1. YAZARLAR

  2. HAMZA TÜRKMEN

  3. Mısır Direnişi, İslami Öğrenim ve Demokrasi Meselesi
HAMZA TÜRKMEN

HAMZA TÜRKMEN

Yazarın Tüm Yazıları >

Mısır Direnişi, İslami Öğrenim ve Demokrasi Meselesi

25 Temmuz 2013 Perşembe 17:05A+A-

Müslüman coğrafyadaki köhneyen eski kolonyalist yapıları yeni bir toplumsal mühendislikle reorganize etme hesapları içindeki son tasarım Büyük Ortadoğu Projesi idi.  21. yüzyılın başında planlanan BOP’un Müslüman coğrafyalarda kullanacağı payandalardan birisi de “demokrasi hamlesi”ydi. Ama ilk olarak Filistin seçimleriyle test edilen bu deneyim  İslamcılar lehine, ama tasarımcıların aleyhine sonuç verdi.

Cezayir-Filistin

20. yüzyılın sonunda Cezayir’deki diktatörlüğe karşı biriken ve demokrasiyle sistemin içine çekilmek istenen İslami muhalefet ve toplumsal öfke, demokrasi denilen seçimlerde yüzde 50’nin üzerinde başarı sağlayınca, BM’nin daimi üyelerinin duymaz, görmez, işitmez tavırlarının yardımı içinde beşinci kol ödevini üstlenen Ordu’nun müdahalesiyle ezildi. Mustafa Kemal’in Türkiye’nin kuruluşundaki İtilaf Devletleri destekli İslamcılık karşıtı politikaları ve İstiklal Mahkemeleri ile geçekleştirdiği Müslüman kanaat önderlerini tasfiye icraati Cezayir’de de uygulandı ve  geride 10 binlerce şehit bırakıldı.

Filistin’deki 2006 Yılı Genel Seçimleri’nden galibiyetle çıkan İhvan kökenli HAMAS’ın ABD tarafından terörist olarak ilan edilmesi aslında yerel ve küresel vesayetin kendi paradigması dışında herkese faşist kesildiği ve İslam karşıtlığında son derece koordineli olduğunu ortaya koymaktadır.

BOP, Demokrasi ve İnsan Hakları Emperyalizmi

Coğrafyamızdaki kolonyalist ulus devletlerdeki seçim deneyimi, Türkiye’de “22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri”nden itibaren Kemalist oligarşiye karşı bir nevi halk referandumuna dönüşen reform eğilimi oluşturdu. Bu eğilim Tunus, Mısır ve Libya devrimlerinde vesayet sistemlerinden özgürleşme hamlesi olarak temayüz etti. Dolayısıyla muvazaa şartlarından arındırılma umudu gösteren tüm halkı Müslüman olan ülkelerdeki seçimler, sonuç itibariyle BOP projesinin amaçlananın dışında sonuçlar vereceğini göstermiş oldu. Çünkü küresel kapitalizm ve tüm Batı, insan ve kadın hakları, özgürlükler ve demokrasi söylemi ile Büyük Ortadoğu’da köhneyen rejimleri çıkarları doğrultusunda dönüştüremeyeceklerini, bu hamleyle açılacak yeni alanları İslamcıların dolduracağını gördüler.

Dolayısıyla Batı için, diktatörlük rejimlerini  ekonomik ve siyasi liberalizmin bağımlısı sistemlere ve kazanç sağlayan pazarlara dönüştürme hamlesi, sözde demokrasi ve insan hakları planıyla veya örtülü emperyalizmiyle başarılı olamadı. Coğrafyamızda uluslar arası denetime ve hukuka açık bütün seçimlerde İhvan ve Nahda gibi İslami akımlar kazançlı çıktılar. Libya seçimlerinde etkinlik gösteren liberal koalisyon bile Anayasa’nın faiz, zina, içki gibi açık haramlara karşı şer’i ölçülere göre düzenlenmesini istiyordu.

