1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. Müslüman Coğrafyada Üç Potansiyel Bölgeden İkisinde Olumlu Gelişmeler
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

Müslüman Coğrafyada Üç Potansiyel Bölgeden İkisinde Olumlu Gelişmeler

13 Temmuz 2013 Cumartesi 14:51A+A-

Müslüman coğrafyanın I. Dünya Savaşı’ndan bu yana kolonyalist rejimlerle biçimlendirildiği açık-seçik bir gerçekliktir. Bu coğrafyada yapay sınırlarla oluşturulan devletlerin kimisi dini krallık, kimisi laik cumhuriyettir. Coğrafyamızda kurulan/kurdurtulan ulus devletlerin kimisi ekonomik yapısı, kimisi askeri yapısı, kimisi siyasi yapısı itibariyle veya birçok ünitesiyle sömürge durumundadır. Bu ülkeler içinde en fazla demokratikleşme eğilimini ve ekonomik kalkınma trendini somutlaştıran Türkiye’dir. Türkiye’nin ise sömürgeleşme zemini, hukuk sisteminin Avrupalı normlara göre oluşturulması ve harf devrimi gibi inkılaplarla veya 1923 İzmir İktisat Kongresi’ndeki “Yabancı sermayeye hürmetkâr kalacağız” ilanıyla daha başından itibaren oluşmuştur.

Ancak ümmet coğrafyasındaki ulusçu bölünmeye rağmen tarihi-siyasi birikimi, sosyo-ekonomik tecrübesi nedeniyle toplumsal beceri potansiyeli taşıyan en önemli üç havza kendini hissettirmektedir: Türkiye, Mısır ve İran. Dünya egemen sistemi bu devletlerin birbirine yakınlaşmasını engelleyici bütün vesileleri kullanmaktadır. İlk defa bu üç ülkedeki son gelişmeler üzerinde duralım:

 

İRAN:

İran, 1979 Devrimi ile elde ettiği bağımsızlaşma imkânını süreç içinde İslam ümmetinin maslahatı yerine Şii ulusçuluğunun maslahatı adına kullanmaya yönelmiştir. 1979 Devrim Süreci’nin İslam’la bütünleşen üst değerlerinden sapmayı ifade eden mevcut İran devletinin reel-pragmatik politikası ve Şia asabiyesi İslam dünyasında önemli bir potansiyeli atıl halde bırakmış ve emperyal devletler ve blokların hesaplarına yarayan nahoşluklara neden olmuştur. Yeni cumhurbaşkanı seçilen Hüccetulislam Hasan Ruhani, İran’ın İslam dünyası ile ilişkilerini düzeltmesi konusunda bir şans olabilir. Seçim öncesi son anketlerde alacağı oy oranı %3’lerde iken, İran Yönetimi’nin iç ve dış politikalarına muhalif olan seçmen potansiyelinin önemli bir kısmı rejim içinde kısmi reform yanlısı tutumu dolayısıyla oylarını Ruhani’ye atmış ve hiç beklenmedik şekilde ilk turda %52 oyla seçilmesine neden olmuştur. İran’a egemen olan rejim Ruhani’ye verilen bu destek karşısında ya “muhalefeti sistemin içine çektik” diye kendini aldatmaya devam edecektir ya da gelecekteki “muhtemel isyan potansiyeli”ni doğru okuyup iç ve dış politikasında kendine çekidüzen verecektir.

 

TÜRKİYE:

