1. HABERLER

  2. ETKİNLİK

  3. “Modern Kavramlara Müslümanca Bakmak”
“Modern Kavramlara Müslümanca Bakmak”

“Modern Kavramlara Müslümanca Bakmak”

Özgür-Der Sakarya Şubesinde “Modern Kavramlara Müslümanca Bakmak” başlıklı seminer.

22 Ocak 2012 Pazar 22:16A+A-

 

Sakarya Özgür-Der Şubesi’nin “Modern Kavramlara Müslümanca Bakmak” başlığı altında ele aldığı seminerlerin sonuncusu Araştırmacı Murat AYDOĞDU tarafından “Özgürlük İnsan Hakları Çoğulculuk ve STK’lar bir adalet Arayışı mıdır?” konusunda verildi.

Murat AYDOĞDU’nun sunumunun ardından bilhassa konunun müslümanları ilgilendiren boyutuna ilişkin soru ve katkılar yapıldı. Duyuruda yer alan demokrasi konusuna başlı başına bir konu olması sebebiyle değinilmediğini vurgulayan Murat AYDOĞDU’nun sunumunun özeti şu şekildedir:

Özgürlük, İnsan Hakları, Çoğulculuk ve Sivil Toplum Kuruluşları bir Adalet Arayışı mıdır?

Modern Kavramlara Müslüman’ca Bakmak seminer dizimizin şimdiye kadar ki bölümlerinde Milliyetçilik, Muhafazakârlık, Sosyalizm ve Liberalizm gibi siyasal yönetim kavramlarını inceledik. Özgürlük, İnsan Hakları, Çoğulculuk ve Sivil Toplum Kuruluşları gibi kavram ve yapılanmalar bu siyasal kavramların tamamlayıcısı harcı ve dolgu maddeleridir. Yapıları gereği kullanımlarına göre bazen bağlayıcı (entegre edici) bazen çözücü (muhalefet) işlevi görürler.

KÜRESEL KAVRAMLAR

Günümüzde toplumsal çevremizle olan ilişkilerimizin olanaklarını, sınırlarını ve bu ilişkileri belirleyen kavramları, bu kavramlara bağlı kurumları şekillendiren bir kuşatma ile karşı karşıyayız.

Bunlar; Özgürlük, İnsan Hakları, Sivil Toplum ve Çoğulculuk gibi kavramlar.

Yine Batı’nın ürettiği Liberalizm, Sosyalizm, Muhafazakârlık ve Milliyetçilik gibi siyasal kavramların, yapı taşlarının dolgu maddeleri, bağlayıcıları, harcı olan bu küresel hâkim paradigmanın belirlediği kavramlar, geliştiği Batı medeniyetinin değerlerinden ve tarihi sürecinden bağımsız değildir.

Batı kapitalizmi, sömürü ve doyumsuzluk içeren bir tahakküm ihtirası ile Üçüncü dünyayı kendine boyun eğdirmeye çalışır. Küresellik içerisinde bilgiyi, teknolojiyi, kültürü belirleme ve ihraç etme bunlarla birlikte demokrasiyi, insan haklarını ve kendi özgürlük anlayışını mutlak evrensel değerler olarak sunar. Sunmakla kalmaz dayatarak, uzlaşarak kendine benzetir, entegre eder ya da oluşabilecek muhalefetleri dağıtır.

Diğer yandan Batı kültürü içerisinden muhalefet, bir adalet arayışı içerisinde buna direniş gösterir. Bu direniş kısmen fıtri eğilimler kısmen da Batıl değerlerle karışmış haldedir. İç muhalefet paradigma dışına çıkmakta zorlanır.

Burada Küresel sisteme üç türlü muhalefet yükselir:

Birincisi, kendi içindeki arayışlar

İkincisi, sömürülen Müslüman olmayan üçüncü dünya halkları

Üçüncüsü Müslüman halklar.

