1. YAZARLAR

  2. MURAT AYDOĞDU

  3. Modern Ulus Devletler, Küresel ve Bölgesel Güç İlişkileri
MURAT AYDOĞDU

MURAT AYDOĞDU

Yazarın Tüm Yazıları >

Modern Ulus Devletler, Küresel ve Bölgesel Güç İlişkileri

06 Aralık 2018 Perşembe 16:50A+A-

Öncelikle; Modern, Ulus, Egemenlik ve Küresel gibi kavramların tanımı, teorik temelleri, mahiyeti, tarihsel arka planı, günümüzdeki reel karşılıklarını ve ilişkilerini doğru tespit etmeden yapılan bütün anlama çalışmaları akim kalmaya mahkumdur.

Ardından; bunların zaman içerisinde değişirken, yeni durumlara adapte olurken, değişmeyen genel karakteristiklerini bulamazsak, bunu yaparken gerçek mahiyetleri yerine taraftarlarının ya da karşıtlarının reklamik yaklaşımlarını, sloganlarını merkeze alırsak yine akim kalırız.

Üçüncü bir noktada; ait olduğumuz çerçevenin dışına çıkamazsak, ben merkezli bir bakışla her şeyin bize karşı konuşlandığına takılırsak, iki kutuplu, siyah beyaz bir dünya düşünürsek yine tanımlamalarımız, tespitlerimizde akim kalır.

Son alarak olayları tek sebeplere bağladığımızda kompleks ilişkileri kaçırır, aşırı basitleştirmek ya da tam tersi karmaşık görünen bağlantılı etkenlerde teferruatlara takılıp temel saikleri arka plana atıp anlaşılmaz hale getirmekte ayrı bir handikap.

Ulus Devletler:

Avrupa’da başlayıp bütün dünyayı etkisine alan “modernite” zaman içerisinde ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal saiklerle “Ulus” denilen bir toplum modeli oluşturdu. 1648 Westphalia Anlaşması ile aleniyet kazanan bu “Ulus Devlet” ve “Egemenlik” formu her şeyden önce üretilmiş, tekrar tekrar üretilmiş, mevcut iktidarları şekillendirmekten ziyade onları meşrulaştırmak için kullanılmış bir retorikten/söylemden öte bir şey değil.

Max Weber’in yaklaşımı ile Protestan ahlakı ile oluşmuş Kapitalist/Liberal zihin de modernitenin temel zeminidir. Yine Weber’in yaklaşımı ile, Almanya, İngiltere (daha sonraları ABD) gibi kendi modernitesini oluşturmuş üst(!) zenginler yanında Dünyanın geri kalan kısmının bunu kopyaladığı daha geri kalmış modernleşme girişimleri nispeten istikrarsız ve zayıf sistemlerin de asıl sebebi.

Machiavelli’nin egemenliği “güçler arasında en üstünü” (superanus) olarak tanımlaması, (iyi anlamda değil ama reel anlamda) olayı en iyi tanımlayan yaklaşım. Egemenlik gerek Ulus Devletlerin gerek içinde gerekse aralarındaki ilişkilerde güçlü olanın şekillendirip dayattığı bir şey. Jean Bodin’in bunu siyaset literatürüne sokması ve Hobbes’in Leviathan’ında bir canavar olarak tasvir edip tanımına oturttuğu “Egemenlik” bir devlet/siyasi güç, uluslararası hegamonya olarak bu günkü siyaseti şekillendiriyor. Ve Ulus kavramı da bütün ideolojileri, kültürleri kendine dönüştürüyor, Maalouf’un tabiri ile “Batı toplumu’nun kendisi Kilisesini, ihtiyaçlarına uygun Din’i yaratması” gibi. Tarihçi E. H. Carr, ortaya çıkan yeni durumu, 1945 yılında “Ulusların sosyalize edilmesi ve sosyalizmin ulusallaştırılması” olarak SSCB’nin ve Sosyalizmin nasıl Ulusal modellere dönüştüğünden söz eder.

