1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Nobel Barış Ödüllü Obama Türkiye’deki Barışı Nasıl Sabote Etti?
Nobel Barış Ödüllü Obama Türkiye’deki Barışı Nasıl Sabote Etti?

Nobel Barış Ödüllü Obama Türkiye’deki Barışı Nasıl Sabote Etti?

Nobel Barış Ödülü sahibi Barack Obama, Türkiye’nin bu kez çok yaklaştığı barışı sabote etmiş bir başkan olarak koltuğunu gönül rahatlığıyla devredebilir. Bir kere daha başardınız, tebrikler!

11 Şubat 2016 Perşembe 22:11A+A-

Yıldıray Oğur / Türkiye

27 Kasım 1978'de Diyarbakır'ın Lice ilçesi Fis köyünde resmen kurulan PKK’nın kuruluş manifestosunda Kürt kelimesi 34, feodal kelimesi 49, emperyalist kelimesi ise 54 kez geçmişti. Hepsi negatif cümlelerde olmak üzere ABD ise Kürt'ten biraz daha az; 24 kez.

Abdullah Öcalan’ın, 12 Eylül darbesinden bir yıl önce 1979 yılının Mayıs ayında geçtiği Suriye, KGB’den habersiz kuş uçmayan bir Sovyetler müttefikiydi. Baba Esad 1971’deki darbesinden sonra sırtını Moskova’ya dayamış, Akdeniz’de (Tartus) Sovyetler’e üs kurdurmuştu.

PKK’nın sosyalizm aşkında ilk sapmalar 89’da duvarın çökmesiyle başladı. 1990’nın son günlerinde toplanan Dördüncü Kongresi’nde PKK kendine has bir sosyalizme doğru dümen kırdı. Hatta Kongrenin başkanlığını yapan Mehmet Şener’in “gerillacılık bitti siyaset zamanı” önerileri bile kongrede kabul görmüştü. (Daha sonra PKK’dan ayrılıp kendi örgütü Vejin’i kuran Şener, ardından Suriye’de infaz edilmişti.)

Bu dalgayla 7 Haziran 1990’da PKK çizgisindeki ilk siyasi parti olan Halkın Emek Partisi kurulmuş, parti, 21 Ekim 1991 genel seçimlerine başında İsmet Paşa’nın oğlunun olduğu SHP’yle ittifak içinde girerek Meclis’e girmişti. Yeni kurulan DYP-SHP hükümetinin ilk işlerinden birinin Diyarbakır’a gidip “Kürt realitesini” tanıma kararını açıklamak olması, Özal ve Demirel’in Öcalan’la kurdukları dolaylı diyaloglarla siyasi çözüm arayışları da Berlin Duvarı’nın çökmesi sonrası oluşan yeni havanın sonuçlarıydı. Aynı sıralarda İngiltere’nin IRA, Güney Afrika’nın Mandela, İspanya’nın ETA’yla diyaloglara geçmesi de tesadüf değildi. Ama onların şansı Ortadoğu’ya uzak olmaları olacaktı.

Çünkü çok kısa bir süre sonra Ortadoğu karıştı. 17 Ocak 1991’de ABD Kuveyt’i işgal eden Saddam’ın Irak’ına saldırı başlattı. PKK, ilk başta Saddam karşıtı Kürt cephesinden uzak dursa da, Körfez Savaşı’nın en büyük kazananlarından biri oldu. ABD’nin 36. Paralelden yukarısını uçuşa yasak bölge ilan etmesi PKK’nın bölgeye rahatça yerleşmesini sağlamıştı. Esas kazanç ise Saddam’ın ordusunun silahlarına el koymasıyla elde ettiği büyük cephanelikti.

Murat Karayılan Bir Savaşın Anatomisi kitabında Körfez Savaşı’nın PKK’yı nasıl heyecanlandırdığını şöyle anlatıyor:

“Uluslararası güçlerin BM öncülüğünde kurdukları Çekiç Güç ile 36. paralelin kuzeyinde güvenli bölgenin oluşturulması sonucu Saddam güçleri çekilmek zorunda bırakıldı. Güney Kürdistan halkı BM denetiminde tekrar yerlerine getirilerek yerleştirildiler. Bu dönemde PKK gerilla güçleri hem Güney’de, hem Kuzey’de güçlü bir konuma ulaşmışlardı. Koşullar birçok açıdan müsaitti. Yeni bir çıkışın yapılmasının zemini fazlasıyla vardı. Güney’de halk ayaklanması, Kuzey’de Cizre ve Nusaybin’le başlayan serhildanlar Kürdistan’ın her tarafına hızla yayılmaktaydı...”