Araştırmalarımız gösteriyor ki, dünyadaki zulmün % 80'i Müslümanlara yöneliktir. Sadece Müslüman oldukları için 250 bin Müslüman hapishanelerdedir ve Avrupa’nın göbeğinden itibaren en çok katliama maruz kalanlar Müslümanlardır. Öyle ki bu katliamlarda doğrudan Batı istilası ile oluşanlarda bu oran daha da artmaktadır. Bunun temel iki nedeni doğrudan batı ile fiziki temasta olan İslam kültürünün onunla tarihi hesaplaşması ve ona direnebilen çok yönlü toplumsal, kültürel ve pratik güçlülüğüdür.

Küresel sistemin hâkim bu kavramlarını, filen var olduğumuz çevre ve pratikleri içerisinde anlamak, fıtrata uygun ve adalet anlayışına dayalı yönlerini tartışmamız ve imkânlarını belirlememiz gerekir.

KAVRAMLARIN TEMELLERİ VE SÜREÇLERİ

Yunan medeniyeti aklı öne çıkarır. Öyle ki “logos” hem akıl, hem evren, hem bilgi, hem de Tanrı anlamına gelir. Romalılar Yunan medeniyetinin daha emperyal ve daha güce dayalı bir kopyası olarak devamıdır. Ama her iki medeniyette de acımasız bir Efendi-köle ilişkisi vardır. Yunanlılarda ve Romalılarda bir hür kimseye karşılık 40 köle vardır. Kölelerin toprak, mülk ve siyasal katılımları başta olmak üzere hiçbir hakları yoktur. Yine ileri derecede toplumsal sapıklıklar ve bozulmalar vardır.

Hıristiyanlık ilk çıktığında bu Efendi-köle dengesini alaşağı eder. Yığınlar halinde ilk Hıristiyanların ve bunların direnişlerinin tarihi budur. Ama Kilise, mevcut İncil ve Tevrat’ta olmayan bir Ruhbanlık, Teslis gibi kavramlar ve İlk günahın özgürlükten ve aklı kullanmaktan kaynaklandığı öğretisini oluşturur. Bu Efendi-köle ilişkisinin yeniden canlanmasıdır. Kilise İnsanların İncili okuyamayacağını, anlayamayacağını aklın buna yeterli olmadığını ve aklın yanlışların temel kaynağı olduğunu söyler. Batı’nın özgürlük arayışı, sürekli itaati öngören Kilise’nin bu öğretisine direniştir.

Orta çağda toprak sahibi-köylü, Sanayi çağında ise Burjuva-emekçi ilişkisi benzer bir hâkimiyet ilişkisi içerisinde sürer. Reform sürecinde Hugo Grotius, Montesquieu, Thomas Müntzer ve Martin Luther Kilise otoritesine başkaldırırlarken Hıristiyanlığa bağlı bir adalet anlayışı güttüler.

Reformun muhtemel köklerinde İslam dünyasının da etkisi olsa da Avrupa kompleksif bir inkârla köklerini Yunan ve Roma’ya dayanarak Aydınlanma sürecinde pozitivizme kayar. Zamanla ahlak ve adalet arayışından arındırılmış birey merkezli bir özgürlük, hak arayışı ve toplumsal modellemeler ortaya çıkar.

İki dünya savaşının ardından totaliter sistemlerin acısını yaşayan Batı Avrupa, kendi içinde devlet gücünü ve kontrolünü sınırlayan Hak ve Özgürlükler siyasette ise Çoğulculuğu/Pulvarizmi üretir. Muhalif hareketler içinde bir hareket alanı olarak Sivil Toplum kavramı kullanılmaya başlar.

ÖZGÜRLÜK

Batı literatüründe Özgürlüğün karşılığı üç ayrı kelime ile verilir.

Liberty- Serbest kalan azatlık, güçlünün iktidarına karşı direnerek onun esirliğinden kurtulan, bir başkasının egemenliğinde olmayan.  Süreç içerisinde mülkiyete sahip olmak anlamında iktisadi anlam ve siyasal modelde kapitalizmin zihni temeli olur.

Freedom- Bir şeyi yapabilme serbestîsi, canı istediğini yapabilme. Diğer kültürlerdeki cemaatsel ve toplumsallığın önem kazandığı durumlarda karşılığı problemli bir kavramdır. Nihayetinde toplumsal sorumsuzluk ve başıboşluğa dönüşüyor.