Günümüzde Suud Vehhabi/Selefi düşünce’nin, Türkiye’deki Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın, Nasır Sosyalizmi’nin ve İran İnkılabının nasıl Ulusallaştığını da gözlemleyebiliyoruz. Ve görünen o ki, Ulusalcılıkla bağdaşmıyor görünen birçok ilkesel kökenlerine rağmen.

“Ulus-devletler yaptıkları faaliyetleri ulusal bağımsızlık ve ulusal kimlik söylemleri yoluyla meşrulaştırmaya çalışırlar” (Boztemur). 

“Milliyetçilik bir ideoloji olarak ulus-devleti meşrulaştırıcı rol oynar.  İdeolojiler dünya düzeninin inşa süreci olarak yaratılmış olduğunu unuttururlar. Bu bağlamda milliyetçilik bir ideoloji olarak ulus-devletlerin bir inşa sonucu oluşturuldukları gerçeğini toplumlara unuttururlar.  Bu yolla ulus-devletlerin doğal olduklarına dönük bir algının oluşmasını sağlamıştır” (Prof Dr Mehmet Karakaş, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü ).

“Aslında inşa süreci devam etmektedir ve milliyetçilik durmadan yeniden, yeni bir formla inşa edilmektedir” (Yücel).

Ulus Devletler ve Küresel Güç İlişkileri:

 “Ulus-devletin üç hayati fonksiyonu var:

1) İçte bütünleşme (entegrasyon): Devlet doğal kaynakların dağılımını sağlamanın yanı sıra, toplum içerisindeki değişik problemlerin de çözülmesine dönük olarak gerekli mekanizmaları kendi içinde barındırır. 

2) Toplumun uygun şartlarda değişim ilişkilerini maksimize etmek:

Devlet doğal kaynakların en iyi bir şekilde kullanılmasını sağlamanın yanı sıra, yeni doğal kaynaklar ve yeni dış pazarlar bulmak için girişimde bulunmalıdır.

3) Dış düşmana karşı güvenliği sağlamak (Claudya Katz, 21.Yüzyılda Emperyalizm kitabının yazarı)

  Ulusalcılığı Egemenlik için bir retorik olduğunu aklımızdan çıkartmazsak. Aslında Küresel Egemenlik Ulusalcılığı kendisi için bir itici güce çevirmek istemektedir. Buna uyan/uydurulan devletler/iktidarlar yeni hegamonyada kendine yer bulurken eski uydurulmuş kalıplarında kalan Ortodoks Ulusalcılık tasfiye edilmektedir. Kısacası Ulusalcıların dediği gibi Küresel Emperyalizmin asli düşmanı Ulus devletler değildir. Hatta asli görülen düşmana karşı kullanılmakta, kullanılamadığı noktada da güçsüzleştirilerek tercih edilmektedir. Bu zaten Ulusalcılığın kuruluş amaçlarına da uygundur.

Akademisyen ve Kocaeli Eğitimbirsen Başkanı Abdulvahap Akıncı “Ulus-devletler durmadan artan üretime yeni pazarlar bulmak saikiyle kurulmuşlardır. Eğer bu görüş doğru olarak kabul edilecek olursa ulus-devletlerin yalnız Avrupa’ya özgü bir olgu olduğunu ve diğer devletlerde kendini gösteren ulus-devlet modellerinin de Batı sömürgeciliğinin bir ihraç ürünü olduğunu kabul etmek gerekir.” derken Ali Bulaç da bunu işaret etmektedir; “Dünyanın diğer bölgeleri de ulus-devletler olarak yapılandırılarak, daha kolay bir şekilde sömürülmek istenmiş olduğu söylenebilir”

Jurgen Habermas’ın modernite için söz ettiği “Pozitif bilimlerin genel geçer doğrularını temel alarak oluşmuş olan modernleşme, bir söylem olarak geri kalmış toplumların bu durumlarına son verilmesinin ve gelişmesinin bir yolu olarak kapitalizmi sunarak, sömürgeciliğin meşrulaştırıcı söylemi olmuştur. tespiti Modernite’nin ürünü Ulusacılık için de geçerlidir.

