanacak oyuna dair yeni kurallar bir türlü ortaya çıkmadı. Bu da hem devlet kurumlarını hem de sivil toplumdaki aileye kadar tüm kollektif yapıları ‘kronik bir kurumsal krize’ soktu. 15 Temmuz sonrasında bizi bu giderek kronikleşen kurumsal krizden çıkarabilecek en etkin şey ‘kaliteli, şeffaf, kuşatıcı ve kapsayıcı’ şekilde tasarlanmış bir kriz süreci yönetimi idi ama sanırım artık çok geç.

Sanırım tam da bu yüzden Türkiye’nin 15 Temmuz sonrası kriz yönetimi sürecini yakından takip eden yabancılar daha önce kriz yönetim sürecimizin rasyonalitesini ve bizi bu rasyonaliteye iten gerekçeleri anlamaya çalışırken şimdilerde bunu bırakmış görünüyorlar. ‘Artık kriz süreci Türkiye’yi ESİR aldı. Türkiye istese de artık normalleşemez!’ tezleri güç kazanıyor.

Acaba artık istesek de normalleşemez miyiz? Bizim için çok mu geç? İstediğimiz yere değil de sürdüğümüzü zannettiğimiz kaplanın götürdüğü yere doğru mu gidiyoruz?

Ben bu güne kadar 15 Temmuz sonrasındaki ‘Kriz Sürecini Yönetmek’ için çalıştığını ifade eden bir bürokrat ya da siyasetçi ile tanışmadım. Böyle birileri var mı onu da bilmiyorum. Ama süreç analizleri konusunda ‘entelektüel sermayesi’ kıt şu güzel ülkemde dilime pelesenk olan bir söz vardır: ‘Süreç yönetmek zordur, kriz sürecini yönetmek daha zordur ve ölçemediğin süreci yönetemezsin.’

Acaba 15 Temmuz’un yarattığı artçı kurumsal şokların devlet kurumları, devlet-toplum ilişkileri, sivil toplum, güvenlik ve ekonomi üzerinde yarattığı ‘tektonik basınç’ iyi ölçülebiliyor mu? Ölçüm yapılıyorsa çıkan sonuçlar/bulgular ne gösteriyor?

En çok merak ettiğim soru da acaba kaplandan inmek yani normalleşmek için hala bir fırsatımız var mı yoksa artık inebilmek için artık çok mu geç?

Neden mi bu soruyu soruyorum? Normalleşme için fırsat varsa hala ülkede kalıp ‘normalleşebilmek’ için canla başla çalışmak ve kendimi paralamak için ‘duygusal, coşkusal ve entelektüel mühimmat’ biriktirmem gerekecek. Yok eğer artık Türkiye’nin 15 Temmuz’dan sonra bir ‘normalleşememe’ sorunu varsa da ona göre bir hal tarzı belirlemek. O hal tarzı da yurt dışına çıkmak ile Bozöyük’teki köyüme, anamın yanına dönüp keçi gütmek tercihlerinden biri olacak gibi. Sizce ne yapmalıyım? Hala mücadeleye devam mı, yurt dışına çıkış mı yoksa doğruca köye dönüp keçi gütmek mi?

HABERE YORUM KAT

3 Yorum