Türkiye’nin yarı-sömürge yapısında Çevre’nin sesi olarak AK Parti hareketi 2003 yılından beri Türkiye’de iktidarda bulunuyor. Çevre ve çevre içindeki Müslümanlar lehine icraatları dolayısıyla AK Parti Hükümeti’ne, Kemalist vesayet sisteminin askeri yapısı tarafından son olarak 27 Nisan 2007 muhtırası verilmişti. AK Parti, Türkiye tarihinde ilk defa askeri bir müdahaleye 28 Nisan 2007 tarihinde topyekûn olarak karşı durdu. Daha sonra da 12 Eylül 2010’da yapılan ve vesayet sistemini geriletecek olan referandumu kazanarak da kendi konumunu tabileştirdi, güçlendirdi. Yarı-sömürge yapısından kurtulamayan Türkiye bu tarihlerden itibaren Çevre’ye ve Müslüman coğrafyaya düşman olmayan bir eğilim içinde yönetilmektedir. Uluslararası anlaşmaları ve taahhütleri gereği egemen sistem içinde bulunan Türkiye’nin 28 Nisan 2007 tarihinden bu yana gösterdiği yerel ve küresel vesayetten kurtulma eğilimi tabii ki ulusal ve küresel istikbarı rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlığın son tezahürü de 30 Mayıs 2013’te başlayan Taksim Gezi Parkı kalkışmasıdır. Yeşili koruma adına kurgulanmış tamamen planlı olan bu kalkışma ya AK Parti İktidarını yıkmaya ya da Başbakan Erdoğan’a diz çöktürmeye odaklanmıştı. ABD ve AB içinden, dolaylı olarak da Suriye ve müttefikleri İran ve Rusya’dan ve özellikle Erdoğan karşıtı Siyonist lobiden ve İsrail’den güç alan kalkışmanın liberal, ulusalcı, Cemaatçi, Kemalist, sosyalist, LGBT’li yüzbinlerce destekçisi arasından twit atan 1 milyon 300 bin mesajcının ifadeleri üzerinden yapılan bir analizde, olaylara katılanların sadece %20’si örgütsüz konumdaydı. Ama yine Erdoğan ve yakın çalışma arkadaşlarının basiretli tutumuyla bu son sivil darbe girişimi de erimeye mahkum oldu.

 

MISIR:

85 yıllık İhvan-ı Müslimin hareketini boyunduruk altında tutmaya çalışan bölgemizin ikinci önemli kolonyal devleti Mısır’da ise 25 Ocak 2011 yılından beri kontrol dışına çıkma eğilimi gösteren gelişmeler gerçekleşti. 25 Ocak öncesinde, 2011 seçimlerine katılımı ve “Çözüm İslam’dadır” seçim sloganı 30 yıllık Mübarek diktatörlüğü tarafından yasaklanan İhvan-ı Müslimin, genel seçimler yapılmadan Mübarek rejimine karşı organize gösteriler planlıyordu. Tam bu süreçte Mübarek’e muhalif olan Halid Salih isimli gencin polis karakolunda kafasının duvarlara vurularak öldürüldüğü haberi sosyal medyada görüntülü olarak paylaşıldı.

Sosyal medya üzerinden örgütlenen muhalif gençlik örgütleri Halid Salih’in öldürülmesini protesto için Polis Günü olan 25 Ocak 2011 tarihinde Tahrir Meydanı’nda toplanacaklarını ilan ettiler ve o gün 10 binlerce insanın Mübarek karşıtı eylemlerine Kahire tanık oldu.

Barolara, Tabib ve Mühendisler Odalarına hakim olan İhvan 25 Ocak gösterilere lojistik destek verdi; ama ilk başta medyada İslamofobi kampanyasına vesile olmamak için İhvan kimliği ile görünür olmamaya çalıştı. Ama 28 Ocak Cuma günü İhvan mensuplarını Tahrir Meydanı’na çağırdığında Cuma namazı 500 bin kişiyi aşkın bir katılımla kılındı.

İhvan-ı Müslimin’in Tahrir Meydanı’na açık desteği ile de devrim süreci başladı.

12 Şubat 2013 tarihinde Hüsnü Mübarek koltuğunu terk etmek zorunda kaldı. 13 Şubat’ta yönetim Askeri Konsey’e geçti. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ancak 15 ay sonra yapılabildi. Ve seçimleri İhvan’ın adaylığı engellenen Hayrat Şatır’dan sonra gösterilen ikinci adayı Muhammed Mursi kazandı.

Mısır tarihinde iktidara ilk defa seçimle gelen Cumhurbaşkanı’nın bu yetkisini kullanabilmek için milyonlarca İslamcının yardımına ihtiyacı vardı. Kazanılan seçimin arkasında milyonlarca insan kefenleriyle meydanlara çıkıp hak edilmiş haklarını savunduğu için 22 Haziran 2012’de İhvan’ın adayı Muhammed Mursi’ye Cumhurbaşkanlığı mazbatası verilmek zorunda kalındı.

Mursi’nin yönetimin başına geçmesinden sonra bir ay geçmeden Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Tantavi ve yardımcısı General Sami Anan’ın 500’e yakın kurmay subayla planladıkları darbe planları Ordu İstihbarat Başkanlığı tarafından deşifre edildi. Bu 500 subay emekliye sevk edilerek silahlı kuvvetlerden uzaklaştırıldılar.