Emansipasyon- Din, aile, gelenek ve ahlaki yönden bireyin bağlı olduğu bütün bağlardan kurtulması, kentleşme ile ortaya çıkan bir süreç. Özgürlük tanımlamalarından en seküler olanı ve bütün değerleri tüketen boyutu ile nihayetinde aklı bile inkâra götüren düşünmeden yaşaya dönüşen süreç. Bu anlamda Batı modernizmi özgürlüğü Freudcu anlamda id (içgüdü, ilkel benlik, bilinçaltı) ve egonun üzerine kurar.

Bu emansipasyon Müslümanlarda iyi analiz edilmediğinden aşınma oluşturur. Örneğin “Bir kadın doğurduğu çocuğa süt vermek zorunda değildir” demişler, oysa doğmamış çocuğun hakkı vardır. “Ben istediğimi söylerim” diyemezsiniz, 3-5 kişi ile meşgale edip konuşmanız gerek. Bireysel özgürlük çoğu durumda toplumsal maslahat ile çatışır. Bir yandan Toplumsal maslahat, ya da faydalar adına birey özgürlüklerinin aşırı derecede kısıtlanır, diğer yandan birey özgürlüğü sorumsuzluk ve münferitleşme/bireyselleşmeyi getirir.   

İnsan aklının ve iradesinin önünde iki kuşatmadan söz edilir. Bunlar, iç kuşatma olarak heva ve hevesler, dışta ise bizi bir çağa, bir topluma ve bir çevreye ait olduğumuzu gösteren kuşatmalar. Ali Şeraiti İnsanın dört zindanında bunu iyice irdeler. Batı düşünce yapısı iç kuşatmaları tamamen devre dışı bırakan ya da önemsemeyen süreç yaşamış ve özgürlük tanımı da bu çerçevede gelişmiştir. Batının özgürlükten anladığı bir çeşit İbahacılıktır, yani her şeyin mübah olduğu alanlar yaratmak. Din’in beş kuralı olan Farz, haram, müstehap, mekruh ve mübah, sorumsuzluk bağlamında tekilleşmiştir. Bu anlayış bazen Müslüman zihinleri bulandırır. Örneğin;  Siz bizim başörtümüze karışmayın biz de sizin mini eteğinize karışmayalım deniyor. Oysa başörtüsü Müslüman için vucubiyet,  çıplaklık ise toplumsal münkerdir. Yine Müslüman kültüründe Kadercilik gibi insanları zulme rızaya ve pasifliğe götüren akımlara karşılık Rey ve Dirayet ekolü gibi özgürlükçü ve mücadeleci akımlar, Ahbariliğin durağanlığına ve inisiyatifsizliğine karşı Usuli ekolün tahlil ve değerlendirme zenginliği vardır.

Kapitalizm, liberalizm anlamından hareketle, üretim sınırsız, ölçüsüz kazanç ve istenildiği gibi tüketim, Doğayı ise savaşılacak ve tüketilecek kaynak olarak görür. Oysaki İslam kültüründe özgürlük adalet, sorumluluk ve ahlak kavramlarından bağımsız düşünülemez. Kazanma sınırlı, harcama ölçülüdür.

Özgürlük Batı için çoğu durumda kendi içine ait bir kavramdır. Kendi değerleri tehlikeye girdiğinde Özgürlük anlayışları da hızla değişir. 11 Eylül sonrası ABD güvenliği ve kendi toplumsal yapı, değerler maslahatını özgürlüğün önüne çıkartır. Keza Avrupa da, üçüncü dünya ülkelerindeki her türlü asimile çabalarına karşı çıkılırken, kendi bünyesinde yabancı düşmanlığı ve göçmenlere karşı entegre edici asimile politikaları buna örnektir. Özellikle Ortadoğu ve İsrail söz konusu olduğunda da global güvenlik adına çifte standartlar tava yapar. Benzer bir süreci İslam dünyası Moğol istilası döneminde yaşar, Şafii ekolünün devletçi mizaç kazanmasının ve Osmanlı dâhil sonraki iktidarlar tarafından kullanılma süreci, bu Moğol istilasının yol açtığı dış tehdit algısının ürünüdür.

