1. HABERLER

  2. KİTAP

  3. Menar Tefsirinin 2. ve 3. Ciltleri Çıktı!
Menar Tefsirinin 2. ve 3. Ciltleri Çıktı!

Menar Tefsirinin 2. ve 3. Ciltleri Çıktı!

20. yüzyıl başında yazılan öze dönüş ve ıslah çabalarının en önemli tefsiri el-Menar’ın Türkçe 2. ve 3. ciltleri de yayınlandı.

05 Temmuz 2011 Salı 12:42A+A-

Büyük İslam mütefekkiri ve müfessir Muhammed Abduh ve Muhammed Reşid Rıza’nın ortak çabalarıyla meydana gelen Tefsiru’l-Menar, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Fıkıh Hocası Prof. Dr. Mehmet Erdoğan öncülüğünde Doç. Dr. İbrahim Tüfekçi, Doç. Dr. Rahmi Yaran, Doç. Dr. Nusret Bolelli, Dr. Niyazi Beki, Ali Rıza Temel’in çalışmaları ve Harun Ünal ile Oktay Altın’ın katkılarıyla Türkçeye çevrilmişti. Çevrilen bölümlerin redaksiyon yapıldıkça 14 cilde tamamlanacak olan Menar Tefsiri’ni Ekin Yayınları her ay 1 veya 2 cilt halinde yayınlayacaktı. İlk cildi 2011 Mayıs ayında yayınlanan tefsirin 2. ve 3. ciltleri de Haziran ayının son haftası içinde basıldı. 4. ve 5. ciltler ise 2011 Temmuz ayı içinde basılacaktır.

Menar Tefsiri’nin 2. cildinde Bakara Sûresi’nin tefsiri devam ediyor. Tefsirde, tefsiri yapılan ayetler, işlenen konuların önem ve ağırlığına göre ara başlıklar halinde sunulmuş. 2. ciltte dikkat çeken ara başlıklardan bazıları şunlardır:

1- Peygamberimizin Ümmetine Kitab ve Hikmet’i Öğretmesi.

2- Haniflik Meselesi.

3- Kıble’nin Değişimi ve Şahitlik.

4- Halkın Allah’a Ortak Koşması.

5- Bid’atçılık ve Taklid.

6- Haram Yiyeceklerde Zaruret Hali.

7- İman-Amel Bütünlüğü.

8- Kur’an’ın Anlaşılabilirliği ve Levh-i Mahfuz.

9- İnsanların “Tek Bir Ümmet” Olması.

10- Müslümanların Kur’an’dan Uzaklaşmaları.

11- İmanın Kaynağı Kur’an’dır.

12- Eş Tercihinde Velayetin Sınırı ve Denklik Meselesi.

13- Namazsız İslam Ümmeti; Ümmetsiz İslam Devleti Olmaz.

14- Kıssaların Tarihe Nispeti Nedir?

15- Mele Konusu ve Talut’un Konumu.

Menar Tefsiri’nin Türkçe 3. cildinde ise Bakara Sûresi’nin son bölümü ve Âl-i İmrân Sûresi’nin ilk yarısının tefsiri yer alıyor. 3. ciltte dikkat çeken ara başlıklardan bazıları şunlardır:

1- Ayeti’l Kursî ve Tevhid Bilinci.

2- Şefaat Edecek Olan Kimdir?

3- Tağut Kimdir?

4- Hz. İbrahim ve Yeniden Diriliş İçin Kuşların Misal Verilmesi.

5- Ashab-ı Suffe Gerçeği.

6- Riba/Faiz ve Sağlam İmanın Özelliği.

7- Faizci Sermaye Sosyal Adaleti Zulme Dönüştürüyor.

8- Faiz ile Selem Arasındaki Fark.

9- Mensuh Ayet Olur mu?

10- Hadis’i Değerlendirmede Ölçü.

11- Muteşabih’in Manası Konusunda Sonuç.

12- Kur’anî Terminolojide “Hayat”.

13- “Takiyye”nin Mahiyeti  ve Meşruiyeti Üzerine.

14- Öncü Ümmet Nüvesinin Taşıması Gereken Vasıflar.

15- Cemaatta ve Devlet Yönetiminde İstişare İlkesi.

[Menar Tefsiri’nin yayınlanan 3. cildinde yer alan Âl-i İmrân Sûresi’nin 100.-103. ayetlerinin tefsirinden bir bölümü aşağıya iktibas ediyoruz:]

Allah’ın İpine Sımsıkı Sarılmak ve Ulusçuluk

100- Ey iman edenler, eğer o Kitab verilenlerden her hangi bir gruba uyarsanız, sizi inandıktan sonra döndürür kâfir ederler.