Emekliye sevk edilen paşalar ise Mısır derin devleti tarafından maaşlı olarak kullanılan 10 binlerce gayri nizami harp biriminin elemanı olan Baltagiyye’yi (Baltacılar) örgütleyip Mursi iktidarına karşı kargaşalıklar çıkartmaya başladılar. Port Said’te bir futbol müsabakasındaki kavga fırsat bilinerek 74 kişi genellikle enselerinden vuruldu.

Bu süreçte Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı Mübarek döneminden kalma yargı oligarşisi devreye girdi. Yargının oluşturduğu tahrikler sonucunda Baltacıların saldırılarıyla kan akmasına neden olan birçok iç çatışmalar yaşandı.

Daha sonra Hıristiyanlar, liberaller ve sosyalistler arasında dolaştırılan İslamofobi rüzgarına, Mübarek rejiminin “tuzu kuru” elitleri, Nasırist ulusalcılar ve gayri nizami birliklerin harekete geçirdiği öbekler Taksim Gezi Parkı kalkışmasını yapanlarla kimliksel dertlerinin aynı olduğunu ilan ederek “Diktatör Mursi Defol” içerikli 30 Haziran’da Tahrir Meydanı buluşmasını gerçekleştirdiler.

Tahrir buluşmasına karşı Mısır İslamcıları İhvan öncülüğünde aynı gün Kahire’deki Adaviyye Meydanı’nda bir milyonu aşkın kişiyi toplamış ve daha sonraki günlerde de yine Kahire’de Adaviyye Meydanı dışında Giza, Hılvan, Merc ve Nahda Meydanları’nda muhtemel darbeye karşı “barışçıl direniş” stratejisi ile milyonlarca Mursi destekçisini mobilize etmişti.

Tahrir Meydanı’nı dolduran çoğu sivil giyimli polis-asker ve eşleri, menfaati Mübarek düzenine bağlı olan elitler, İslamofobi ile güdülen gençlik hareketleri, Nasırcı ulusalcılar, sosyalistler ve Hıristiyanlar sürekli ekranlarda yer alır ve gazetelere manşet çekilirken, BBC ve El Cezire sadece Adaviyye Meydanı’nı -o da- sınırlı olarak ekranlara yansıttı, İslamcıların milyonluk kitlesel protestoları basımı yapılan hiçbir Mısır gazetesinde yer almadı.

Ve Genel Kurmay Başkanı aynı zamanda Savunma Bakanı olan Abdulfettah El Sisi 1 Temmuz’da “Halkın talepleriyle uzlaşma sağlanmalı” cümleleriyle Mursiye ve Hükümet’e 48 saatlik süre tanıyan bir ültimatom/muhtıra verdi.

Genel Kurmay’ın muhtırası peşinden hemen ABD’den Barak Obama Mursi’ye “muhalefete saygı” çağrısı yaptı.

Ordu sözcüsü bu muhtıranın darbe niyeti taşımadığını ama sokağın nabzını yansıttığını açıkladı; ama İçişleri Bakanı da hemen polisin ordunun yanında olduğunu deklare etti.

Ve Baltacılar 1 Temmuz’un en erken saatlerinde İhvan’ın Hürriyet ve Adalet Partisi’nin merkez binasına saldırıp ağır tahrifatta bulundular. Bu sırada birçok İhvan üyesi öldürüldü veya yaralandı, 30’u aşkın İhvan bürosu tahrip edildi.

Taksim Gezi Parkı bahanesiyle Türkiye’de yaşanan vandalizme benzer şekilde yakma, yıkma, işgal, gasp, hısızlık ve silahlı saldırılarla ve Baltacıların desteğiyle organize edilen kalkışma için BM Sözcüsü bu gösterileri “barışçıl ve hukuka uygun” olarak ilan etti.

Bu sırada Mısır’ın selefi eğilimli El Nur Partisi Mursi’ye üç öneri sundu: “Cumhurbaşkanlığı için erken seçim tarihinin ilan edilmesi, bağımsız kişilerden oluşacak teknokrat hükümetinin kurulması ve Anayasa değişiklik tekliflerini araştıracak komisyonun oluşturulması".

Yine 1 Temmuz günü Mısır’da yüksek mahkeme Mursi'nin atadığı başsavcı Talat Abdullah'ın atamasını iptal etti.