İNSAN HAKLARI

İnsan hakları, tarih içerisinde yapılan mücadeleler ve bunun sonucu iktidar alanını sınırlayan bir süreçte gelişmiştir. Bu süreç üç aşamalı bir süreçtir.

Birinci kuşak haklar, yasama, kişi dokunulmazlığı, eşitlik, inanç, ibadet hakkı gibi kişiyi korumaya yönelik haklar.

İkinci kuşak haklar, yaşam, eğitim, seyahat hakkı gibi sosyal hakları.

Üçüncü kuşak haklar, seçme ve seçilme, toplantı ve gösteri hakkı dayanışma ve örgütlenme haklarıdır.

Batı kültürünün seküler, maddi kapitalist liberalizm anlayışı ile şekillenen zihninde insan ürettiği ve tükettiği oranda değer kazanır. Parası olmayanın sağlık ve dolayısı ile yaşam hakkının, eğitim hakkının olmadığı gerçeğine kendi içerisinde sosyal politikalarla çözüm arar, iç muhalefet burada yine fıtri bir arayışa tekabül etmektedir. Yine üçüncü dünya halklarına sunduğu her türlü kültürel hakka, kendi ülkelerinde başörtüsünü yasaklayacak savunma güdüleri ile kuşatılmıştır.

İslam fıkıh kültüründe, can, mal, akıl, nesil ve din emniyeti olarak tanımlanan haklar, “İsmet Ademiyettendir” ilkesi ile İnsan olan herkesin konumundan söz eder. Öyle ki, bu hakların sadece eman verilmiş ve akid yapılmış kesimleri kapsadığını söyleyen Şafii ekolüne karşı, gücün yettiği her yerde her insan için bu haklar sağlanmalıdır diyen Hanefi fukuhası tartışmaları vardır.

Bütün zalim sultalara rağmen, hilelere rağmen temel kabul olarak şeriat karşısında eşitlik söz konusudur. Manga Carta’nın “Hukuk, kralın arzu ve isteklerinden daha üstündür” ilkesinin 1215 yılında imzalandığını hatırlayalım.  Yine Manga Carta’nın ünlü 39. maddesi: “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır” ve ancak 20 yy da varılan bir ilke; BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 1. madde; “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” Bütün bunların temelinde Hak kavramının İslam kültüründe, yine soyut değil, fıtrat, adalet, kıst, kulluk ve zulüm eksenli değerlendirilmesi vardır. Tabii bizdeki Kur’an’a aykırı "zalim de olsa sultana itaat etmek gerek" ilkesinin de yanlış bir din anlayışının, sulta ve saltanata dönmüş halini de vurgulamak gerekir.

SİVİL TOPLUM

Kavramın Yunan medeniyetinde Şehir/Polis ve Sivil/halk ayrımından esinlendiğini belirtelim Reform sürecine doğru Jean Bodin devlet ve aile’nin ayrı dünyalar olduğunu vurgulaması ile değişim geçiren sivil kelimesi sivil toplum-politik toplum karşıtlığını doğurur. Hegel sosyolojisinde ve sonraki Marks ve Gramsci gibi sosyalist kuramcılar, devlet erkine karşı sivil toplum tanımlamaları yaparlar. Sosyalizmin çöküşü sonrası Liberal Kapitalizm Sivil Toplum kavramına, örgütlülük, kendi kendini üretme, devletten kopma anlayışına, şiddete karşı olma, siyasal topluma müdahil olmayarak pasifleşme ya da Müdahil olma aşamasında kurallar, sınırlar belirleme işlevleri kattı. Süreç sistem içerisinde entegrasyon ve kontrol olarak kullanılırken muhalefet bu kanaldan tanımlamaya ve sınırlandırmaya direnmektedir.

Bütün sürece karşılık Sivil Toplum deyince; güce, devlete, sermaye ve oligarşik yapılanmaya karşı ezilenlerin haklarını koruma ve mücadelesini verme geleneği vardır. Bu yine bir çeşit adalet arayışı olarak inkâr edilemez bir gerçekliktir. Örneğin 1993 Viyana BM İnsan Hakları Konferansında, Batı merkezli algıya 4’lü itiraz yükselir; Asyalı devletler, Sosyalistler, otoriter dikta devletleri ve Müslümanlardan. Asya devletleri daha çok kültür farklılığı, otoriter diktatörlükler kendi çıkarları açısından karşı çıkarlarken Sosyalistlerin itirazları paradigma içi muhalefet olarak algılanmalıdır.