Artık PKK’yı ne Meclis’te grup kuran partisi ne müzakereler heyecanlandırmıyordu. Körfez Savaşı ganimetlerinin heyecanıyla 1992’de Türkiye içinde Botan-Behdinan Savaş Hükümeti’ni ilan edip, Kürdistan Ulusal Meclisi’ni kurdular. 18 Ağustos 1992 gecesi ise kurtarılmış bölge ilan etmek için Şırnak’ta ayaklanma başlattılar. Ayaklanma yine onlarca insanın ölümüyle bitti.

PKK’nın öz güveni ABD’nin Körfez Savaşı’yla önüne açtığı imkânlarla o kadar yükselmişti ki -Karayılan’ın tabiriyle örgüt “erken iktidar hastalığına” kapılmıştı- 1992’nin Ekim’inde Talabani ve Barzani güçlerine karşı, alan savaşına bile girişti. Bine yakın kayıp vererek tarihinin en büyük yenilgisini aldı.

1993’de Öcalan, Özal’ın temasları sonucu ateşkes ilan etti. MGK’dan PKK’ya af anlamına gelen bir tasfiye kararının çıktığı gece PKK, 33 silahsız eri öldürerek tekrar savaş durumuna geçti. PKK’yı müzakerelerde bu kadar ilerlenilmesine ve yenilgilere rağmen hâlâ öz güvenle yeniden savaşa sürükleyen Körfez Savaşı’ndan sonra uluslararası aktörler tarafında kıymetinin artması olmuştu. Aynı bugün gibi bir taraftan Ruslarla bir taraftan Amerikalılarla görüşüyorlardı.

O yıllarda Rusya’nın Dış istihbaratının başında olan Yevgeny Primakov sıkı müttefiki olan Saddam Hüseyin’e PKK’nın Irak’ta faaliyet yapmasına izin vermesi için tavsiyelerde bulunuyordu.

ABD’nin PKK’yla bilinen ilk görüşmeleri de o yıllarda gerçekleşti.

Wikileaks’in yayınladığı ABD Dışişleri Bakanlığı telgraflarından 24 Mart 1994 tarihli olanı ABD Ankara Büyükelçisi Barkley’den dönemin Dışişleri Bakanı Warren M. Christopher’e yazılmıştı:

“Bakanlığın, ABD hükümetinin PKK ile resmî temaslarına ilişkin yönlendirici metnine teşekkür ederiz. Bize göre, PKK temsilcilerinin, davalarını anlatma amacıyla, ABD ve diğer Batılı büyükelçilik yetkilileriyle görüşmeler gerçekleştirme girişimlerini sürdürmeleri, hatta arttırmaları beklenebilir. Ancak Kıbrıs’ta, yerel nitelikteki Kürdistan Dayanışma Komitesi Başkanı’nın, (ABD’nin) Kıbrıs Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarıyla görüşmesinden kısa bir süre sonra öldürüldüğü göz önüne alındığında ve hem bu görüşmenin hem de ondan önce yapılan ve İstanbul’daki Başkonsolosumuzun dahil olduğu başka bir görüşmenin bizi, PKK adına konuştuğunu iddia eden kişilerle beklenmedik biçimde karşı karşıya bıraktığı gerçeği düşünüldüğünde, Büyükelçilik personelimize ve burada Türkiye’deki bize bağlı temsilciliklere, PKK adına konuştuğunu iddia eden kişilerden gelebilecek yeni yaklaşımları, şimdilik, geri çevirme talimatı verdik. Bakanlığın bu konuda Avrupa’daki bütün temsilciliklere yönlendirici bir resmî metin göndererek, bu temsilciliklerin de şimdilik aynı yaklaşımı benimsemelerinin ısrarla istenmesini öneriyoruz.”

ABD’nin, PKK’yla ilgili ikinci kritik hamlesinin tarihi de epey ilginçti.

ABD PKK’yı 10 Ağustos 1997 günü terör örgütü listesine aldı.

Yani Başbakan Necmettin Erbakan’ın istifasından, yani 28 Şubatçıların başarmasından 10 gün sonra. ABD’nin 28 Şubat sonrası ortaya çıkan müttefik iktidarlara jestleri bunla sınırlı kalmadı. 15 Şubat 1999’da Öcalan’ı Kenya’da sıkıştırıp, Türkiye’ye teslim eden de ABD’ydi. Bu aynı zamanda 1999 seçimlerinde anti-Refah partilere verilmiş bir seçim hediyesiydi.