2 Temmuz’da Türkiye’de Fatih Saraçhane Parkı’nda Mursiye destek eylemi gerçekleşti.

Ve 2 Temmuz’un son saatlerinde Mısır El Ahram gazetesi Genel Kurmay Başkanlığı tarafından anayasanın askıya alındığını, Meclis’in lağvedildiğini, 9 aylık bir geçiş sürecine kadar bir teknokratlar hükümeti ve Devrim Mahkemeleri kurulacağını açıkladı.

Hemen 3 Temmuz’un ilk saatlerinde yani gece yarısı Mursi de Ordu’dan verdiği 48 saatlik süreyi geri çekmesini, anayasa ve Hükümet değişikliğini tartışabileceğini ama darbeye karşı seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak meşruiyeti canı pahasına koruyacağını ilan etti. Mursi koltuğa önem vermediğini, Mısır’ın ve çocuklarının geleceği peşinde olduklarını ve her türlü iç-dış müdahaleye karşı çıkacaklarını belirti.

Aynı gün Hürriyet ve Adalet grubunun lideri Cemal Şahate, “Önümüzdeki süreçte hukukun, şer’i düzenin sağlanması için kanlarımızı akıtmaya hazırız.” derken “İslami akımlara mensup gençlerin Muhammed Mursi’yi savunmak için fırsat beklediklerini” söyledi.

Tanklar ise Mısır Devlet Televizyonu’nun çevresini kuşattı.

Tankların ve ZPT’lerin Kahire caddelerine sürülmesi karşısında devlet başkanı Muhammed Mursi, facebook sayfasından taraftarlarına yaptığı çağrıda, “Bu bir darbedir. Bu darbeye şiddete bulaşmadan direnin." çağrısında bulundu.

Bu sırada Ordu askeri güç kullanarak İslamcıların üç TV kanalını kapattı ve eski oligarşik yapıya ait olan TV kanalları ve ayrıca ABD’li ve AB’li TV kanalları ise Mısır basını gibi İhvan’ın doldurduğu alanlara karartma uyguladı.

Ve sonunda Mısır’da beklenen oldu ve ordu yönetime el koydu. Genelkurmay Başkanı Sisi, Anayasa'nın askıya alındığını ve geçici teknokratlar hükümeti kurulacağını açıkladı; seçim yapılıncaya kadar da Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur'un cumhurbaşkanlığı görevi yürüteceğini açıkladı.

Hıristiyan olduğu bilinen sözde Geçici Cumhurbaşkanı Mansur, ilk konuşmasına “Halk tarafından bana verilen görev” cümlesiyle söze başladı.

Ve Afrika Birliği Türkiye ve Tunus gibi Mısır’da olup biteni darbe olarak tanımlayıp kınarken ABD, BM, AB, Rusya, Çin Mısır’daki tanklı, uçaklı, ZPT’li askeri ihtilali “darbe” olarak niteleyemedi.

 

MÜSLÜMAN COĞRAFYADA İKİ SOSYAL-KÜLTÜREL-SİYASAL KAMP

Türkiye’de de Mısır’da da Kemalist ve Nasırist statükonun devamı için yerel ve küresel vesayet sistemi fiili veya dolaylı işbirliği içindedir. Türkiye’nin ve Mısır’ın seçimle iş başına gelmiş, Çevre’nin taleplerini iktidara taşımış ve gerek Çevre’ye gerek Müslümanlara özgürlük alanları açma örnekliğini gösteren iktidarlar devre dışı bırakılmak istenmiştir. Türkiye’de ve Mısır’da yaşayan bilgi ve beceri birikimi güçlü olan iki Müslüman halkın bağımsızlaşma eğiliminin bölge halklarına sirayet etmemesi istenmiştir. Bunun için de örneklik oluşturmaması için bu iki ülke Batı’nın müdahalesine açık hale getirilmek istenmiştir.

Darbe kalkışmasının temel dinamiği “İçerden mi dışarıdan mı?” sağlanmıştır tarzında bir sorunun anlamsız olduğu görülmelidir. Çünkü Müslüman coğrafyasında krallık, şeyhlik, şahlık, cumhuriyet, demokratik diktatörlük tarzında yapılandırılan bütün ulusal devletler ve sistemler içerdeki Batılılaşma yanlıları veya işbirlikçileri ile koordineli olarak oluşturulmuş kolonyalist yapılardır. Ulusçuluğa tutsak düşmüş ümmet coğrafyasındaki en çıplak sosyal fotoğraf, iki sosyal kamp gerçeğidir. Oysa 100-150 yıl öncesine kadar ümmet coğrafyasında birbirine karşı çatışan Müslim-Gayri Müslim kamplaşmadan bile söz etmek mümkün değildi; zira herkes tanımlanmış hukuku içinde güven içinde yaşıyordu. Bu kamplaşma Müslüman coğrafyadaki Frenkleştirme ve uluslaştırma hareketi ile ortaya çıkmıştır.