101- Önünüzde Allah’ın ayetleri okunurken ve aranızda O’nun elçisi var iken sizler nasıl olur da inkâra dönersiniz? Oysa her kim Allah’a sıkıca tutunursa, o, kesinlikle doğru yola erişir!

102- Ey inananlar! Allah’tan, sakınılması gerektiği gibi sakının ve sizler ancak Müslüman olarak can verin.

103- Topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.

Üstad Muhammed Abduh şöyle demiştir: Bu ayetlerin nüzul sebebi olarak anlatılan olay doğru ise, o takdirde “Ey iman edenler, eğer o Kitab verilenlerden her hangi bir gruba uyarsanız, sizi inandıktan sonra döndürür kâfir ederler.” ayetindeki “küfür”den maksat, küfrün sebebi olan düşmanlık, kin ve öfkedir. Nitekim buna göre “iman”dan maksat da, imanın olgun meyvelerinden biri olan ülfet ve muhabbettir. Eğer nüzul sebebini dikkate almadan ayete bakacak olursak o takdirde mana şöyle olacaktır: Kitab Ehli, kitabı tevil yoluna girmişler, bunun sonucunda da onu tahrif etmişler ve onun hidayetinden saparak, kendileri farklı dinsel gelenekler ihdas etmişlerdir. Bu itibarla eğer siz onlara itaat eder ve onların gidişatını benimserseniz, o takdirde sizler, iman etmenizin ardından küfre girmiş olursunuz.

Derim ki: Birinci duruma göre küfürden maksadın, sebebi değil de bizzat hakikati olması caizdir. Buna göre Allah Teâlâ şöyle demiş olur: Eğer siz, bu Yahudilerin ortaya atmış oldukları fitne çıkaracak hususlara kulak verir ve sizi çağırmış oldukları şeylere icabette bulunur, dediklerini yaparsanız, onların gidişatını benimserseniz, onlar sizi eski düşmanlık, kin ve öfke haline döndürmekle kalmaz, aksine işi daha ileri götürürler ki o da sizi küfre geri döndürmeleridir. Bu manayı şu ayetler de teyit etmektedir: “Kitab Ehli’nin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü, sizi, inandıktan sonra küfre döndürmeyi isterler”722;”Kitab Ehli’nden bir takımı sizi saptırmak isterler; oysa onlar yalnızca kendilerini saptırırlar da farkına varmazlar.”723...............................................................

 

Allah’ın İpine Sımsıkı Sarılmak ve Ulusçuluk

Sizler ancak Müslüman olarak can verin ifadesine gelince, Üstad Abduh’a göre bunun manası, “Ölüm gelinceye kadar İslâm üzere olmaya devam edin, onun gerektirdiği amelleri ihmal etmeyin” demektir. Buradaki “İslâm”dan maksat, iman ve amel bütünlüğü ile dindir. Bu tercihi gerektiren husus, onun “yeruddûküm ba’de îmâniküm kâfirîn” (inanmanızdan sonra sizi küfre çevirirler) mukabilinde ve gereği gibi sakınma, takva üzere olunması emrinden sonra kullanılmış olmasıdır. Ondan maksadın ihlâs olduğu da söylenmiştir. Keza, amel değil de sadece iman olduğu da söylenmiş ve ölüme kadar sürecek olanın amel değil iman olacağı gerekçe olarak belirtilmiştir.

Derim ki: Bu yasak, şu kural üzerine bina edilmiştir: Kişi genelde nasıl yaşıyorsa o hal üzere ölür. Eğer “yakin” üzere yaşamış, gereği gibi takva zırhına bürünmüş, İslâm’a uygun düşmeyecek hal ve hareketlerden kaçınmış ise, ölümü de Allah’ın lütfu ile o hal üzere olur. Ve bu kaide de O’nun yaratılışla ilgili ilahî âdetlerinden (Sünnetullah) biridir.

