1. YAZARLAR

  2. HÜSEYİN ALAN

  3. Mekke'de Müslüman Olmak
HÜSEYİN ALAN

HÜSEYİN ALAN

Yazarın Tüm Yazıları >

Mekke'de Müslüman Olmak

15 Haziran 2009 Pazartesi 18:57A+A-

Mekke, öteden beri biline geldiği ve sürekli üretilerek yaygınlaştırıldığı gibi basit, ilkel, kabilevi özellikler taşıyan; talan, hırsızlık, cinayet ve adam kaçırma işleri ile geçinen; kan davaları ve bedevi özellikleri dolayısı ile sürekli savaşan; siyasi nitelikli kuralları ve toplumsal kurumları gelişmemiş toplumlardan bir toplum değildir. Bilakis Mekke toplumu, özellikleri olan, devlet ve medeniyet kurma niteliklerine sahip, bunu da mevcut yapısında ve işleyişinde gösteren nitelikli bir toplumdur.

Döneminin bir İran'ı yahut Bizans'ı gibi kurumsal yapıları, şehirleri, muvazzaf ordusu ve yazılı kuralları olan bir toplum ya da imparatorluk değildir ama, kısa sürede onları mağlup ederek dönüştürebilecek ve kendi medeniyetini kurup yaygınlaştırabilecek kadar yetenekli, beceriklidir. O halde, onlar bir çok bakımdan gelişmiş, kuralları ve kurumsal değerleri içkin olan özellikli bir toplumdur. Dünya tarihinde böyle varlık gösterebilmiş sayılı toplumlardan da bir toplumdur ayrıca. Bu işi İslamlaştıktan sonra yapmış olmaları artı bir özelliktir ama, başka bir şekilde de yapabileceklerini gösterir nitelikte oldukları da bir vaka'dır.

Geleneksel yahut modern olsun, cahiliye özellikleri taşıyan her toplum, Mekke toplumundaki benzer özelliklerle tahlil edilmesi derken kastın doğru anlaşılması, kıyaslamaların doğru yapılması, bu nedenlerle önemlidir. Mekke toplumunu ayakta tutan, birliklerini temin eden, kendilerini oluşturan yüksek ve ortak değerlerinin varlığını olduğu gibi görmek de öyle. Nihayet toplumsal ilişkilerinde, güçlülük iddia ve potansiyellerinde, gelecek hayallerinde, kutladıkları müşterek sevinç ve hüzün günlerinde, toplumsal birlikleri ve ortaklıklarını pekiştiren oturmuş dengelerinde ve de sağlam bir bütün oldukları gerçeğinde, çok şey görülebilmelidir.

Ortak bir geleneğe, ortak bir asabiyeye, ortak bir toprağa ve yücelttikleri ortak bir geçmişe sahiptirler. Geleceklerini de ortaklaşa paylaşmaktadırlar. Her toplum gibi onlar da kendilerini üstün tuttukları özelliklere sahip, meziyetli ve becerikli niteliklerle donatılmış kahraman bir toplum olarak görmekteydiler. Kutsalları, sembolleri, saygı ile korudukları inançları ve itibar ettikleri değerlerinin yanında, kendilerini temsil edenlere karşı itaatkar tutumları ve işlerini yürüten liderlerine olan bağlılıkları, onları, ezberlettirilmiş sıradan, vahşi ve basit bir kabileden, batıcı ayrımla ilkel bir feodaliteden çok farklı kılmaktadır...

Kureyş toplumu da kendilerini bir arada tutan "zorunlu" ve "gönüllü" olmak üzere iki temel ilkeye dayandırmaktaydı. Orada da zorunlu kurallara her fert katılmak zorunda (yasal zecri'lik) iken, gönüllü kurallar rızaya dayandığından, hükümde ve uygulama da aynı şey beklenemezdi. Buna rağmen Kureyş'lilik birliği ve bağlılığında, kahir ekseriyetin gönüllü katılımı da mevcuttu. 