Batılıların coğrafyamızdaki yerleşik düzenin yapısını reorganize etmeye dönük tüm demokratikleşme hamleleri, İslamcı akımlarca inşa edilen özgürleşme  imkanına dönüşüyordu. BOP planı bunun için rafa kaldırıldı. Ve Yemen’deki, Suriye’deki özgürleşme hamlelerinin diktatörlük rejimlerince ezilmesine bunun için müsaade edildi ve ediliyor. Küresel kapitalizmin yerli işbirlikçileriyle birlikte toplumsal fıtri haklar karşısında, Yemen ve Suriye’de elde ettiği “barikat oluşturma tecrübesi”, şimdi İslami gelişme ve normalleşme sürecinin önünü kesebilmek için Mısır’da sergilenmek isteniyor.

Tunus

Türkiyeli Müslümanlar olarak Ulustan Ümmete Gezi ve Diyalog Grubu olarak Ocak 2013 başında Tunus’a gitmiştik.  Tunus’tan döndükten hemen sonra devrim sonrası seçimlerde halktan yüzde 42 oranında oy alan ve iktidarın ana ortağı olan İslamcı Nahda Hareketi’ne karşı toplumsal bir kaos çıkartıldı.  Bu kaosa bağlı olarak darbe teşebbüsünde bulunuldu.  Eski rejimin Başbakanlarından Şipsi’nin organize ettiği Nasır ulusalcılarını ve sosyalist Halk Cephesi’ni, eski rejimin bürokrasi ve ekonomi alanındaki kalıntıları ile bir araya getirme planı, sosyalist liderlerden Şükrü Beleani’ye bir suikast düzenlenerek harekete geçirilmeye çalışıldı.  Ölümle biten bu suikast ile 12 sosyalist parti ve kuruluşun ittifakından oluşan Halk Cephesi de kullanılarak Nahda yönetimine ve lideri Gannuşi’ye karşı ortak bir protesto, kalkışma ve Hükümet darbesi planlanmıştı. Yüz binlerce insan caddelere döküldü. Sendikal grevlere gitti. Büyük çoğunluğu Şipsi taraftarlarının elinde olan yazılı ve görsel medya hem Müslümanlara hem iktidarın büyük ortağı Nahda Hareketi’ne olmadık suçlamalar ve iftiralar atmaya başladı.  Ülkede oluşturulan gerginlik, darbe şartlarına uygunluk içeriyordu.

Tunus Genel Kurmay Başkanı, merkez solu temsil eden Cumhurbaşkanı Munsif El-Marzugi ile birlikte Nahda Hareketi’nin parlamento dışı lideri Raşid Gannuşi’ye  ve Başbakan Cibali’ye özel durumun vahametini deklare etti ve Hükümet’in istifa edip bir “tekneokratlar hükümeti”nin kurulmasını istedi. Nahda üyesi Başbakan Hammadi Cibali bu tehdit karşısında bocaladı ve bir teknokratlar hükümetinin kurulmasına fırsat vermek için istifa etti. Ama Nahda Yüksek İstişare Kurulu’nda yapılan görüşmelerde direniş kararı çıktı. Bunca seneden sonra elde edilen kazanımlar için “Ölmek var dönmek yok” denildi. 11 Milyonluk Tunus’un başşehrinde 1 milyonluk gösteri düzenlendi ve 16 yıllık cezaevi hayatı yaşayan Nahda üyesi Ali El-Üreyyid yeni bir hükümet kurarak darbeyi kırdı. Ama Nahda hala küresel destek bulabilecek darbe şartlarına karşı teyakkuz halinde.

Ve Tunus’tayken bizlere Anadolu Ajansı bürosunda Tunus muhalefet lideri Şipsi’nin Suudlar ve B.A.E.’ği tarafından nasıl finanse edildiğini gösteren Tunus basının haberlerinden haberdar ettiler. ABD ve AB kendi ellerini bulaştırmadan coğrafyamızdaki siyasi maşaları olan diktatörlük rejimleriyle Mısır’da olduğu gibi Tunus’a da müdahale etmek istiyorlar.