O halde hiç kimse coğrafyamızda sömürgecilik politikaları olarak oluşturulan bu kamplaşmayı yokmuş gibi yaparak kendini aldatmamalıdır. Tabii ki biz Müslümanlar birlikte yaşadığımız öteki insanlarla zıtlaşmak değil, barış ve diyalog ortamı içinde olmak isteriz. Ve şiarımızı Rabbimiz belirler. Onların dini onlara, bizim dinimiz bize. Ve dinde zorlama yoktur. Dolayısıyla kimlik farklılıkları bir hukuk dairesi içinde mezcedilmelidir. Ama coğrafyamızda Müslümanlara dayatmalar ve Müslüman gençlerin devşirilmesi sonucu ortaya çıkan sosyal kutuplaşmanın tarafları şunlardır:

Kimliğini ve çıkarını “ilerlemecilik” anlayışı içinde Batı ile bütünleştirenler ile Batı dışı bir kimlikle hak ve adalet arayışı içinde olanlar. Veya Kemalist ve Nasıristler gibi vesayetçiler ve laik işbirlikçiler veya münafıklar ile hak ve adaletten yana fıtri olarak özgürleşmek veya İslamlaşmak isteyenler.

Aslında bu bloklaşma veya ayrım, kimin nerde durduğunu ve hangi kampı seçtiğini veya bu kadar açık ve seçik olan soysa-siyasal vakıayı anlama konusunda bile kafaları bulanık ve kozmopolit olanları ifşa etmiştir; halk nezdinde de anlaşılır kılmıştır. Türkiye’deki Gezi Parkı olaylarında da Mısır’daki son darbe girişiminde de aslında taraflar ve kafası bulanıklar saflarını belli etmişlerdir.

Tabii ki Batıcı pradigmaya ait olan ilerlemeci tarih görüşünden yana olan liberaller de sosyalistler de birbirlerinin zıtları olmalarına rağmen tek safta buluşmuşlardır. Taksim Gezi Parkı Eylemleri’ne katılanlar ve Mısır Temerrüd Hareketi için Tahrir Meydanı’nda toplananlar arasında sosyalistleri ve liberalleri bir araya getiren, Batı’nın ilerlemeci pozitivizmidir. Türkiye’de Hükümet’i yıkmak için 2007 Cumhuriyet mitinglerinde de TÜSİAD’çı, Lioner ve Lionest elitler ile sosyalist devrimcileri, anarşistleri ve Kemalist ulusalcıları bir araya getiren ortak payda da, ilerlemecilik ve Batılı yaşam tarzına öykünmecilikti. Bunlara solcusu ve sağcısıyla hep beraber kapitalist tüketim kültürünün denekleri ve taşıyıcıları da denilebilir.

Kendisine öykünen taşeronlarını ABD, AB, Rusya çoğu zaman yalnız bırakmadı. Hele Türkiye’nin ve Mısır’ın geleceği ile ilgili oluşturulan ve pompalanan İslamofobi korkusu içinde küresel emperyalizmin işbirlikçi ulusalcılarla, liberallerle, sosyalistlerle paralel düşünmemesi mümkün değildir. Çünkü küfür tek ümmettir. Ancak bu bloğun da kalpleri parça parçadır. Onların dev organizasyonları, iletişim-teknoloji-sermaye güçlerine rağmen unutulmaması gereken gerçek Rabbimizin bu hatırlatmasıdır. Onlar hiçbir daim birbirlerine ve halklarına karşı pragmatizmden kurtulamazlar. Bu da onların en zaaflı taraflarıdır. Yerel ve küresel istikbarın üzerimizdeki vasiliğini geriletecek olan tek dayanağımız ise fıtri özgürlükten veya İslamlaşmaktan yana olan halkların öz iradeleri, öz güçleri ve Rabbimizin gaybi yardımıdır.

 

YAZIYA YORUM KAT

8 Yorum