Hem sonra Allah Teâlâ, “Topluca Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın!” diye buyurarak bize bu emir ve yasağı nasıl gerçekleştirmemiz gerektiğini, Müslüman olarak can vermenin nasıl anlaşılması gerektiğini de beyan etmiştir. “Hablullah” (Allah’ın ipi), Kur’ân’dır. Nitekim İbn Mesûd’dan rivayet edilen sahih hadiste de böyle açıklanmıştır. İbn Ebî Şeybe ve İbn Cerîr, Ebû Saîd el-Hudrî’den merfû olarak şu rivayette bulunmuşlardır: “Allah’ın kitabı, gökten yere uzatılmış Allah’ın ipidir.”726 El-Câmi’u’s-Sağîr’de hadisin hasen olduğuna dair rumuz konulmuştur. Deylemî, Zeyd b. Erkam’dan, “Allah’ın ipi, Kur’ân’dır.” hadisini nakletmiştir. Allah’ın ipinden maksadın, taat ve cemaat olduğu da söylenmiştir. Bu İbn Mesûd’dan rivayet edilmiştir. Ayrıca İslâm olduğunu söyleyenler de olmuştur ve bu da İbn Abbâs’tan nakledilmiştir. Şöyle demişlerdir: “İbare, temsilî istiâredir; Müslümanların Allah’ın kitabı ile hidayet bulmaları ve doğru yola ermeleri yahut birbirleriyle kenetlenip, aralarında dayanışmaları ve yekvücut olmaları, yüksekten sarkan sağlam bir ipe tutunan ve böylece düşmekten kurtulan kişinin haline benzetilmektedir.”

Üstad Muhammed Abduh, “temsili” bundan daha açık bir şekilde tasvir etmiş ve şunları söylemiştir: İbarenin temsil olması daha uygun gözüküyor. Buna göre din, nefisler üzerindeki otoritesi, iradeler üzerindeki etkisi ve bunlara bağlı olarak amellerin onun gösterdiği doğrultuda cereyan etmesi bakımından sağlam bir ip olmakta, ona tutunan kişi düşmekten kendisini güvende hissetmektedir. Sanki ona yapışanlar, bir uçurum kenarında olup da her an düşme korkusu taşıyan ve sonunda sağlam bir kulpa tutunup, bütün güçlerini toplayarak düşmekten kurtulanlar gibidir.

Ben de derim ki: Tercihe şayan olan görüş, merfû hadiste belirtilen şekliyle “Allahın ipi”nin O’nun “Kitab”ı olduğu şeklindeki izahtır. “Ona yapışan/tutunan”dan maksat da, İslâm’ı yaşayan kimsedir. Buna göre “cemaat” ve “toplanma, bir araya gelme” şeklinde yapılan izah açık gözükmemektedir. Bir araya gelme, bizzat yapışma, tutunma demektir. Oysa Allah Teâlâ bize, toplantımızın, birliğimizin Kitab’ı üzere olmasını, onun üzerinde toplanmamızı, onunla birlik olmamızı emretmekte; uyacağımız ırk birliği, ortaya koyacağımız mezhep birliği, koyacağımız daha başka esaslar, icat edeceğimiz siyasetler peşinde koşmamamızı istemekte; bizim gerçekleşen bu birlik ve beraberlikten sonra parçalanıp dağılmamızı yasaklamaktadır. Çünkü parçalanıp bölünmekte, birlik ve beraberliğin sonu vardır. Oysa güç ve kuvvet, izzet ve iktidar birlik ve beraberlik halindedir. Hak, dünyada ancak izzet ve iktidarla yücelir, o ve ona inananlar, saldırganların hücumlarından ve düşmanların hile ve desiselerinden ancak güç ve kuvvetle korunur. Bu emir ve yasak, aynen şu ayetteki emir ve yasak gibidir: “Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.”727 Allah’ın ipi, O’nun yoludur. Burada işaret etmiş olduğumuz parçalanma ve bölünme türleri, Allah Teâlâ’nın o ayette tabi olunmasını yasaklamış olduğu yollardır. O ayet, tefsir etmekte olduğumuz bu ayetten önce nazil olmuştur. Çünkü o, Mekkî olan En’âm Sûresi’ndedir. Âl-i İmrân Sûresi ise Medenî’dir. Buna göre Allah Teâlâ sanki şöyle buyurmuştur: “Allah’ın Kitabı’ndan ibaret olan O’nun yolundan başka yollara tabi olmak suretiyle dağılıp, parçalanmayın.” Sözü edilen bölücü yollardan biri de dinde çeşitli mezhepler ve partiler ihdas etmektir. Nitekim bu meyanda olmak üzere şöyle buyrulmuştur: “Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz. Onların işi Allah’a kalmıştır, yaptıklarını onlara daha sonra mutlaka bildirecektir.”728 Bir diğeri cahiliye davalarından olan ırkçılıktır. Tefsir etmekte olduğumuz ayet ve müteakip ayetler, anlatıldığı üzere Evs ve Hazrec arasında geçen bir olay münasebetiyle inmiş, ırkçı yaklaşımları mahkûm etmiştir. Irkçılığı yasaklayan sahih ve hasen düzeyinde çok sayıda hadis de vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: “Allah’ın en çok buğz ettiği üç tip insan vardır: Harem-i Şerif’e saygı göstermeyip, zulüm ve taşkınlık yapan kimse; İslâm’da cahiliyye davaları peşine düşen kimse; haklı bir neden olmadan