Ve 2003. PKK, silah bıraktığını açıklamış, güçlerini Türkiye dışına çekmişti. Hatta örgüt kötü şanını gerekçe göstererek adını KADEK olarak değiştirmişti. Türkiye’de de yeni bir iktidar vardı. Değişim vaatleriyle iktidara gelen AK Parti’nin gündemlerinden biri de Kürt meselesini çözmekti. Peşi sıra Avrupa Birliği uyum yasaları çıkmaktaydı. Şartlar yine çözüm için müsaitti.

İşte tam o sırada ABD’nin Ortadoğu’daki ikinci büyük müdahalesi geldi. 20 Mart 2003’te başlayan ABD’nin Irak’ın işgali başladı.

1 Mart 2003’te TBMM’de ABD askerine Türkiye’den Irak’a giriş izninin verildiği tezkerenin reddedilmesi ABD’yi çok kızdırmıştı. ABD müttefikini cezalandırmak istiyordu. PKK’yla ABD arasında görüşmelerle ilgili haberler basında çıkmaya başlamıştı.

(Can Dündar, kaynağının daha sonra dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Yaşar Büyükanıt olduğunu iddia ettiği bir haber yayınlamıştı. http://www.milliyet.com.tr/17-yil-sonra-ortaya-cikan-gercek/gundem/gundemyazardetay/01.04.2011/1371623/default.htm

Türkiye’ye ceza vermek isteyen ABD’lilerin PKK’yla kurdukları temaslar ve PKK’ya açtıkları alanın en somut göstergesi, PKK’nın işgalden sonra Irak’taki Kandil Dağlarına yerleşmesiydi. Bölgeye ABD’nin gelip yerleşmesi, Barzani yönetimiyle kurduğu ilişki, PKK içinde de silahın devri geçti görüşünün taban bulmasına neden olmuştu. 2004 yılında aralarında Öcalan’ın kardeşinin de olduğu savaşçı kadronun yüzde 70’i şimdi siyaset zamanı diyerek Kandil’i terk ederek, Erbil ve Süleymaniye’ye geldi, parti kurdu, ABD’yle ilişki kurmaya çalıştı ama ABD sivilleşen bu PKK’lılarla ilişki kurmayı reddetti.

Ortaya çıkan iktidar boşluğu ve bollaşan cephane ve silahlarla PKK, KADEK adından vazgeçip, 2005 yılında yeniden savaş kararı aldı.

Hem de AK Parti’nin Leyla Zana ve arkadaşlarını serbest bırakmasından bir hafta önce ve Erdoğan’ın Diyarbakır’a gidip Kürt açılımını resmen başlatmasına rağmen.

PKK’nın 2003 Irak işgaliyle birlikte bölgede oluşabilecek çalkantılar için attığı en ilginç adımın ise sonuçları bugün görülüyor. ABD’nin Irak’tan sonra İran ve Suriye’ye saldırabileceğini hesaplayan PKK, böyle bir durumda aktör olabilmek için 2003 yılında Suriye’de PYD’yi, İran’da PEJAK’ı ve Irak Kürdistan’ında PÇDK’yi kurdu. 2005 yılında PKK’dan ayrılan Osman Öcalan bu girişimleri şöyle anlatıyor:

"PYD'yi biz Kandil'de kurduk. ABD'nin bölgeye müdahalesi ihtimaline karşı Suriye'deki Kürtler için PYD'yi; İran'daki Kürtler için ise PJAK'ı kurduk. PYD'nin ilk kongresini Ekim 2003'te, PJAK'ın ilk kongresini ise Eylül 2003'te Kandil'de yaptık. Her iki örgütün kadrolarını da yine Kandil'de biz eğittik."

ABD’nin Ortadoğu’ya bir müdahalesi daha PKK’nın aklını başından almış, Türkiye ile barıştan, yeni fırsatlar için savaşa aklının kaymasına neden olmuştu.

ABD’nin PKK’ya karşı net tavır alması, ancak 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’daki Erdoğan ile Bush görüşmesinden sonra mümkün olabilmişti. O görüşmede varılan anlaşmayla ABD, PKK’ya karşı Türkiye ile anlık istihbarat paylaşmaya başladı. Aslında bu, Türkiye’nin ABD yönetiminin Ortadoğu’daki başarısızlık projelerinin içinde yer almasının bir ödülüydü.