Modernizmin eleştirisi olarak ortaya çıktığı söylenen postmodernizm, (ki bence postmodernizm eleştiriden çok modernizmin devamıdır) gerçeğin izafi olduğunu, o zamana kadar hakikat olarak sunulan şeylerin ise birer kurgudan ibaret olduğunu söylerken Ulusalcılık ta modernizmin ürünü bir kurgudan ibarettir. Toplumları dizayn eden, entegre eden bunu söylerken kendisi de sürekli üretilip, tekrar tekrar tanımlanan bir kurgu.

“Ulus-devletin etkin ekonomik yönetici rolü son buldu. Ulus- devlet, mümkün olan en az masrafı yaparak uluslararası sermayenin gerekli bulduğu sosyal ve kamusal hizmetleri sağlayabilir ancak.

Ulus-devletler, küresel sistemin yerel otoriteleri olarak algılanmaktadır.

Ulus-devletlerin / görevleri, şimdiye kadar devlet bünyesinde çalışan belediyelerin görevlerine benzer: Mümkün olan en düşük maliyetle iş dünyasının ihtiyaç duyduğu altyapıyı ve kamu mallarını sağlamak. (İ.Ü Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Prof. Dr. İsmail COŞKUN, Küreselleşme retoriğinin bu özet muhtevası için bkz. Paul Hirst ve Graheme Thomson Küreselleşme Sorgulanıyor, s. 209-210.)”

Kısacası Ulusalcılık bir dönem üniterleştirici fonksiyonu ile Kapitalizme hizmet etmiş, baskıcı metotlarla toplumsal dönüşümü sağlamış, kapitalizmi yerleştirirken ekonomiye müdahale etmiştir. Ama Global sistemde Kapitalizmin postmodern aşamasındaki Küreselleşmede artık ekonomiden tamamen elini çekmeli ama küresel kapitalizm için alt yapı sağlamaktan öteye gitmemeliydi. Sürekli kendini yenileyen Kapitalizm gibi Ulusalcılıkta kendini yenilemeliydi. Üstelik bu yenileme köklü değişim anlamına da gelmiyor. Liberalizmin serbest rekabet, Ulusalcılığın toplumların doğal yapısı olduğu gibi yalan, ajitatif sloganlara karşı Ulusalcılığın modernite’nin kullanışlı bir kurgusu olduğu, kapitalizmin ise şirketlerin devletin güç ilişkileri içerisinde tekel oluşturması gibi pragmatik temellerini de koruyan yapısı olduğunu iyi görebilirsek, temellerin değişmediğini de görebiliriz.

Pratikte de öyle. Bazı yazarlar kapitalizmin hedeflerine ulaşamayıp kendisinin dönüştüğünü söylüyorlar. “Oğul Bush döneminde ABD, Ortadoğu üzerindeki etkisini büyük ölçüde kaybetti bu etki neredeyse baba Bush'un çıtasını yükselttiği 1991 yılı öncesine geriledi. 1991 yılında Tek Kutuplu Dünya Düzeni deyimini yeşerten ve anlamlı kılan; SSCB'nin çöküşü ile eşzamanlı olarak Saddam'ın Kuveyt'ten atılması idi.

Condoleezza Rice, BOP projesi üzerinden 22 ülkenin dönüştürülmesini öngörüyordu. Ardindan Rice satvetli günlerinde 60 yıllık bölgedeki otoriter rejimleri destekleme politikasından vazgeçtiklerini açıklamasından 18 ay sonra Kahire'de istikrara döndüklerini ilan etti.

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! 2003 sonrası Suriye rejiminin devrilmesi taleplerinin yerini politika değişikliği talepleri almıştır.

Aralık 2008'de ABD Savunma Bakanı Gates de İran'da rejim değişikliği peşinde olmadıklarını, siyaset değişikliğinin yeterli olacağını söylemiştir.