Müslüman bir kimsenin kanını dökmek isteyen kimse.”729 Hadisi İbn Abbâs’tan Buharî rivayet etmiştir. “Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir!”730 Bunu da Cübeyr b. Mut’im’den Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

Avrupalılar asrımızda, cahiliye Araplarının yaptıkları gibi ırk esasına dayalı ulusçuluk anlayışına büyük önem vermişlerdir. Bu anlayışın zehri, Batı hayranı Müslümanlara da sirayet etmiş ve bunun sonucunda bazıları Müslümanlar arasında, ırk esasına dayalı ulus oluşturmanın imkânsızlığı sebebiyle vatan esasına dayalı uluslar ihdas etme çabası içine girmişlerdir. Mısır’da işte bu kabil cahiliye davası731 olan ırkçılık anlayışının propagandasını yapan insanlar vardır ve bunlar insanları aldatarak, ülkenin ancak bu düşünce ile kalkınabileceğini ve şanının yüceleceğini iddia etmektedirler. Oysa durum hiç de öyle değildir. Çünkü ülkenin hayatiyeti ve yücelmesi, orada yaşayan insanların, ülkenin ihyası için birlik ve beraberlik halinde olmalarına bağlıdır. Parçalara bölünmeleri, aralarında düşmanlık, kin ve öfke bulunması halinde bu mümkün değildir. Özellikle de aralarında din ve dil birliği bulunan ya da ikisinden birisinde müşterek bulunan insanların bu şekilde kamplara bölünmeleri durumunda vatanın/ülkenin ihya edilmesi asla söz konusu olamaz. Bu tür bölünmüşlükler, ülkenin bayındır olması ve ilerlemesinin değil harap olması ve yıkılmasının habercileridir. İslâm, belli bir ülkede yaşayan ve aralarında İslâm’ın uygulandığı her toplumun hayır ve o ülkenin yararı üzerine birlik ve beraberlik halinde olmalarını emretmektedir; o insanların dinlerinin ve ırklarının farklı olması buna mani değildir. Bunun ötesinde daha geniş bir düzeyde birlik ve beraberlik emretmektedir ki o da, yeryüzünde Allah yolunda kardeşlik anlayışının tahakkuk edebilmesi için bütün kavimlere ve ırklara Allah’ın ipine sarılmalarını emretmesi, parçalanıp bölünmelerini yasaklamasıdır.

“…Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.”

Bu ayet, nüzul döneminde mü’minlerin gerçekleştirmiş oldukları iman kardeşliğine işarette bulunmaktadır. Bu öyle bir kardeşlikti ki, Ensâr, mallarını ve barınaklarını Muhacirlerle buna müsteniden paylaşmışlar; insanlar, şiddetli ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını kendi nefislerine bu anlayışa istinaden tercih etmişlerdi. Oysa daha dün, aralarında cahiliye döneminin damgasını taşıyan düşmanlık, kin ve öfke bulunuyor, boşu boşuna kanlar akıtılıyordu. Bunlar genel hatlarıyla herkesin malumu şeylerdir ve cahiliye dönemine ait haberleri, rivayetleri inceleyenler ise bu konu ile ilgili ilginç ayrıntıları da bilirler. Bunlardan biri Evs ve Hazrec arasında tam yüz yirmi yıl süren savaşlardı ve bu savaş hali ancak İslâm ile sona ermişti. Yüce Allah, Hz. Peygamber sayesinde onların kalplerini birbirine ısındırmıştı. Bu, İslâm’ın henüz dünya hayatında iken onlara sağlamış olduğu bir kazanımdı. Hiç şüphesiz, eğer İslâm’a sarılmasalardı ahiret hayatında karşılaşmış olacakları bundan daha kötü, daha acı ve çetin sonuçlardan da onları kurtarmıştır. İşte bu manayı ifade etmek üzere Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “…Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı.” Putperestliğiniz ve Allah Teâlâ’ya şirk koşmanız, bunlara bağlı olarak binbir türlü hurafeye inanmanız, fesada kendinizi kaptırmanız sebebiyle uçurumun kenarında idiniz. İçinde bulunduğunuz kötü durum fıtrat nurunu söndürmüş, ruhlarınızı en aşağı derekelere düşürmüştü, o kadar ki ateş çukurunun hemen kenarında, oraya düştü düşecek durumda idiniz.

