1. HABERLER

  2. HABER

  3. EKONOMİ

  4. “Mesuliyeti Gelin Ettik, Damat Ortada Yok!”
“Mesuliyeti Gelin Ettik, Damat Ortada Yok!”

“Mesuliyeti Gelin Ettik, Damat Ortada Yok!”

“Milenyum kuşağı” 2001 krizine dair bir şey bilmiyor, 1970’lerin aşırı enflasyonist günlerine dair bir şey bilmiyor. Seferberlik günlerine dair bir şey bilmiyor. Suçlu onlar mı? HAYIR!

15 Ağustos 2018 Çarşamba 19:21A+A-

Fatma Barbarosoğlu, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında sınırsız tüketim toplumu haline getirilen Türkiye’nin son ekonomik krizdeki rolünü yorumluyor:

Bağımsız devlet olmamızın, ABD eliyle küresel güçler tarafından test edildiği şu günlerde, endişenin iklimiyle imanın iklimi arasında salındığımız şu günlerde, genç kuşağa tutumluluk ile cimrilik arasındaki farkı anlatmakta bir hayli zorlanıyoruz.

 “Milenyum kuşağı” 2001 krizine dair bir şey bilmiyor, 1970’lerin aşırı enflasyonist günlerine dair bir şey bilmiyor. Seferberlik günlerine dair bir şey bilmiyor. Suçlu onlar mı? HAYIR! Birbiriyle itişip kakışan, incir çekirdeğini doldurmayan yarışma programları, üçüncü sayfa haberlerini kanırtarak tekrar tekrar veren kuşak programları, sevgiyi ve ilgiyi alınan hediyenin ekonomik değeri üzerinden zihinlere yerleştiren “dizi film”ler, tarih dersini test sorusu çıkarılacak müfredata indirgeyen eğitim politikaları, öğrencilerini hayata hazırlamak konusunda hiçbir sorumluluk almayan düz mantık öğretmenler...

Malum, tüketim toplumuna geçişimizin hikayesi 24 Ocak kararları ile Turgut Özal’ın mihmandarlığında gerçekleşti. O gün bugündür tutumluluk eşittir cimrilik olarak yerleşti zihinlere. Sizi bir köşe yazısının nefesinin gücü yettiği kadar kendi geçmişim üzerinden “tutumluluk günleri”ne götürmek istiyorum.

Geçmişin tutumluluk hikayesini yamalı pantolonlar üzerinden anlatmayı deneyeceğim. Elli yaşını devirmiş olan Anadolu insanı, büyüklerin yamalı pantolon giydiği günleri hatırlamakta güçlük çekmeyecektir. Çocukluğumda bilmem kaç yılda bir alınan kadife pantolonların, pazardan eve gelir gelmez maharetli nineler tarafından dizlerine yama vurulurdu.

Yeni bir kıyafetin henüz hiçbir hasarı yok iken niye yamandığını anlayamazdım. Oysa rahmetli dedem varlıklı bir adamdı. Taşlı araziyi satın almış, o çorak araziyi o yıllar için hayranlık uyandıracak kadar meyvelerle coşturmuştu. Afyon’un soğuk ikliminde yetişebilecek her türlü meyveyi, bahçesinde yetiştirme azmi göstermişti. Niye yeni aldığı pantolona yama vurduruyordu o halde? Cimrilikten mi?

On, on iki yaşlarımda olmalıyım dedem köyden geldi ve merhum Asım Kocabıyık’ın annesi merhum “Satı Gelin”i ziyarete gittik. Başka bir köyden gelin geldiği için hayatı boyunca Satı gelin olarak anılmış olan Satı Kocabıyık’ın anısını yaşatmak üzere gelin geldiği köye yaptırdığı modern yapılara oğlu merhum Asım Kocabıyık da “Satı Gelin” ismini uygun gördü.

Çocukluğumun en cömert en güler yüzlü insanı idi Satı Yenge. Yaş bir insana ancak o kadar yakışabilir. Satı Yenge’nin niye bende o kadar derin bir iz bıraktığını yıllar geçtikçe yavaş yavaş anladım. Oğlu, Türkiye’nin sayılı zenginleri arasına girmişti ama o gençliğinin yokluğunu hiçbir zaman unutmadığı için, kendisini zenginlerin değil daima fakirlerin dünyasına ait kılmıştı. O gün kahvaltı sofrasında Satı Yenge ile dedemin gençliklerini anışları karşısında şaşırmıştım elbet. Ama şaşkınlığım bir çocuk şaşkınlığı idi. Çocuk muhayyilesinin kaydettiği hatıralar zamana karşı pek yenilmiyor. Yenilmediği gibi çocuklukta açılmış dosyaları zaman daha iyi kavrar duruma getiriyor. Yeşilköy’de tanık olduğum o sahne şöyleydi:

Masanın üzerindeki ekmek kırıntılarını parmakları ile toplayıp ağızlarına atarken seferberlik yıllarında geven kazıp yedikleri günleri andılar. Gözleri hafif nemli, yokluktan varlığa geçen hallerine hamd ederek kırıntıları yediler. Evet evet, masanın üzerindeki toplu iğne başı büyüklüğündeki kırıntıları parmakları ile toplayıp yediler. Dedem bunu her zaman yapardı. Ama misafir olduğu bir evde ev sahibesi ile birlikte yapmalarına bir hayli şaşırmıştım. Kırıntıları toplamak dedemin köy evine yakışıyordu da benim çocuk zihnimde, mobilyalarla döşeli bu “zengin evi”ne hiç yakışmıyordu.

Satı Yenge, Yeşilköy gibi bir muhitte “köylü” olarak mı kabul görmüştü? Yıllar geçtikçe bu sorunun cevabını daha çok merak ettim. Keşke bu soruyu sorabileceğim kişiler bu gün hayatta olsaydı. Çünkü rahmetli Satı Yenge, çevresi tarafından her zaman çok sevilen bir şahsiyet idi. Ama benim etrafında gördüğüm “çevre”, ya eşinin köyüne ya da kendi köyüne ait hemşehrilerdi.

Yeşilçam filmlerinde, 1930’lu yılların romanlarında köylüler tekinsiz kimliklerdir. Tekinsiz, istenmeyen, şehre aidiyeti her zaman sorgulanan güruh.

1930’lu yıllar dedim ya meseleyi CHP zihniyeti üzerinden okumayalım. Çünkü genelde böyle yapılıyor/yapıyoruz. Son bir kaç yıla kadar ben de öyle yapıyordum. Çünkü Modernleşme Sürecinde Moda Ve Zihniyet başlıklı doktora tezimi hazırlarken; insanların hatıralarının kaydını tutmuş; onlardan, kıyafet inkılabının etkilerini dinlerken Manisa gibi bazı şehirlerde şehre gidecek köylüler için şehirli kıyafeti kiralayan “müteşebbis” esnafın hikayesini dinlemiştim.

Köylülerin tekinsiz bir kimlik içinde tanımlanması sadece Türkiye’ye özgü değil. Rus köylüsünün Çehov’un, Fransa köylüsünün Balzac’ın satırlarında ne kadar sevimsiz tasvir edildiği malum.

Köylülerin şehirde istenmemelerinin tarihi bir hayli eski. Kanuni Sultan Süleyman köylüler için “mürur tezkireleri” çıkartıyor mesela. Köylülerin şehir merkezine gitme izni olarak niteleyebileceğimiz “mürur tezkireleri”ni bugün bir iç pasaport olarak değerlendirmemiz mümkün.

Zihnimi meşgul eden soru şu: Köylülüğün olumsuz imaj eşliğinde anılmasında mürur tezkirelerinin etkisi var mıydı?

Yamalı pantolondan başlayıp Kanuni Sultan Süleyman dönemine doğru gelmek? İçinde yaşadığımız “fevkalade zor günler” için zihin kendisine bir sığınak bulmanın derdinde midir? Kim bilir...

Başlığa gelince...

Bu yazıyı yazarken evde suyun bittiğini fark ettim. Su siparişi verdim. Her zamanki fiyatından bir lira fazla olunca böyle yapmayın şu günlerde hepimiz en az kâra razı olmak zorundayız. Yoksa ekonomi durur. Vatandaş su almaktan vazgeçer, işinizden olursunuz dedim. Ekonomi deyince, tarım ürünlerini bile dışardan ithal ediyoruz, ekonomi nasıl düzelsin dedi su istasyonunun sahibi. Tokatlıyım deyip devam etti, bomboş arazi. Eken diken yok. Ne var İstanbul’da!

Devlet işleri ne zaman aksasa her zaman fatura köylüye çıkarılmıştır tarihimizde. Bazen köylü yeterince eğitimli olmadığı için, bazen yeterince çalışkan olmadığı için, bazen yeterince modernleşemediği için.

Rahmetli ninem mesuliyeti gelin etmişler de güvey giren olmamış derdi. “Mesuliyet gelini” için 21.yüzyılda bile en uygun güvey olarak köylülerin görülmesi ilginç değil mi?

 

HABERE YORUM KAT

3 Yorum