Demek ki ABD, hedeflerinden birer ikişer sapmaktadır. Bu da BOP çökmeden önce hedeflerinin çöktüğünü gösteriyor." Mustafa Özcan

Gerçekten gelişmeler böyle ve doğru bir okuma ama ben aslında hedeflerinin de bunlar olmadığını söylemek istiyorum. Dizayn ettiler ve/veya daha büyük tehdidi önceleyip bazı Ortodoksileri tercih ettiler. Sovyetlerin yıkılışı gibi totaliter ortodoksilerin de orta-uzun vadede dayanamayacağını hesaplıyorlar.

Küresel Güçler (Özelde Ortadoğu’da):

Her ne kadar ikiden fazla gücün çekişmesi olsa da askeri kuvvet olarak iki kutuplu Dünya’da diğerleri ABD ve SSCB tarafında kümelenirler. Daha doğrusu diğerleri saf tutmaya zorlanırlar. Örneğin 73 Petrol Krizi bütün Batı’yı etkilese de bundan en fazla zarar gören kaynakları hiç olmayan, dışarı daha bağımlı Almanya ve Japonya’dır. ABD ve Rusya bölgesel bir savaşın ekonomik krizini daha kolay atlatabileceği gibi bunu askeri vesayetle tazmine/haraca da dönüştürür.

İkinci Dünya savaşı sonrası İngiltere moderatörlüğünde kurulan CENTO Irak, Türkiye, İran ve Pakistan gibi üLkelerle SSCB’ye karşı yapılan ilk bölgesel paktlardan biriydi. Arap Ülkeleri davet edilse de Nasır başta bunu Arap Birliğine karşı komplo olarak değerlendirdi. Türkiye ve Türkiye’yi model alan İran Şahlığı (Ak Devrim ile) Batı’nın özde laik/seküler tercihlerinin de göstergesi. Aynı sürelerde İhvan başta İslami hareketler Batı’ya oldukça mesafelidirler. İki kutuplu görülen Dünya’da SSCB eğilimli Ulusal Sosyalist hareketlere karşı çıkmaz, hatta anti emperyalist ve krallık karşıtı hareketlerde birlikte bile davranırlardı. Öyle ki Suud gibi günümüz Batı destekli Rejimler dahi 1960’lı yıllara kadar SSCB’ye daha bile yakın görüntü verdiler.

1977’de Carter‘ın ulusal güvenlik danışmanı olan Zbigniev Brzezinski’nin yumurtladığı Yeşil Kuşak Teorileri de gerçekte radikal gösterilen İslami hareketlere karşıdır. Ama argümanlar sonradan tükenen seküler, sosyalist, totaliter hareketler buna balıklama atlar ve günümüzde de BOP üzerinden sakız sürekli çiğnenir. Uluslararası düzlemde pek ciddiye alınmayan teori İslamofobik çevrelerin, sosyalistlerin sık sık kullandığı jargon iken zamanla kendisinin haricindeki bütün İslami hareketleri karalamaya meraklı marjinal İslami hareketlerin de diline pelesenk olur. Günümüzde İran Lobisi bu dili devam ettirmektedir. BOP meselesi de benzer çizgide; İslami hareketleri diğerlerine karşı güdüme almak isteyen, alamayınca en fazla vuran ABD bunu açıkça deklare de etmektedir, “Bizim hayat tarzımıza tehdit!”

Konu üzerinde bir değerlendirme de şöyle;

“"İki tane iddia var. Birisini solcu Marksist çevre dillendiriyor, diğerini ise İslamcı ve Müslüman bir kalem. Marksist grubun iddiası şu: “İslam reform geçirmeli, liberalleşmeli” diyen Fukuyama bu sözleri söylediği dönemde; Türkiye’de hiçbir resmi sıfatı bulunmayan Tayyip ve AKP ekibi, ABD’de Bush, Wolfowitz, Grossman ve Pearson’dan oluşan ABD ekibi ile gizli bir toplantı yapıyordu. Daha doğrusu pazarlık! Irak’ta Kürt devletini kurma pazarlığı… “ Bu sözler sol cenahın sözcülüğünü üstlenen marksist birisine ait.

Ali Bulaç da benzer bir iddianın bir ev sohbetinde dile getirildiğini söylüyor. Aynı sohbette,  “AK Parti böyle kuruldu ama Erdoğan artık bağımsız hareket ediyor” denildiğini de ilave ediyor.