Sivil toplumculuk içerdiği bütün zaaflara rağmen merkezi devlet otoritesini kısmen karşıya alan erk’in müdahelesi ile kısmen de merkeze bağ sağlayan bir kurumsallaşma biçimidir. Yine nötr bir kavram olarak düşünürsel işlev ve etkinliğine bağlı iyi, ya da kötü bir pozisyona evrilebilir. Zira doğrudan devlet kurumlarının ve Siyasi Partiler gibi iktidar talepli siyasal yapılanmaların bağlı olduğu kurallardan çok daha gevşek kurallara tabidir. Hatta Oluşturulan dernek, Yayınevi, vakıf vs kurumların yelpazesinde tahakküm içeren kurallardan neredeyse tamamen azade olanlar da mevcuttur. Totaliter sistemlerde oluşturulmayan, izin verilmeyen bu alan günümüzde etkindir. Sorun Sistemin bunları kanun ve fiili müdaheleye bağlı olmadan  farklı kanallardan etkileyerek yönlendirmesidir. Oluşturulan Sivil toplum Kuruluşları ne kadar Küresel Sistemin manipülasyonu ile şekilleniyor, ne kadar mevcut cahili sosyal, siyasal ve ekonomik ilişkiler içerisinde şekilleniyor, ne kadar çıkar guruplarının gurup savunması şekline dönüşüyor, ne kadar inanç ve hayat tarzımıza göre şekillendirebiliyoruz?  Bunların tahlili ve işlevselliği kavranmalı ve kontrol edilmelidir.

ÇOĞULCULUK

Birinci ve İkinci Dünya harbi sonrası batı totaliter devlet yapılarını ve diktatörlüğe gidecek yolları kesmek amacı ile Çoğulculuk kavramı üzerine eğilir. Burada Çoğunluğun mutlak hâkimiyeti ve otoritesi sınırlandırılır.

Pluralizmi Viotti ve Kauppi dört noktada toplar:

Birincisi, devletin dışında aktörleri vardır. Devletin yanında birey, uluslar arası örgütler ve baskı gruplarıda iktidar eylemlerine dâhildirler.

İkincisi, devleti bir bütün olarak değil alt örgütlerden ve birimlerden meydana gelen bir yapıdır.

Üçüncüsü, kararların alınmasında sadece devletin değil aynı zamanda uluslar arası aktörlerin arasındaki rekabetin ve pazarlıkların etkisi olmalıdır.

Dördüncüsü, ekonomik ilişkileri, güç, eğitim, sağlık, çevre kirliliği kısacası her türlü toplumsal sorunları uluslar arası ilişkilerin konusuna dâhildir.

AB kurallarının ve Avrupa İnsan Hakları mahkemelerinin ulusal devlet mahkemelerinin üzerinde olması da bu çerçeveye dâhil edilebilir.

Avrupa kültürü kendi krizinin bir ürünü olarak geliştirdiği çoğulculukta azınlıkların iktidar olma haklarını ve iktidar faaliyetlerine etkisini ortaya koymaya çalışırlarken İslam Kültüründe var olan, farklı kültürlerin sosyal, siyasal/yönetimsel ve hatta hukuki anlamda çok yönetimlilik, çok toplumluluk ve çok hukukluluk kavramlarına yabancıdır. Ama Avrupa özellikle asimile edemediği göçmenler için bu modeli (Osmanlı modeli olarak) kısmen incelemektedir.

BATILI KAVRAMLARA BAKIŞ

Müslümanlarda bu kavramlara farklı tavır gözleniyor.