Türkiye’de Son Darbe Hevesi

2013 Mayıs’ı sonunda Türkiye’de Gezi Parkı’nda 12 ağacın sökülmesini bahane eden ve bileşenlerinin Hükümet darbesini veya seçilmiş Başbakan Tayyip Erdoğan’a diz çöktürmeyi amaçlayan kalkışmanın da amacı Tunus’taki 2013 darbe teşebbüsüyle aynıydı. İsrail’e kafa tutan, IMF ile bağlarını kopartan, coğrafyamızdaki yerel ve küresel vesayetten bağımsızlaşma eğilimi gösteren Türkiye’de de gündemi 2-3 hafta  boyunca kilitleyen bir kalkışma yaşandı. Bu kalkışma başarıya ulaşamasa bile kalkışmanın örgütlü taşıyıcıları hala arkalarında yerel ve küresel vesayetin yargı, medya ve sermaye alanındaki desteğini biliyor ve şımarıklıklarını devam ettiriyorlar.

Gezi Olayları’ndaki isyan ve sivil darbe söyleminin ulusalcı, sosyalist, liberal, Kemalist ve Hizmet Cemaat’ine bağlı bileşenlerinin dertleri ne sınıf çatışması, ne mezhep çatışması, ne de etnik çatışmaydı. Temel hedefleri yerel veya küresel vesayet sisteminden ve kısmen de olsa Batılı paradigmanın müfsid değerlerinden kopma eğilimine muhalefet etmekti.

Hizmet Cemaati’nin karar terazisi ve stratejisi ise küresel karşıtlarına sığınarak var olmaya çalışan Protestanca bir tutumdan yana olduğu için, gelişmelere göre inişler çıkışlar gösterebiliyorlar.

Tayyip Erdoğan çizgisinin yerel ve küresel vesayetten kopma eğilimi Çevre’nin ve Müslüman coğrafyanın üst değerleri lehinde bir gerçekleşmeydi; ama diğer Batıcı bileşenlerden farklı olarak Hizmet Cemaati zaten eğitimsel ve ekonomik kalkınma yolunda tercihini Marks Weber’in “Protestan Ahlakı” doğrultusunda tanımlıyordu. Mısır’da da Suudi yönetimine bağlı selefilik ve oligarşik yapı önünde eğilen Ezherli bazı din adamları sevenlerine, 3 Temmuz Askeri Darbesi’n karşısında “saray uleması” misyonuyla eğilen bir utancı yaşattılar.

Türkiye’de Batıcı-ilerlemeci blok, münafıklarıyla birlikte solcusu-sağcısıyla, sosyalisti-liberalistiyle, Türk ve Kürt ulusalcılarıyla, DİSK gibi işçi sendikalarından TÜSİAD gibi sermaye örgütlenmelerine kadar Batıcı paradigmadan beslenen bütün birbirine zıt bileşenlerle birlikte oluşmuştu. Hedef demokratik seçimlerle iktidarda olan Başbakan’a ve ona destek veren yüzde 49.7’nin iradesine boyun eğdirmekti.

Mısır

Seçimle iktidarı kazanamayacak olan Batıcı-ilerlemeci kesim için demokrasi sadece seçim demek değildi. Mısır’da da darbecilere göre yüzde 19-20’lik muhalif kesimin desteği ile yapılan organize gösterilerin değeri demokratik seçimlerle alınan oylardan daha önemli ve öncelikliydi. Yüzde 19-20’lik kesimin desteği de seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’nin askeri darbeyle devrilmesi için elverişli olmuştu. Yerel ve küresel istikbar, Türkiye’de 2007 Cumhuriyet Mitingleri veya 2013 Gezi Parkı Kalkışması’yla hedeflediğini Mısır’da başarmıştı.