Reel politik açıdan düşünüldüğünde iki argümanın da olabilirliği mümkün.

Uluslararası küresel sistemle dans etmek kolay değil.

Ama ben yine de “İngiltere ve İsrail’in desteğiyle kuruldu” ifadesinden ziyade, “kurulmasına rıza gösterdiler” ifadesini tercih ediyorum.

O süreci “gömlek değiştirdiler” söylemiyle geçiştirenler olmuştu.

Küresel sistem 17 Aralık’ta AK Parti’nin ipini işte bu yüzden çekti. Tayyip Erdoğan bağımsız hareket ettiği, özellikle İsrail’e kafa tuttuğu için, “dur arkadaş, seninle anlaşmamız böyle değildi” denmek istenmiştir. Ama buradan birilerine ekmek çıkmaz." Abdullah Şanlıdağ, Yeni Akit

Bir başkası da şöyle;

“Komünizmin veya Sovyet yayılmacılığının önüne geçmek için yeşil kuşak projesini devreye sokan ABD ve onu destekleyen Avrupa, tehlike savuştuktan sonra kendilerine yönelen, “cihatçılar” ve terör ile baş edebilmek için çare aradılar ve bu meyanda Büyük Ortadoğu Projesi'ni uygulamaya koydular. Bu proje şimdilik fiyasko ile sonuçlanmış olsa da temel saiklerinden ve hedeflerinden vazgeçilmiş değildir.

BOP haritasını çizen Amerikalı asker Ralph Peters, çizdiği harita ve bu haritaya ek gerekçeleri, “Kanlı Sınırlar, Daha İyi Bir Ortadoğu” başlığı altında açıklamış ve bu ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Haziran 2006 baskısında yayınlanmıştır. Makaleden bazı ibretlik pasajlar:

“Ortadoğu’nun işlevsiz sınırlardan çok daha fazla problemlere sahip olmasına karşın -kültürel tıkanıklıktan, skandal eşitsizlikler ve ölümcül dini aşırılıklara kadar- bölgenin toplu başarısızlığını anlama çabasındaki en büyük tabu İslam değil, kendi diplomatlarımız tarafından tapınılan çirkin ancak kutsal uluslararası sınırlardır.

Balkanlar ve Himalayalar arasındaki adaletsizliği ile ünlü topraklardaki en göz alıcı haksızlık bağımsız bir Kürt devletinin yokluğudur.

Amerika Birleşik Devletleri ve koalisyon ortakları Bağdat’ın düşmesinden sonra bu haksızlığı düzeltmek için ellerine geçen muhteşem fırsatı görememişlerdir. Uyumsuz parçaların birbirlerine Frankenştayn canavarını andıran şekillerde dikilmesinden oluşan bir devlet olan Irak, o anda üç küçük devlete bölünmeliydi.

Ayrıca Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar uzanan bağımsız bir Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasında en Batı yanlısı devlet olacaktır.

Bölgede yapılacak adil bir düzenleme Irak’taki üç Sünni ağırlıklı bölgeyi budanmış bir devlet haline getirecektir ve bu bölgeler zaman içerisinde Akdeniz’e yönelmiş bir Büyük Lübnan’a, kıyılarını kaybetmiş olan Suriye ile birleşmeye karar verebilir ki bu durumda Finike yeniden doğmuş olur.

Eğer büyük Ortadoğu’nun sınırları, kan bağı ve inanç bağının doğal bağlantılarını yansıtacak şekilde değiştirilemez ise, bölgede dökülen kanın bir bölümünün bizim kanımız olmaya devam edeceği hususunu dinî bir inanç hususu gibi kabul etmemiz gerekecektir.

Ancak, değiştirilmiş haritayı incelediğimiz ve bugünkü sınırları gösteren harita ile karşılaştırdığımızda, 20. Yüzyılda İngiliz ve Fransızların çizdiği sınırların, 19. Yüzyıldaki büyük utanç ve yenilgilerden çıkmaya çalışan bölgede sebep olduğu büyük yanlışlıklar hakkında bir fikir sahibi olmamız mümkündür.”