Aralarından biri Peygamberlik davası gütmeye başladığında, o güne kadar yolunda giden toplumsal işlerinin ve hayatlarının, artık önemli bir değişikliğe uğrayacağı belli olmuştu. Muhammed (s)'ın işe öncelikle, toplumu ayakta tutan temel ideolojilerini (din ve asabiye), kuruluş ilkelerini ve yapısal hiyeraşilerinin meşruiyetini eleştirerek başlaması, dikkate şayandır. Eski yapıyı ayakta tutucu veya tamir edici niyet ve söylemde değil, eski yapıyı kökten değiştirici ve yeni bir toplum inşa edici olarak ortaya çıkması da, keza dikkate değerdir. Belli olmuştu ki, hemşerileri Muhammed, topluma hem 'zorunlu' ve hem de 'gönüllü' olarak katılmayı değil, hasarlı yanlarını tamir niyetli değil, içerden bir muhalefeti ve dolayısı ile bir noktada uzlaşmayı değil, tam aksine toplumun kurucu ve ayakta tutucu temellerine esastan muhalefet ederek değiştirmeyi, dönüştürmeyi ve yerine yeni bir toplum inşa etmeyi hesaplıyordu.

Peygamber, daha başlangıçta ve normal şartlarda topluma katılmayacağını, ortak değerlerinden esasa dair olanlarını redederek ve bunu da aleni dillendirerek işe koyulmuştu. Artık "söz" "Muhammed"e, "vahy"e, "ayetler"e ve "sureler"e aitti. Muhammed (s)'e "tabii" olup vahyi dillendiren ve arkasında duran "Müslümanlara" aitti. İşte bu sözdü Kureyş'i yıkacak, değiştirecek ve "yeniden inşa" edecek olan. İşte bu "sözün arkasında" durulacak, bu söz "uğruna can" verilecekti...

İşte böylece toplumu oluşturan zorunlu kurallar meşru direnişlerle yıkılacak, değiştirilecek, yok sayılacak ve nihayet gönüllü bağlılıkları da koparılacaktı. Bunun için güce, hazırlığa ve yeteneğe sahip olmadığı ama gerekli hazırlığın da bu yönde yapıldığı biliniyordu. Eleştiriler çok yönlü, muhalefet ciddiydi. Dolayısı ile Müslümanlardan zorunlu kuralları kopartanları olduğu gibi, izin alarak kopartamayanları da vardı. Rızaya dayanan gönüllü katılım durumuna ise, zaten iman etmekle baştan reddedileceği biliniyordu.

Her toplumda zora dayanan kurallara karşı durmak, açıklığa, meşruiyete, uzun vadeli hazırlıklara, sürekliliğe ve tutarlılığa bağlıdır. Gaybi yardım ve Allah'a olan güven, bu tarz çıkışlarda belirleyici bir farktır. ( Dünya tarihinde vahye dayanmayan tüm devrimcilerin korunma güvenliğini dayandırdığı iki dayanak vardır; toplumda çok güçlü aristokratik bir aileden olma veya güçlü bir dış yardımı yanında bulma ) Bu bağlılık ilk elde kopartılabilecek bağlılık da değildir.

Fakat rızaya dayanan gönüllü nedenler de, yine her toplumda olduğu gibi; 'ortak dil', 'ortak tarih', 'ortak kültür', 'ortak inanç', 'ortak bir gelecek tasarımı', 'birlikte yaşama', 'iktisadi-sosyal ve siyasi etkinlikler', ortak merasimler, ortak evlilikler vs gibi paylaşılan ve rahatlıkla yürütülen ortak eylemlilikler tarzı 'toplumsal katılım'lardır ki, tâ işin başında önemliydi.

Her şartta, her yerde ve her zaman işin bu kısmı, imani bir meseleye karşılık düştüğünden, Muhammed (s)'in ve arkadaşlarının bu gibi faaliyetlere itirazsız razı gelmesi zaten mümkün olamazdı. Allah'a 'itât'in ve ona 'teslimiyet'in gerçek anlamı burada canlanmakta, 'velayet' ve 'vekalet'in karşılığı burada vücut bulmakta, dolayısı ile kendi aralarında otomatik bir 'topluluk' bu bağlarla kurulmaktadır zaten. O nedenle orada, bu gün anlaşılan gibi de olmadı zaten. Buna uygun stratejilerini, yeni kurdukları özgün ilişkileri ve örneklikleri de, ayrıntıları ile biliyoruz, onların...