Ve 2009 sonrası. Türkiye adları değişen açılımlarla PKK’yı siyasi alana çekmek için müzakerelere başlamıştı artık. Müzakereler 2012’den sonra Öcalan’la yürütülecekti. 2011’de Öcalan’ın 'Barış Konseyi’nde anlaştık' açıklamasından kısa bir süre sonra PKK, yeniden Devrimci Halk Savaşı başlatmıştı. Savaşın motivasyonu Suriye’de olan bitendi.

Türkiye, PKK’yı silah bırakmaya ikna etmeye çalışırken Suriye’deki savaşla silahlı örgütlerin bölgedeki kıymeti yeniden yükselişe geçmişti. Arap Baharı’nın popüler ve makbul olduğu, Esad rejiminin ömrünün kısa olduğu düşünülen günlerde Öcalan örgütüne yaptığı çağrılarda onları Esad-İran cephesinden “Yeni Orta Doğu” dediği Türkiye ve ABD’nin de içinde olduğu Batı cephesine doğru çekmeye çalıştı. Muhtemelen bu uluslararası konjonktürün de uygunluğunun yardımıyla Öcalan’la yürütülen müzakereler silah bırakma, sınır dışına çekilme çağrılarına kadar vardı. Öcalan, 2013 Mart’ında Newroz’da yayınlanan mektubunda silahlı mücadele döneminin bittiğini ilan etti. Hemen ardından Kandil’de basın toplantısı düzenleyen Karayılan Türkiye’den şartsız çekilme takvimi açıkladı. Ardından Türkiye'de başlayan 'Gezi Olayları’yla iktidarın uluslararası desteğini kaybettiğini düşünen PKK olan biteni izlemek için çekilmeyi durdurdu.

Esas kırılma anı ise; Obama’nın 31 Ağustos 2013’de kameraların karşısına geçerek, kırmızı çizgi ilan ettiği kimyasal silahı kullanan Esad’a yönelik askerî müdahaleyle ilgili kararda topu Kongre’ye atmasıydı.

Bu ABD’nin Suriye’ye müdahil olmayacağının ilanıydı.

Bu açıklamadan iki hafta önce Ankara’ya davet edilerek üst düzey görüşmeler yapılan Salih Müslim bir anda ağız değiştirip, Türkiye’yi suçlayan açıklamalara başladı.

Artık Suriye’ye ABD askerinin basmayacağı anlaşılınca İran ve Rusya Esad'a desteklerini artırdı. Suriye’de patronun kim olduğunu gören PKK da buna göre pozisyon aldı.

Tam bu sırada DAEŞ sahaya girdi. PKK’nın kurduğu YPG, DAEŞ’e karşı laik güçler olarak bir anda Batı’da tarihinin en popüler günlerini yaşadı. PKK liderleri üst üste Batılı medyalara röportajlar veriyor, kadın militanlar Marie Claire kapaklarına çıkıyordu.

ABD, kırmızı çizgilerin ihlalinden sonra Suriye’de Rusya’yla birlikte yol almaya başladı. İran’la yürüttüğü müzakerelerde Suriye’nin işi bozan bir faktör olmaması için özen gösterdi.

Artık hedef Esad değil DAEŞ’ti. Kendini aldatılmış hisseden Türkiye bu planların içinde yer almadıkça üzerindeki baskı artırıldı. ABD medyasında Türkiye’nin DAEŞ’e destek verdiği haberleri ardı ardına çıkmaya başladı. Rus, İran ve PKK medyası da bu kampanyayı yükselttiler.

Kobani örneğiyle bu baskı ve PKK’nın Batı’daki popülaritesi zirve yaptı ve ABD, PKK’nın kurduğu PYD’ye havadan askerî mühimmat attı.

Bu negatif koşullarda ısrarla ve inatla sürdürülmeye çalışılan barış süreci Öcalan’a rağmen PKK’nın ayak sürtmeleriyle ilerleyemez hâle gelmişti. Sık sık Batılı başkentlerde ağırlanan Demirtaş, müzakere yürüttüğü AK Parti hükümeti ve Erdoğan’ın en şiddetli muhalifi haline gelmişti.