ABD’li askerin işaret ettiği, “İngiliz ve Fransızların çizdiği haritanın kısa hikâyesi" Sayın Cengiz Tomar’ın özetlemesiyle şöyledir:

 “I. Dünya Savaşı’nda Osmanlılara isyan etmesi karşılığında bir Arap imparatorluğu kurma sözü verilen Şerif Hüseyin ve oğulları İngilizler tarafından aldatıldılar. Mekke ve Medine’yi barındıran Arabistan Yarımadası’nın büyük kısmı püriten bir ideolojiye sahip İbn Suud’a verilerek Suudi Arabistan kuruldu. Haşimilerden yani Hz. Peygamber’in neslinden gelen Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’a verilen ve adını bile İngilizlerin koyduğu Irak’ın sınırları Gerthrude Bell tarafından belirlendi. Suriye ve Lübnan sınırları ise Fransızlar tarafından çizildi. Faysal’ın kardeşi Abdullah’a ise toprakları işgal edilen Filistinlilerin sürüldüğü Ürdün verildi. Sykes-Picot (1916) ve Balfour Deklarasyonu’nun (1917) bu devletlerin kurulmasında rol oynadığı kesin. Petrol zengini Körfez ülkeleri de İngilizler tarafından petrol alanlarına göre teşekkül ettirildi. İngilizler eliyle kurulan İsrail, Müslümanların üçüncü kutsal şehri Kudüs’ün yer aldığı Filistin’i işgal etti. 1967 ve 1973 savaşları ardından 1978 Camp David Anlaşmasıyla Mısır-İsrail barışı ve 1994 Vadi Arabe Anlaşması'yla İsrail-Ürdün barışı ile sınırlar çizilmeye devam edildi. Arap bölgelerinde etnik ve mezhebî farklılıklara göre yeni haritalar çizilmeye ve mikro devletler kurulmaya çalışılıyor. Ancak bu mikro devletlerin bölgeye huzur getirmesi zor.”

Evet huzur getirmesi zor ama ABD ve Batı’nın çıkarlarını getirmesi, bu hain, vicdansız ve hukuksuz planlarla zor olmuyor." Yeşil kuşak, BOP ve sonrası, Hayrettin Karaman, 05 Ekim 2017

Görünen o ki, mahalleyi oldukça etkilemiş ön kabuller var. Bunlardan biri de aba altından sopa gösterir gibi Ulusal Kürt Devleti tehlikesi. Elbette Ulusal Modeller ve bunların daha kullanışlı formları mümkün. Ama Ulus Modelin zaten kangren olmuş sorunlarını örtmez. Bu bazen öyle trajikomik hale geliyor ki,bir yandan bu bir tehdit gibi lanse edilirken, Kürt Ulusal Hareketinin kolaylıkla emperyalistlere masa olacağı (gerçeği) dile getirilirken “Biz daha iyi partneriz” sinyalleri de çakılabiliyor.

Bir başka nokta da; Ortadoğu’da SSCB ve ardılı Rusya ancak kendisi ile doğrudan üs ve müdahale anlaşması yapan Suriye Baas’ı ya da Babrak Karmal Afganistanı gibi ülkelere askeri müdahale yapabilirken İkiz Kuleler Saldırısı sonrası ABD her ülkeye direk ya da indirek müdahale edebiliyor. Güç ile ilgili bir durum.

Son nokta İsrail. İsrail’i bölgesel güç değil, dış güç kapsamında ele alıyoruz. Batı Avrupa açısından kendi geçmişi ile sorunlu, kompleksli bir nokta. İsrail politikalarından rahatsız olduğu durumlarda bile kuvvetli bir antisemitizm baskısı altında İsrail’e karşı çıkamıyor. ABD Lobilerin tamamen elinde olduğu bir ülke “İsrail’in güvenliği” merkezde. Aslında bu ABD çıkarları ve hegamonyası içinde ortak müşterek. İsrail’siz, İsrail taraftarı olmadan ABD politikası mümkün değil.