Muhammed (s)'ın getirdiği yeni din; kendine has yeni bir yaşama biçimi, yeni değerlere göre yeni ilişkiler ve yeni bir toplum ( vasat ümmet ) inşası öngörmekteydi. Allah'ın, kitabında ve Mekki surelerde ısrarla bildirdiği bu duruma yönelik beyanları ve hakikatları bu doğrultuda özetleyecek olursak bu din;

A- İnsanların "yaratılışa dair" bildiklerini düzeltiyor, ezberlerini bozuyor yani değiştiriyordu; insan ve kâinatın, yerlerin ve göklerin ve içinde olan her şeyin yaratıcısı, yoktan var edicisi Allah'dır. Bu Allah gören ve gözetendir, işiten ve duyandır, bilen ve karar verendir, güçlü ve muktedirdir... İnsan, çevresi ile beraber kendisinin de sahip olduğu her şeyi Allah'a borçludur. O Allah ki, aynı zamanda tek İlah ve tek Rab'dir. Her şey ve herkes ona muhtaç, o ise hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç değildir.

O, hayata doğrudan müdahale ediyor, her an bir yaratılışta bulunuyordu. O hem yorulmuyor, onu uyku da tutmuyordu. İşte, yaratılmış her varlığa nasıl davranması gerektiği, diğerleri ile nasıl ilişki kurulacağı, nelere dikkat edileceği ve nelerden sakınılması gerektiğini de size bu Allah bildirecek, yine nasıl olmanız ve nasıl yapmanız gerektiğini de size hem öğretecek ve hem de gösterecektir. 

Yaratan, yaşatan, rızıklandıran, işittiren, duyuran, güzel bir şekille şekillendiren, nimetlerle donatan, onurlandıran, süre veren, eşyaya ve kadere hükmeden ve nihayet öldüren de oydu. İşte Rab olan bu Allah, kıyameti ve yeniden dirilişi de gerçekleştirecek, herkesi hesaba çekecek ve nihayet insanları hak ettiği yere ebedi olarak yerleştirecekti. Allah, aynı zamanda İlah da olduğu için ona kulluk etmeli, onu dinlemeli, ona sığınmalı, ondan istemeli ve ondan sakınmalısınız. Külli şey'in kâdir olan da oydu, kulli şey'in hâkim olan da O.

B- "Hayatın anlamı"nı değiştirecek, yeni bir anlam kazandıracaktır. Bu hayat sınanmak için yaratılmış, ona göre düzelenmiş ve imtihan edilecek olanlar uygun yeteneklerle donatılmıştı. Öyleyse bu dünya hayatını, bir oyun ve eğlence gibi görmeyin, kendi aranızda yaptığınız bir yarış gibi sanmayın. Her şey taktir edilmiş bir hesap ve düzen üzeredir. O halde ferdi ve toplumsal yaşamınızı Allah'ın kurallarına göre düzenlemeli, topluluklar arası ilişkilerinizi onun buyruklarına göre ayarlamalısınız. Tıpkı kâinattaki sizin dışınızdaki varlıkların bir ve aynı düzende oldukları, görevlerini eksiksiz yaptıkları ve ona teslim oldukları gibi.

C- Başıboş, amaçsız, sorumsuz ve hedefsiz olduğunu sanan insanoğlu, artık hayatına bir "değer katma"lıydı. Yapıp ettikleri her şey de hayır-şer, iyi-kötü gibi genel bir ölçüyü gözetmeli, bu ölçüyü koyma hakkı da Allah'a tanınmalıydı. Kullar yaşantısında bu ölçülere riayet etmelidir. Çünkü iyilik ve kötülüğün de bir bedeli, karşılığı vardır ve kesinlikle biliniz ki bir gün bu hesap muhakkak görülecektir. Bu bedeli ve karşılığı da insan kendisi tercih etmekte, kendisi kazanmaktadır.

D- Hakikatin ve "bilginin kaynağı" vahiydir. Vahiy'in bildirdiği dışında başka bir hakikat yoktur. Öyleyse ona teslim olun, onu size bildiren ve öğretene itaat edin. Size, sizden birini elçi olarak yollayan Allah, nasıl yapmanız gerektiğini de size onunla gösterecektir. Sizden öncekilerin de ne yaptıklarını ve nasıl karşılandıklarını size hatırlatacaktır. O halde Allah'ın sözü haktır ve sizler de ona kulak veriniz...