Ve gerginlik 6-7 Ekim 2014’te patladı. HDP’nin çağrısıyla sokaklara çıkan kalabalıkların başlattığı olaylarda 52 kişi öldü. Çözüm süreci ağır bir yara almıştı.

Buna rağmen iktidar, Dolmabahçe gibi radikal bir adım attı. Ama PKK için artık Türkiye’de elde edilecek siyaset hakkının hiçbir cazibesi kalmamıştı. PKK, doğrudan ABD ve Rusya’yla muhatap olan bir örgüt olduğunu hissetmişti, Suriye satrancındaki değerinin farkındaydı, tarihinde ilk kez bir alan hakimiyetine sahip olduğu Suriye’deki kantonlarının şehvetine kapılmıştı.

O yüzden HDP’nin seçimlerde aldığı yüzde 13 ve yüzde 11’le Meclis’e girmesi, koalisyon görüşmelerine katılması bile onlar için bir şey ifade etmiyordu artık. Türkiye PKK’yı sivilleştirmeye, ona silah bıraktırmaya çalışırken, ABD, Rusya ve İran onun Suriye’deki kolunu silahlandırmak için yarışıyordu. PKK’nın siyasi kanadı değil, askeri kanadı dünya için kıymetliydi artık. Bunun farkına varan PKK’nın çözüm sürecinde silah bırakması söz konusu bile değildi artık.

Suriye’nin artık İran ve Rusya cephesine teslim edildiğinin anlaşılması, Suriye meselesinde ABD’yle Türkiye’nin anlaşmazlığının sürmesi, 1 Kasım seçimlerinden sonra AK Parti’nin yeniden iktidara gelmesi; ama en çok da ABD’nin YPG’yi Suriye’deki en güvenilir müttefiki olarak görmesinden sonra PKK’nın yapacağı en iyi hamle Türkiye’yi de, Suriye’deki savaş alanına eklemek, güçlü oldukları yerlerde halk ayaklanmalarıyla sınırı hükümsüzleştirmekti.

Hendek siyasetiyle aylardır da bunu deniyorlar.

Bunu yaptıklarında özellikle direnişe katılan sivil halka yönelik insan hakları ihlalleri üzerinden Ankara üzerinde Batı’nın baskı kurabileceğini de hesap ettiler.

Ama bu hesapların hiçbiri tutmadı. Türkiye PKK’ya karşı operasyonlarda 90’lara dönmedi, dikkatli ve özenli davrandı, Kürtler PKK’nın stratejisine ve direnişine önce anlam ve ardından da destek vermedi ve göçmenler meselesi üzerinden Türkiye Batı’yla ilişkileri onardı.

Sonuç olarak ABD’nin son 30 yılda Ortadoğu’ya yönelik üç müdahalesinde de sonuç değişmedi. PKK bu müdahalelerden güçlenerek çıktı. Bu müdahaleler Türkiye’deki üç barış girişimini de sabote etti.

Bundan 37 yıl önce anti-ABD sloganlarıyla kurulan PKK, bugün her fırsatta ABD’ye iş birliği, ortaklık çağrısı yapan bir örgüte dönüştü. ABD’nin DAEŞ temsilcisi Kobani’de PKK kadrosu olan YPG komutanlarıyla pozlar veriyor, ABD Kandil’de kurulmuş YPG’nin PKK’dan farklı olduğunu iddia ediyor. Demirtaş Amerika medyasında liberal Kürt Obaması muamelesi görüyor.

İşte PKK, bu öz güvenle epey bir süre daha barış masasına yanaşmaz, ABD’yle, Rusya’yla müttefikken, hakim olduğu bir coğrafyası varken artık onu hiçbir güç Türkiye’de silah bırakıp, Meclis’te siyaset yapmaya ikna edemez.

PKK, 1970’lerde tarihte zorun rolüne iman ettiği ilk zamanlardaki kadar silahın çözüm olduğuna inanıyor bugün. PKK’nın Marie Claire dergisinin kapağında bile sırıtmayan, en kıymetli varlığı silahı artık.

Yani onca müzakereden sonra Türkiye çözüm sürecinde yeniden başa döndü.

Bunu en başta Başkan Obama’ya borçluyuz.

Nobel Barış Ödülü sahibi Barack Obama, Türkiye’nin bu kez çok yaklaştığı barışı sabote etmiş bir başkan olarak koltuğunu gönül rahatlığıyla devredebilir.

Bir kere daha başardınız, tebrikler!

 

Etiketler : , ,

HABERE YORUM KAT