Birinci tavır olarak; bunlar Batı'ya aittir tümden reddedilmelidirler diyenler, Liberal kapitalizmin tuzakları olarak görüyorlar. Bu bir çeşit mücadeleci münzeviliktir ve hatta Elçilerin hareket tarzlarına aykırıdır. Ancak, baskıcı, totaliter sistemin bütün kanalları tıkadığı fiili çatışma anlarında hicret ve kıtal hali, sivil inisiyatifsizlik ve kıyam halleri, doğrudan işgal durumunda İslami kurumsal yapıların etkin olduğu durumlar için söz konusu olabilecek bu metodoloji şu an için acilci ve tertilsiz bir kalkışma hareketidir. Nitekim toplumsal kopukluk ve marjinalleşme bu tavırları açık bir işlevsizlik haline itmiştir.

İkinci bir tavır, bütün insani tavırların kökeni bizde vardır. Her karşılaşılan kavram ve kuruma çoğu zaman da zorlama ile İslami bir karşılık bulma çabası onları içerik ve taşıdıkları değerlerle beraber içselleştirmeye neden olur. Kısmen kompleks ve özenti içeren bu tip faaliyetler çoğunlukla akademik çalışma boyutunda kalmakta, etkinlikleri cahili kurumsal yapılar yanında etkisiz kalmaktadır. 

Üçüncü tavır olarak, tertil, usul ve kavramlandırma çabasına girerek, tamamen sistem içerisinde kalarak bunlara takılma ve İslami kesimlere, değerlere karşı duruşlarını kapsamlı bir tahlile tutmadan diğer kurumlarla birlikte hareket etme çoğunlukla entegrasyonu kullanılmayıi etkisiz figüran olmayı doğurmaktadır.

Dörüncü bir tavır olarak, sistemin asıl baskı unsurları olan Zorunlu eğitim ve içerisindeki ant gibi dayatmalara, zorunlu askerlik hizmetine ve bunun gençlerimizi bizim olmayan kirli bir savaşa sürüklemesine, iş hayatımızda alternatifsiz ticari ilişkilere kadar varan sistemin mücadele edilmesi gereken yapıları yanında bu tip sistem içi araçlar olarak adlandırılan kavram ve kurumlar nötr yapılardır. İşleyiş tarzına bağlı olumlu ve olumsuz etkilere sahiptir. Asıl değerler ve bağımsız yapılar üzerinden belirlenip, oluşturulacak söylem ve eylem haritasının topluma beyan ve adil şahitlik halinde yansıtılacağı yapılardan öte işlevleri yoktur. Nitekim Allah Elçisinin Davet sürecinde kullandığı İlaf, Himaye, Panayırlar gibi ana paradigması cahili olmasına karşılık toplumsal iletişim yapılarında yer alması bu çerçevede değerlendirilir. Yine Cahili sistemin dayatmaya dönüştüğü Mekke Meclisi, Nedve’den uzak durulmasına karşılık, dayatmanın olmadığı Medine Meclisi Arube günü toplantılarına katılınması hatta etkinlik sağlanması gözden uzak tutulmamalıdır. Kavramlara hâkim olan, Toplumsal kurumlar içerisinde net ve açık beyanı terk etmeyen, Müdahane/yağcılık ve vesayet altına girmeyen, usuli dirayet ve rey ehlinin çizgisi olarak bu tavrı en makul tavır olarak görüyoruz. İslam Kültüründe oluşan Maslahat kavramının bizaat kendisinin islah edilerek basit bir “Çıkar” anlamından toplumsal ve dinamik anlamına dönderilmesi, Zaruret Maslahatı, Güvenlik Maslahatı, Kazanım Maslahatı gibi kavramsallaştırmaların çerçevesi iyi çizilmelidir. Siyaset metodolojisinin değişkenliği de göz önüne alınarak, gerek Müslümanların kapasiteleri, gerek baskıcı sistemlerin yönlendirmeleri, gerekse tertili adımlar göz önüne alınarak değiştirilebilecek süreklilik arz eden metod düzenlemeleri, yeniden değerlendirmeleri şarttır. Burada ana gaye toplumun ıslahı olmalı, bunları bir iktidara ulaşma argümanları olarak gören Marksist hareket tarzları ya da yine iktidar odaklı İhtilalci örgütlenmelerin sivil kanatları olarak görmek toplumsal ıslahı göz ardı etmektir. Yine bu süreçte adalet arayışı içerisindeki diğer toplumsal kesimlerin, fıtrata uygun kesimleri ile diyalog ve gerekirse ittifakları mümkündür.