Zaten The Economist, Der Spiegel gibi dergiler özel sayılarıyla İslam’la demokrasinin bağdaşamayacağını, İslami köklerden gelen açılımların Batıcı-seküler sistemi (yani kendi oluşturdukları kolonyalist sistemi) tasfiye edebileceğini yazmaya başlamışlardı. Yani Türkiye’de Kemalist vesayet, Mısır’da Nasırcılıktan gelen diktatörlük rejimleri demokratik yollarla Müslüman siyasiler tarafından değiştirilecekse, Müslümanlar demokratik süreçten dışlanmalı, bunun için “halkın devrimi” diye sunulacak demokrasi dışı müdahalelerle yönetime el konulmalıydı.

Hangi Demokrasi?

Demokrasi, Batılı paradigmanın biçimlendirdiği bir yönetim yöntemi. Batılılar demokrasi için “Ulusal ülke halkı için doğrudan veya dolaylı olarak yönetime katılmada en önemli imkân” tarzında tanımlar yapmaktadırlar. Ulusal sistem içinde diğer seçenek ise, totaliter işleyişlerle bütünleşmek halidir.

Kuşatıldığımız yerel veya küresel cahili sistemin dışına çıkacak iki yoldan bahsedilebilir:

1. Ya tüm sistem içi ilişkileri reddedip silahlı mücadele tercihini kullanmak. Tabii ki bu süreçte küresel sistemden silah temin ederken kullanılmamak ve bu zorlu mücadelenin arkasında duracak bir kitle gücüne sahip olmak gerekir. Veya özgürlük için ölümü göze alabilen bir kitleleşme sağlayıp, kitlenin gücünü silah olarak kullanmak gerekir.

2. Ya da sistemden kopmak için sistem içi ilişkilerde geleceğe yol ve alan açmak. Bunun için hakim olan himaye-hukuk müessesesi iyi değerlendirilecek veya sistem içi sosyal, siyasal, ekonomik formlardan veya çağımızda demokratik seçimlerden yararlanılacaktır.

Hz. Muhammed dâhil tüm Rasullerin hayatında bu iki seçeneğin taşıdığı mücadele ruhunun da merhaleci bir mücadele seyri içinde vahyi ilkelere sıkı sıkıya sarılınmış bir şekilde basiretle kullanıldığının örneklerine sahibiz.

Son seçenek olarak yapışılan ise şahitlikten kopuk bir buğuz, kahariye ve nefsin tezkiyesi edebiyatına tutunulmasıdır. Bu tarzın oluşturduğu eğilim ruhani mutasavvıflarla, tekfirci veya uzletçi selefileri paralelleştirmektedir. Ki bu seçeneğin hem Muhammedi Sünnet’e hem Rasullerin Sünneti’ne hem de sünnetullaha yakınlığından bahsedilemez.

Sistem içi ilişkiler ve seçim aracı konusunda tevhidilik adına yanlışlıkları ön plana çıkartanların “İslami devlet”, “Hilafet”, “Şer’i yönetim” ifadeleriyle yöneldikleri tabii ki hayallerindeki ideal İslami siyasi uygulamadır.  Ama hayali olan ideallerin totaliterlikten arındırılmışlığı önemlidir. Veya bu hayali ideallerin eski saltanat sistemlerinden farkının ve Müslümanların bu yönetim tarzlarına istişari olarak katılımlarının ne olacağı, tüm mü’minlere has kılınan istişare formunun nasıl tanımladığı açık ve anlaşılır olmalıdır. Şia’nın Mehdi gelinceye kadar ara formül olarak kelami tarzda ürettiği “velayet-i fakih” inancının ve Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat ekolünün  akaid kitaplarındaki zalim sultana itaat umdesinin açık seçik nass’a aykırılığı beyan edilmeli, bu hatalardan, yaşayan ve yaşamayan temsilcilerinden zihinlerin arındırılması gerekmektedir. 

