1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Nekbe’den Sonra
Nekbe’den Sonra

Nekbe’den Sonra

​​​​​​​Filistinlilere yönelik saldırgan politikalar yürütmede İsrail yalnız değil. Bu nedenle böyle pervasız zaten.

20 Mayıs 2018 Pazar 00:31A+A-

Taha Kılınç, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan yazısında Nekbe’yi İslam ülkeleri üzerinden analiz etmiş:

Bu haftamız tamamen Filistin’le geçti. Pazartesi günü bir yandan ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliği Kudüs’e taşınırken, aynı anda Gazze sınırında 60’dan fazla Filistinli, İsrail’in açtığı ateş sonucu yaşamını yitirdi. Bu gelişmelerin yaşandığı 14 Mayıs günü, İsrail’in kuruluş yıldönümüydü aynı zamanda. Ertesi gün, 15 Mayıs’ta ise “Nekbe” yani “Büyük Felâket”in anma törenleri vardı. Malum olduğu üzere Nekbe, İsrail’in kuruluşuyla birlikte Filistinlilere reva görülen soykırım, sürgün, tehcir ve katliamların hepsinin genel adı. Günümüzde hâlâ devam eden, dünyanın dört bir tarafında 10 milyona yakın Filistinli mültecinin içinden atamadığı acılı bir süreç bu.

Hafta içinde Nekbe ile ilgili çok sayıda dosya, rapor ve hatıra okuduk. Yüzlerce Filistinli, kendi atalarının yaşadığı sürgünleri ayrıntılı bir şekilde anlattı. Birçok kanalda, birçok dilde doyurucu belgeseller yayınlandı. Ancak tüm bu aktarımlarda bir hususun eksik bırakıldığı veya yeterince vurgulanmadığı görülüyordu: Peki, komşu kardeş ülkelere sığınmak zorunda kalan Filistinliler, oralarda nasıl karşılandılar? Arap yönetimler, Filistinli mültecilere nasıl davrandılar?

Nekbe hadisesi genelde İsrail işgali üzerinden okuna geldiğinden, sonrasında Filistinlilerin nelerle karşılaştığı noktası es geçilir. Hâlbuki, Nekbe sonrası süreçte Filistinlilerin başına gelenler de en az İsrail işgali ve sürgün kadar acıklıdır, konuşulası ve tartışılasıdır. Bu konuda derinlemesine okuma ve araştırma yapmak isteyenlere yol gösterme adına, iki örnek ülkeyi ele alıp, Filistinlilerin nasıl karşılandığı sorusunun cevabını arayalım. Örnek ülkelerimiz Ürdün ve Suriye olsun.

1970’lerin başı itibariyle, Ürdün nüfusunun üçte ikisi Filistinlilerden oluşuyordu. 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda Arapların aldığı yenilginin ardından, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Ürdün topraklarından İsrail’e yönelik saldırılar düzenlemeye başladı. FKÖ bu saldırılar için sadece Ürdün değil, Mısır ve Lübnan’ı da kullanıyordu. Sina Yarımadası’nda ise Mısır ordusuyla İsrail arasında çatışmalar yaşanıyordu.

Altı Gün Savaşı’na son derece gönülsüz biçimde iştirak eden Ürdün Kralı Hüseyin, Filistinlilerin İsrail’e yönelik bu saldırılarından hiç de memnun değildi. İsrail’le Ürdün arasında gizli görüşmelerin devam ettiği bu dönemde, Filistinli gruplar Kral’ın “İsrail’le barış” stratejisini baltalıyor, iki ülke arasındaki yakınlaşmayı engelliyordu. Dedesi Kral Abdullah’ın 20 Temmuz 1951 günü Mescid-i Aksa’da bir Filistinli tarafından öldürülmesini hiç unutmayan Hüseyin, adımlarını son derece dikkatli atıyordu. Dedesinin başına geleni unutması zaten mümkün değildi, çünkü suikast sırasında kendisi de onun yanı başındaydı.

Kral Hüseyin, Filistinli grupların Ürdün içinde “başlarına buyruk” faaliyet göstermesine birkaç ay sabrettikten sonra, 1970’in haziranında nihayet harekete geçti. Ürdün kraliyet ordusunun Filistinlilere yönelik operasyonlarının ilk etabı bir hafta sürdü. En az bin (1000) kişinin öldüğü bu ilk aşama, gerilimi düşürmeye yetmedi. Filistinli grupları alt edebilmek için Pakistan’dan yardım isteyen Kral’ın çağrısına cevap olarak, Tuğgeneral Ziyaul Hak komutasında bir birlik, Ürdün’e intikal etti. Ürdün ve Pakistan ordularının ortak operasyonları, 1971 başına kadar devam etti. Ortalık tamamen sakinleştiğinde, çatışmalarda öldürülen Filistinli sayısı 15 bini geçmişti. (Bazı kaynaklar ölü sayısını 25 bine kadar çıkarmaktadır.) Bu rakamların önemli bir kısmını siviller oluşturuyordu. En az 100 bin Filistinli de evsiz kaldı ve çadırlara yerleştirildi.

En şiddetli çatışmalar 1970’in eylül ayında gerçekleştiği için tarihe “Kara Eylül Olayları” adıyla geçen bu dönem, Nekbe sonrasında Filistinlilerin komşu bir ülkede karşılaştığı acı bir tecrübedir.

Suriye’de de Filistinliler benzer bir akıbete maruz kaldı. 1979’da İran tarafından “ileri karakol”a dönüştürülen Suriye toprakları, İsrail’e yönelik saldırıların da merkezlerinden biri oldu. Filistinli direniş gruplarının Amman ve Beyrut’tan sonra sığındığı Şam, Filistin’e yakınlığıyla da İsrail karşıtı eylemlerin organize edilmesine oldukça elverişli bir başkentti. İran bir yandan şiddeti yüksek bir anti-İsrail retorik geliştirirken, diğer yandan kendi ulus-devlet ajandasının gereklerini sahada uygulamaya koydu. 2011’de patlak veren Arap Baharı ayaklanmaları, Suriye halkına İran’ın mezhepçi politikalarına karşı seslerini yükseltme fırsatı vermişti. İsrail işgalinden kaçarak Suriye’ye sığınan Filistinli mülteciler, Beşşar Esed rejimi karşıtı çizgide durmalarının bedelini canlarıyla ödediler. 2011’den bu yana en az 4 bin Filistinli mülteci, İran destekli Esed rejiminin bombardımanları sonucu hayatını kaybetti.

Suriye’nin başkenti Şam’da bulunan Filistinli mülteci kampı Yermuk, Esed ve Rusya uçakları tarafından geçtiğimiz aylarda tamamen yerle bir edildi. Kamptan gelen görüntüler -ki bombardımanda yıkılan camilerden birinin adı Kudüs’tü-, mazlum Filistinlilerin, Nekbe’den sonra kardeş bir ülkede başlarına gelen ikinci felâketi gözler önüne seriyordu.

Özetle, Filistinlilere yönelik saldırgan politikalar yürütmede İsrail yalnız değil. Bu nedenle böyle pervasız zaten.

 

HABERE YORUM KAT