Bir çukur ya da kuyuya nispetle “şefâ” kelimesi, oranın ağzı, kenarı demektir. “Helâke” yakınlığı ifade etmek için mesel olarak kullanılır. Râğıb, “eşfâ ‘ale’l-helâk” tabirindeki “eşfâ” kelimesine “helâkin tam ucuna geldi, düşmesine ramak kaldı” manasını verir. Allah’a şirk koşan kimse ile ateşte helâk olması arasında sadece ölüm bulunmaktadır. Ölüm ise, beklenilenler içerisinde en yakın olanıdır. Bu durumda Allah Teâlâ’nın sâdık mü’minlere olan nimeti ne kadar büyük olmaktadır! Özellikle de bu ayetin ilk muhatapları olan Müslümanlara... Şöyle ki: Allah Teâlâ, onları önce İslâm nimeti ile şirkten çıkarmış, şirkin sonucu olan her türlü rezillik ve şekavet halinden onları korumuştur. Sonra kalplerini telif etmiş ve bu ülfet ve muhabbet sayesinde en mutlu insanlar olmuşlardır. Daha sonra yeryüzünün muktedirleri olmuşlar ve dünyaya yön vermişlerdir. Allah Teâlâ onları ateşten de korumuştur. Böylece onlar her iki cihanın da en mutlu insanları olmuş, her iki dünyanın da güzelliklerini elde etme bahtiyarlığına erişmişlerdir. İmdi hiçbir nimetin denk olamayacağı böylesine üstün nimetlerin sahibinin yapacağı şey, yollarından gitmedikleri selefleri ve peygamberleri ile mağrur olup, kendilerini mücerret onlardan görme kuruntusuna kapılanların vermiş oldukları vesveselerden, kurdukları desiselerden yüz çevirmek ve hakka dönmek, Ona şükretmek değil midir? Elbette öyledir. Hak ortaya çıkmış, bâtıl zâil olmuş, gerçeklik diye yutturulmaya çalışılan düzmeceler kendini ele vermiştir.

Üstad Muhammed Abduh şöyle dedi: Allah Teâlâ’nın ayetine bakın! Düşmanlık, kin ve intikam duyguları içerisinde birbirine düşen, herkesin diğerinin kendi elinde helâkini gözlediği bir kavim var. Allah Teâlâ, hidayetiyle onlara lütufta bulunuyor ve onların aralarındaki kin ve nefreti ortadan kaldırıyor. Kalplerini birleştiriyor, onları kardeş yapıyor ve az önce birbirinin canına kasteden bu insanların arzu ve istekleri sadece bir şeye doğru yönleniyor ve onda ihtilâfa düşmüyorlar! O şey Allah’ın hükmü oluyor. İşte bunun için Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.” Yani Allah Teâlâ sizi, hazırlar ve sizi devamlı sürüp gidecek hidayete ehil hale getirir ve siz artık bu sayede eski cahiliye davalarına bir daha dönmez, aranızda ayrılıp, düşmanlıklara davetiye çıkarmazsınız.

İçtihadi Farklılıklar ve İhtilaf Ahlakı

Üstad Abduh sonra şöyle dedi:............................................

 

722. Bakara, 2/109.

723. Âl-i İmrân, 3/69.

726. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 37; Tirmizî, Menâkıb, 31.

727. En’am, 6/153.

728. En’am, 6/159.

729. Buharî, Diyât, 9.

730. Ebû Dâvûd, Edeb, 121.

731. Bu akımın yanlışlığı ve İslâm ile bağdaşamayacağı konusunu pek çok kez açıkladık. En sonuncusu Menar dergisinde (VI, 10) Ferid Vecdi’ye reddiye olmak üzere kaleme aldığımız yazıdır. Ondan sonra da yedinci cüzde el-Livâ gazetesi ve sahibi hakkında yazdığımız yazı bulunmaktadır.

[Tefsirden aktardığımız bu açıklamalardan sonra Âl-i İmrân Sûresi’nin 100.-103. ayetlerinin tefsiri “İctihad Farklılıklar ve İhtilaf Ahlakı” alt başlığı altında açıklanmaya devam ediyor.]

Haksözhaber 

HABERE YORUM KAT

4 Yorum