Ya da bugünkü iletişim çağında milyonları ifade eden Müslüman kitlelerin istişari katılımları açısından aşiret kültürünün siyaset-i şerriye alanında ifadesini bulan eski tarihi kültürün formlarından öte, seçimlerden ve referandumdan daya makul ve katılımı kolaylaştırıcı bir tarz ortaya konulmalıdır. Dolayısıyla şekil olarak açıkça istişare veya biat aracı olarak da kullanılabilir olan demokratik mekanizmadaki “seçim-sandık formu”nu hedef almak doğru değildir. Ancak asıl yanlışlık, Batılı paradigmanın seçim-sandık araçlarında ve bu araçların işleyiş formlarında değil; bu araçları oluşturan ontolojik ve epistemolojik dayanaklarında, felsefesinde ve kimlik dayatmasındadır.

Bu nedenle 25 Ocak 2011 Mısır Devrim Süreci’nde İhvan-ı Müslimin’in Genel Mürşidi Muhammed Bedia da, yardımcısı Isam Aryan ve daha birçok üst düzey yönetici de “demokrasi”yi “seçim” anlamında “ödünç bir kavram” olarak kullandıklarını belirtmişlerdir.

Demokrasinin seçim anlamında ödünç bir kavram olarak kullanılabilirliği yaklaşımı karşısında niçin Kitabi olan “Şura” ifadesi kullanılmıyor denilebilir. Ama önce bu kavramın anlaşılabilmesi için örnekliği ile birlikte yaşanabilir bir sosyalliğe kavuşması gerekmektedir. Zira “Şura” kavramı kullanıldığında ya 1370-80 yıllık saltanat rejimlerindeki “divan”larda sultanın keyfi karar mekanizması; ya da modern çağda ulusal silahlı kuvvetlerdeki askeri disiplin içinde kullanılan karar mekanizmalarına “askeri şura” denilmesi akla geliyor. Şura ve şura yönetimiyle, şura içtihadı ile ilgili talepkârlara sunacağımız kitaplarımız ve makalelerimiz bile henüz hazırlanmamış. Muhammed Abduh’un Manar Tefsiri’nde dikkat çektiği “Sizden olan ulu’l emirler” ile ilgili ayetin şura yönetimi ve şura içtihadı ile ilgili çok önemli açılımı 20., 21. yüzyıl İslami hareketlerinin müfredat programlarına bile girebilmiş değil. Bu konu ıslah çizgisinin dirayet ehli insanları ve kadrolarıyla önümüzdeki dönemde müzakerelere, sistematik araştırmalara, sempozyumlara muhatap olmalıdır.

İhvan-ı Müslimin, ödünç olarak kullandığı “demokrasi” anlayış ve yönteminin en önemli açılımı olan seçimlere katıldı. Ve böylece de totaliter ve tepeden inmeci bir tutum içinde olmadığını sergiledi. Mart 2011’den Aralık 2012’ye kadar Batılı denetçilerin gözlemciliğinde peş peşe yapılan 4 farklı seçimde de seçimleri İhvan kazandı. Böylece İhvan sesini ve öncü şahitliğini kamuoyunda görünülür kılarken,  tüm elemanlarını da modern çağın şartlarında sosyal-siyasal ve ekonomik sorunlarla nasıl başa çıkılabileceği konusunda inisiyatif almaya yöneltti.

İhvan’ın demokratik seçimlerdeki kazanımlarına yerli vesayetin taşıyıcısı Ordu kadar, başta ABD olmak üzere uluslar arası demokratik vesayet blokları ve Suud, Kuveyt, B.A.E.’in işbirlikçi şeyh ve kralları karşı çıktılar. Dolayısıyla Batı ve işbirlikçileri Mısır’daki darbeyi açık veya örtülü olarak desteklediler.