Muhammed (s), bu hakikatlar ışığında her şeyden önce bütünsel bir kavrayışı ve sistematik bir düşünüşü öğretiyor, buna uygun da bir dönüşümü teklif ediyordu. Tüm öğreti ve talep, temel ilke dediğimiz; evren ve hayat'a dair hakikat'in bilgisidir. Yaratılış, hayat ve ahiret bu hakikatin temelidir. Varlıklarla olan ilişkilerle ilgili yükümlülükler ve sorumluluklar da, o hakikate göre düzenlenmelidir. 

Tüm bunlardan sonra;

Mekke'de Müslüman olmak demek; mevcut hakikat kabulleri ve dayanağının, önceden üstün tutulan ilkelerin en başta değiştirilmesi, yeni ilkelerle donanım demekti. Bu aynı zamanda filozofik bir değişimi, imanı bir dönüşümü, mutmain bir kararlılığı ifade ediyordu. Çetin ve zorlu olan bu değişim ve kabuldür. Bir kez bu değişimi ve dönüşümü gerçekleştiren insan, yani mümin olup teslim olan bir kul, artık başka bir şey olamazdı. İşte bu iş kolay bir iş, bu değişim kolay bir değişim değildir. Hayati bir karardır; bizzat bir tercihtir, zorlu bir süreç ister ve mutlaka sonuçları vardır. Bunun için ciddi bir çaba gösterilir ve karşılığı olan bedeli de ödenir. Bu bedeli ödeyenlerin imanı kıymetlidir, anlamlıdır ve geçerlidir. 

Mekke'de hiç bir mümin, kolayına, hemencecik mümin olmamıştır. Zihniyetini değiştirmek, gönlünü mutmain kılmak, niyetini ıslah etmek ve hayatını yeniden düzenlemek gibi çok önemli bir değişim sürecini tek tek ve bizzat yaşamışlardır. Bunun, öylesine yapılmış bir eylem olmadığını, kolayına ve ucuzundan bir değişime karşılık düşmediğini, Muhammed'i örnekliği önünde ve hazırdan bulsa da birden teslim olmadığını, kendi değişimini gerçekleştirenlerin ilerleyen süreçlerde, her şeye rağmen geriye dönmediğinden, pişmanlık duymadığından ve hayatı pahasına uzlaşmadığından da anlıyoruz. Orada değişen ve yeni dine göre şekillenenler, "anam babam sana feda olsun ey Muhammed" derken şaka yapmıyor, romantik slogan atmıyorlardı.

Mekke'de müslüman olmak; esaslı bir değişimden sonra hayata, beklentilere, kâr'a ve zarar'a, dostluğa ve düşmanlığa, evliliğe ve evlatlara, akrabaya ve topluma, servete ve güçlülüğe artık bir başka gözle bakmaktı. Bunların, bunlara bağlı olarak hayatındaki her şeyin anlamı değişiyor, hayatını değiştiriyor; davranışları, beklentileri ve hedefleri, bu tercihler pahasına farklılaşıyordu.

O gün Müslüman olmak; Muhammed'i tastik etmek, çokları için doğrudan ölümü göze almaktı. Mekke'de Müslüman olan kimileri de başka şeyleri göze alıyorlardı. Servetinden, dostlarından, imtiyazından, statüsünden, kavim-kabile bağlarından, şeref-üstünlük iddialarından, aşkından-sevdasından, gelecek hayalinden, velhasıl o güne kadar yolunda giden işlerinden ve hayatından kopuyor, onun yerine yepyeni bir hayata ve topluma, sıradan birisi gibi giriyordu. Dahası işkenceyi, dışlanmayı, horlanmayı, aşağılanmayı, ticareten iflası, eşlerinden ve dostlarından soyutlanmayı ve alaya alınmayı bile göze alıyordu.