Baby Said’in tanımı ile “Siyaset denilen şey, dost ve düşman arasında ayrım yapabileceğimiz anda ortaya çıkan basit bir durumdan ibarettir”. Zizek’in para-politik kavramı ile “Bu kavram, kurulu siyaset sahnesinde kuralları ve tarafları belirlenmiş, siyaset oyunu anlamına gelir”. Bu sosyo-siyasal tespitler yer yer Dinamik İslam fıkhı ve Seyid Kutub’ın hareket içerisinde gelişen fıkıh kavramları ile örtüşmektedir.

Siyaset alanlarındaki kavram ve kurumlar üzerinde 28 Şubat öncesi güdümlü Çağdaş(!) derneklerin fonksiyonları, ABD’nin bop kapsamında İslam ülkelerindeki Sivil Toplum Kuruluşlarına Dünya Bankası ve G-8 ler eliyle 100 milyon dolarlık destekleme bütçesi ve emperyal çağın misyoner kuruluşların 3. Dünya ülkelerindeki işbirlikleri de göz önüne alınmalıdır. Kaldı ki Ortadoğu intifadaları sürecinde Küresel sistemin bu faaliyetleri İslami ve ittifak halindeki adalet arayışlı diğer kurumsal yapıların koordinasyonu ile bozulmuştur. Kapitalist sistemin bu kanalları kendi yönlendirmeleri ile kontrol ettikleri, bunu bir çeşit toplumsal geri dönüş olarak kullanarak meşruiyet haline getirdikleri bilinse de, ilgisiz ve apolitik toplumlarda çok daha kolay kukla sistemler yoluyla iktidar pekiştirdikleri açık bir gerçektir. Yine Muhalif ve mustazaf kesimler münzevi diyebileceğimiz metodolojilere yönelseler de geniş halk kitleleri üzerinden kendi güdümleri altında ya da eklektik kesimlerin kurumsal yapılar aracılığı ile bu işlev zaten uygulanacaktır. Güçlü bir sivil inisiyatifsizlikle belki aşılacak bu durum da zaten reelpolitikte şu an olanaksızdır.

Sistem içi mücadele araçları çoğu kez, pasif, toplum tarafından kanıksanmaya başlayan, gittikçe etkisizleşen faaliyetlere dönüşür. Yaptırım gücü olmayan söz, yayın ve basın açıklamaları ile sınırlı kalır. Bu nedenle takıntılı bir sistem içi merkez ve sadece bunların açtığı alan içerisinde kalan yapılanmalar da başarıya ulaşamazlar.

 Ali Şeraiti “İnsanın Dört Zindanı” çalışmasında; Tarih Doğa ve Toplum zindanlarından Bilgi ile nasıl kurtulunacağından söz ederken nefis/benlik zindanından ancak Din ile kurtulunacağına işaret eder. Batı düşüncesinin özellikle bu son zindan karşısındaki zafiyetini biliyoruz. Nitekim söz konusu ettiğimiz kavramlar ve kurumsal yapılar insan nefsini totaliter sistemlerden daha fazla ifsat eden bir kültür taarruzu altındadır. Kendini yenileyen Küresel Tahakkümün bu yeni şekillenmesi karşısında kurtulmak kaçış ile değil mücadele ile mümkündür. Batı kültürü içerisindeki mazlum kesimlerde bu taarruzdan nasiplerini almakta, tahil etmemiz gereken fıtri adalet arayışları ile muhalefet odakları oluşturmaya çalışmaktadırlar. Burada sunacağımız “Şey”’in ne olduğu önemlidir.

Sunumun ardından konuya ilişkin yapılan katkılar da şu şekilde gerçekleşti.