Bölgesel Güçler/Devletler:

Ortadoğuda başlıca dört Ülke Bölgesel güç. Bunlar Mısır, İran, Türkiye ve Suud. Hepsi de kuruluş itibarı ile antiemperyalist. İlk Ulusalcılaşan ve daha kuruluş aşamasında Batı ile entegre olan Türkiye. İran varlığı itibarı ile olmasa da 79 Devriminde anti-emperyaist söylemlere sahip.

Mısır, Nasır döneminde 1950-70 arası en aktif bölge devleti. Aynı zamanda Arap Ulusçuluğunun da merkezinde. Çelişki gibi görünen bazı özellikleri de var. Bir yandan Sosyalist/SSCB yanlısı diğer yandan pragmatik savrulmalar yaşıyor. Nasır’ın dahil olduğu “Hür Subaylar” hareketi İkinci Dünya savaşı öncesi ve sırasından Nazi Almanyasına sempati duyan, görüşen bir yapı. Kralı deviren darbede Müslüman Kardeşler’le (Ihvan) birlikte hareket edip daha sonra Potansiyel gücü olan İhvan’ı komplolarla bastırıyor. PanArap Ulusçuluğu ile Cezayir, Libya, Suriye gibi Devletlerle birleşme çabaları gösterirken Mısır bölgesel Milliyetçiliği izleri taşıdığından bu ülkelerle birleşme çalışmaları akim kalıyor. Burası da ilginç bir very. Ulusalcılık dil birliği gibi görünse de (üretilmiş yapısından dolayı) sık sık bölgesel (teritoryal) iktidar argümanı olarak şekilleniyor. Yine Enver Sedat döneminde Rusya’dan uzaklaşıp ABD’ye yanaşan bir Mısır gözlemliyoruz. Günümüzde Sisi(nin kullandığı Ulusalcılık) ABD gölgesini de aşan Suud gölgesine girecek kadar zayıflayan bir güç ilişkisi içinde. Bu bir yandan iç politikada İhvan’ın karşısında zayıflaması ile ilgili bir durum, diğer yandan Ulusalcılığın güç odakları için nasıl devşirilebilecek argümandan öte gitmeyen yapısını da gösteren bir durum. Gerçekte Ulusalcılık ve Milliyetçilik bir ideoloji değil, bir devlet yönetim biçimi değil, ekonomik ya da başka temelleri yok, kısacası uyduruk bir söylem biçimi. Günümüzde Sisi Mısırı, BAE gibi ülkelerin el altından Beşar’la görüştükleri iddiası muhtemelen de gerçek. Baas Rejiminin genlerindeki Ulusalcılık, pragmatizm damarı ile oynanıyor. 60’lı yıllardan Yemen’e 80-90 000 asker yollayan, İngiltere ve Fransa ile Süveyş kanalı üzrinden kısmi çatışma yaşayan, İsrail’e karşı savaşlarda Merkez Ülke rolü oynayan Mısır günümüzde tamamen güç olmaktan çıkmış durumda. Kültürel mi desek, dengeler mi desek yoksa zamanın konjonktüründen mi desek Mısır Ulusalcılığı Batı ile yer yer çatışırken, Batı topyekün Mısır da Rejimi değiştirecek bir müdahale yapmaz.