Mahkumu olduğumuz yerel ve küresel sistemde, sistem içi araçları İslami kimliğinden taviz vermeden kullanan İhvan hareketi, ABD ve Suud destekli askeri darbe karşısında da seçimlerle elde ettiği meşriuyetini ve kazandığı özgürlük alanlarını korumak için, kitlelerin adalet ve özgürlük duygularını Barışçıl Direniş çağrısı ile harekete geçirebildi.

Ama 3 Temmuz’daki Mısır darbe sürecinde sessiz kalan ya da Mısırlı kardeşleriyle dayanışmak için adım atmayan bazı Selefi kafalı Müslümanlar da vardı. Mısır’da iki taraf var diyorlardı; darbeciler ve demokrasi yanlıları. “Biz iki taraftan birisi olmak zorunda değiliz” diyenler, Bahadır Kurbanoğlu’nun da belirttiği gibi “Kitlelerin iradesinin seçim-sandık yoluyla yönetime yansıması modelini İslam’la hiçbir şekilde bağdaşmayan bir yol-yöntem olarak topa tuttular.”

Oysa ucu Türkiye’ye kadar uzanan Siyasi Selefilerin Tunus, Libya ve Mısır’daki seçimler konusunda gerçekleştirdikleri yöntem değişikliklerinin delil ve tartışma-araştırma süreçlerini takip etmeyen ve zanni metodik tespitlerini yoruma kapatıp adeta nasslaştıran öbekler söz konusu oldu. Mısır darbesine destek veren El Nur Partisi yöneticileri gibi Suudi Krallığına veya petrol şeyhlerine bağlı selefileri bir tarafta tutmalıyız. Ama Mısırlı kardeşlerimizin uğradığı zulüm karşısında zanni metodik değerlendirmelerini ön plana çıkartan bazı tekfirciler veya diyalog ihtiyacı duymayan içine kapanmış yapılar veyahut El Kaide gibi silahlı mücadeleyi tek yol olarak gören şazz hareketler, maalesef çevrelerinde oluşturdukları apolitik ve spekülatif tavır ve etkileriyle hayatın taşrasında kalmaktadırlar.

Oysa aynı zamanda İhvan ve Selefi çizginin en fazla bedel ödeyen akımlarından Cemat-i İslami, Batılı paradigmanın demokratik seçim formunun gereğince tutarlı ve evrensel bir yöntem olmadığını ortaya koydular. Ve Mısır İslami hareketi, Batılı paradigmanın seçim yöntemindeki iki yüzlülüğünü sergileyerek küresel kapitalizmin çıkarları söz konusu olduğunda demokrasi adına özgürlük kartını; inisiyatif kaybettiğinde de “devrim” ambalajıyla vesayet ve darbeler kartını oynadığı gerçeğini açık-seçik bir şekilde sergilemiş oldu. Kuşatıldığımız çağda egemenlerin hilelerini ortaya dökmek ve insanları efsunlayan ve kapitalist sermaye güçlerince istihdam edilen medya sihirbazlarının etkisini boşa çıkartmak da kitlesel bir öğrenim-öğretim ve kazanımdı. Ayrıca darbecilere ve silahlı güçlerine karşı boyun eğmeyen, adalet ve özgürlüğü savunan ve kimliksel bocalama yaşamayan kolektif bir İslami kimliği kitleleştirebilmek imkânının, büyük ölçüde seçimler ve sandık süreci sayesinde sosyal derinlik kazandığını da gözden kaçırmamamız gerekir.

Hayata ezberlenmiş düşünce ve donmuş fıkıh kalıplarıyla bakan donmuş birikime Seyyid Kutup “Sahife Fıkhı” diyordu. Sahife Fıkhı’ndan, evrensel nass’ı sahih bir usulle kavrayan ve  değişen şartları sürekli eğitilmiş bir basiret ve ferasetle takip edip şartlara göre içtihadlarını yenileyen bir “Tertil Fıkhı”na yönelmemiz olmazsa olmazımız olmalıdır. 

YAZIYA YORUM KAT

11 Yorum