Sezai ARICIOĞLU:Öncelikle gelişen sosyo-ekonomik şartlar ve teknolojinin geldiği aşama ile de yakından bir ilgi kurulması gerekir.Özellikle 6 asırlık bir padişahlık ve yaklaşık doksan yıllık da tek parti ve vesayet rejimlerinin altında yaşayan müslümanların bu tarihi geçmişlerinin bugün itibariyle duruşlarında ve sorunlara bakışlarında direkt etkili olduğunu görmek lazım.Tüm yapılması gerekenleri bütün söylenmesi gerekenleri hep başkalarından (yönetici sınıfından)bekleyen bir zihniyetin değiştirilmesi dönüştürülmesi ancak ve ancak tevhid ve adalet diyen müslümanların gösterecekleri çaba ve örnekliklerle gerçekleştirilebilir.1950’ye gelindiğinde nüfusunun yüzde seksene yakını köylerde yaşayan bir toplumda toplam asfalt yol uzunluğu 1600 km iken bu rakam 7-8 yılda üç dört katına çıkartılıyor.Seksenlere gelindiğinde yine elektriği ve telefonu olmayan köy ve nüfus  sayısı oldukça azalıyor.Son on yıllık dönemde de   “duble yollar” vasıtasıyla gerçekleştirilen alt yapı çalışmaları insanların tüketime katılmaları hedefi ile yapılmış olsa da bu yolların (imkanların) toplumun algı düzeyine yaptığı etki ortadadır.İnternet ve cep telefonunun yaygınlaşması kimsenin öngöremeyeceği şekilde toplumun öğrenme ve bilme anlamında ilerlemesine imkan sağladı.Önceleri çok az aralıklarla dünyadan yaşadığı coğrafyadan haberdar olan insanlar artık her an olup bitenleri öğrenmek gibi bir imkanın ortasında kaldılar.Müslümanların yapması gereken de tam da burada devreye girmekte ve müslümanlar bu toplumsal değişim trendini doğru okuyarak  stratejilerini de   buna göre değerlendirmek zorundadırlar.Müslümanların İnsan Hakları ve Özgürlükler konusunda net bir açılımları olmamış olsa da STK lar diyebileceğimiz dernekleşme ve vakıflaşma ve ardından gelen “platformlaşma” tecrübelerini doğru değerlendirdiler.Müslümanlar açısından artık olması gereken bu oluşumlar içerisindeki işleyişi nasıl ve ne şekilde (iktidar boyutu atlanmadan) ileriye götürebilecekleridir.

Mehmet Baki KIZILTEPE; Kavramlara bakış açılarında ve bunları değerlendirmede müslümanların zaaf yaşıyor olması bu kavramları doğru anlamadıklarını gösteriyor.Çok ciddi bir çalışma yapılması gerekiyor.

Süphan ÖZTEKİN;Müslümanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde de bu kavramlar önemlidir.Müslümanların bir iş yaparken geniş katılımlı kararlar alındıktan sonra yapmalarında fayda vardır.Böyle olmazsa sıkıntılar çıkabilir.

Ali ÇİYDEM ; Çok geniş katılımlı mesela bin kişiye sorarak alınacak olan bir karar yüz kişiye veya on kişiye sorularak alınacak olandan daha çok risklidir.

Murat AYDOĞDU; "Modernliğin en tepe noktasına kadar yaşandığı toplumlarda çok derin bir şizofreni, insanın aşırı yalnızlaşması ve yeryüzündeki olup biten bütün adaletsizliklere ve kötülüklere karşı oluşması gereken politik direnişin artık tamamen geriye çekilmesi söz konusu." (Yıldız Ramazanoğlu, küresel dayatma ile şekillenen özgürlük kavramının olumsuz etkisi üzerine.)Ben, eşik atlandığında ve kavramlara hâkim olup, ürettiğimiz ve pratiğini ortaya koyduğumuzda, bulunduğumuz tarih diliminin kıyamının başlayacaktır.

Sakarya Özgür-Der Şubesinin “Modern Kavramlara Müslümanca Bakmak” seminerleri bu seminerle birlikte sona ermiş oldu.

Şubat ayı ile birlikte “Yarın İçin Yakın Tarih” seminerleri başlaması planlanıyor ve Araştırmacı Yazar Y.Yavuz YILMAZ yakın tarihin son iki yüz yıllık kesimine ışık tutmaya çalışacak.

HABERE YORUM KAT

1 Yorum