Suud, ilk dönemlerinde Batı için çok fazla bir şey ifade etmiyor. Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları bölgesel bir hiyerrşik yapıya sahip. Hicaz, Suriye, Ürdün ve Irak’taki mandater devletler için bir hanedan. Suud saltanatının ittifak yaptığı Vehhabi düşüncesi de Hristiyan/Haçlılarla anlaşmaları haram kabul eden yapıda. Öyle ki 1970’lere kadar Bati ve ABD den çok SSCB’den askeri malzemeler aldığına dair emareler var. 73 Petrol krizinde Faysal’ın (İslami harektlere de destek veren bir Faysal var) Batı’yı en fazla sarsan lider olduğunu görebiliriz. Nitekim görünen o k, sırf bu nedenle Saray Darbesi ile öldürülür. Zaman içerisinde Suud’un Batı ile entegrasyonunu, yer yer Ulusalcı anlamda Arap Birliği’nin liderliğine oynarken, temel olarak Ulusalcılık yerine Bölge Monarşileri ile iş tuttuğunu görüyoruz. Vehhabi düşünceyi iyice bastıran (bazı yönlerden de apolitize edip dönüştürüp entegre eden) İslami söylemi iyice terk eden bir Suud var. 73 deki kadar güçlü olmayan, Batı ile tam işbirliği içerisinde zayıflayan bir Suud. Bölge politikalarında baş düşmanı İhvan, (Onu potansiyel güç görüyor) Türkiye ve İran ise ikincil bölgesel rakipleri (Onları da kendince dış güç görüyor).

İran, Şah zamanında tamamen Batı Jandarması. Kültürel açıdan Türkiye’yi kopyalayan Ak devrim devletin politikası. Umman’a onbinlerce asker gönderen askeri bir hinterland var. 79 Devrimi sonrasında ciddi bir eksen kayması (eksen kayması yerine yeni bir güç de diyebiliriz) sinyali veren bir ülke. Devrimin ilkeleri ve bunların sürdürülebilirliği ayrı bir konu. Lakin hala bölgede hünterlandı olan, bir çok ülkede resmi, yarı resmi askeri gücü olan bir ülke. Batı ile çatıştığı tatrışmalı, ya da pragmatic politikalara sahip. Git gide Ulusalcılaştığı Şia temelli İslam anlayışını bile bu Ulusal güvenliği için kullandığına dair güçlü iddialar var. İslam Dünya’sının geneli ile problemli (kadim bir problemli) gitgide marjinalleşiyor.

Türkiye ise 1950’le, 60-70’ler ve 90’lar boyunca kendi içinde Merkez çevre çatışması yaşamış ama ana yapısı ve Uluslararası politikası temelde (en azından kağıt üstünde) değişmeyen bir ülke. 2000’li yıllarda Batı için ikircikli, kültürel olarak kendisine tehdit olmaya başlayan ülke görüntüsü veriyor. Ortadoğu’da Ilımlı İslam için model olduğu iddiası çok zayıf ve akim. Hatta bazı İslami Yapılara davranış biçimi Batı tarafından sorunlu bulunuyor. Öyle ki Suud, İran gibi rekabet halinde olduğu ülkelere bire Batı bloku karşısında hasmane tutuma girmiyor. Dikkat edin Batı bloku karşısında diyoruz yoksa bir çekişme var. Ayrıca bu Devletinin Değişmez Kabul ettirilmiş vesikalarına uymadığı için enformel, kağıt üstüne işlemeyen ama teammülde gözlenen bir durum. Türkiye’nin politikaların tahlil etmek te detaylı bir konu. Ama bunu Illımlı İslam, Yeşil Kuşak, BOP gibi ajitatif ve oldukça yorumlanabilen söylemlerle, ne amaçla nasıl kullanıldığını  sağlıklı irdelemeden açıklamak basitlik. Darbeler, darbe tehditleri ve 15 Temmuz darbe girişimi gibi süreçler içerisinde hassas dengelere sahip bir ülke. Ulusalcılaşması konjonktürel/geçici mi yapısal mı tartışması var.

Nihayetinde Bölgesel devletlerin hepsi “Ulusalcılık” denilen modern paradigmadan bağımsız hareket edemiyor. Güç kelimesi ile örgütsel yapıları ele alırsak en önemli (aslında tek) başat güç, potansiyeli, güçlü kültürel yapısı ve temmelleri ile “İslam” az ya da çok bundan beslenen yapılanmalar. Bizce en büyük güçte aslında bu. Ve bunun yapısı, özellikleri, mahiyeti, süreci çok önemli ve ayrı bir çalışmanın konusu.

(Bu makale 3 Aralık 2018 Üsküdar Özgür-Der’de verilen bir seminerin genişletilmiş ve düzenlenmiş halidir)

 

 

YAZIYA YORUM KAT