Mekke'de Müslüman olmak; her şeyden evvel "vela ve beraa" bağının değiştirilmesi, nefsinde ve hayatında "tezekki"nin gerçekleşmesi, malını ve hayatını gaybi bildirime göre adaması, hatta ailesi ve kavmini dahi karşısına alması demekti ki, bu işler kolayına bir tercih olmamıştır. Kureyş toplumunun topyekün karşıya alınması, kavim-akraba ve ehlinin değişmesi,  her türlü kötü muamele ve aşağılanmaya rağmen sadece sabredilmesi, bir işaretle her bir şeyin terk edilip başka diyarlara göç edilmesi demekti. Velhasıl sonu belli olmayan bir iddiaya kalkışmak ve tabiri cazise iyi kötü kurulu bir düzeni bozup sonu belli olmayan bir maceraya girmekti!

Ve Mekke'de Müslüman olmak; sıradan bir insan olarak, sıradan işlerle uğraşarak, sıradan hedeflere koşturarak sıradanlaşmaktan çıkıp, halife olduğunu hatırlamak, anılmaya değer olmak, kendinin farkında olmak, Rabb'inin büyüklüğünü tanıyıp yalnızca ona teslim olmak, büyük bir değişim yaşayarak büyük bir sevdaya, büyük bir davaya ve gerçek bir izzete sahip olmak demekti...

(Geçmişte de ve bu gün de kalabalıkların arasında Müslüman olanlar, olduğunu sananlar ve teslimiyetten karineler gösterenler, kolayına veya öylesine Müslümandırlar! Önlerinde buldukları İslam'a, hazırdan kondukları İslam'a ve çevresine tabî'dirler. Müslümanlıkları zorlu bir değişimin sonucu, kararlı bir tercihin sonucu, bir çabanın, bir gayretin, bir emeğin ve uğraşının dolayısı ile bir şeylerden vazgeçişin sonucu değil ve o nedenle bir şeye karşılık da değildir. Bunun içindir ki kolayına tartışıyor, kolayına uzlaşıyor, kolayına karıştırıyor, kolayına vaz geçiyor ve kolayına satıyor. Kolay elde ettiği dininden, kolayına da ayrılıyor. Tıpkı elçinin gerçekten de yiğit olan dostları ve ilklerine ( Allah selâmı cümlesinin üzerine olsun ) rağmen,  ardından gelen ve saptıran, sapan nicelerinin de yaptıkları gibi... )

SONUÇ OLARAK

Muhammed (s), hemşerilerinin üstün tutup değer verdiği ve kutsadığı varlıklara, değerlerine ve her şeylerini borçlu oldukları dini iddialarına ve bütünlüklerini sağlayan asabiyelerine karşı gerçekte karşı çıkar ve yeni bir değerler silsilesi çerçevesinde yeni bir insan tipi ve toplumsal yapı önerirken, gerçekten de çok zor bir görevi ( belini kıran ) yüklenmiş olmaktaydı. Bir tek Allah'a güvenmek, bir tek ona dayanmak ama herkesi ve her şeyi karşıya almayı, ölümü bile aratacak dışlanmayı, terslenmeyi ve yalnız kalmayı göze almak, söylediklerinde ısrarcı olmak ve uzlaşmamak, kelimelerle anlatılabilecek bir iş değildir ama, bir ahlak ve bir teslimiyet gerçeği ve tecrübesidir...

Mekkelilerin toplumsal temel dayanaklarını oluşturan iddialarından bir kısmının açıkça çürütülmesine bir kaç örnekle değinebiliriz;

a- "İbrahim Peygamber, müşriklerden değildi..." Sizler, inandığını iddia eden ey Mekkeliler, yalancısınız ve pislik müşriklersiniz!

b- "Ataları bir şey bilmiyor olsalar da mı..." Sizler ve atalarınız hiç bir şey bilmiyor, boş yere inatlaşıyorsunuz. İddialarınızın altı boştur. Atalarınız cehennemdedir, şayet sizler de değişmezseniz cehenneme atılacak, orada ebedi azapla azaplandırılacaksınız. 

c- "Allah'ın nimetlerini sizler mi paylaştırıyorsunuz..." Allah kime neyi taktir ederse, ona o ulaşır. Her nimet sahibi, bir gün ondan hesaba çekilecektir. Öyleyse bu konularda çekişmeyin.

d- "Onların şehirlerde dolaşması seni aldatmasın..." Çok övündüğünüz ve üstünlük tasladığınız zenginliğiniz ve iktidarınız, sizi cehenneme atılmaktan kurtarmayacak ve ziyan edeceksiniz.

e- "Ancak insanlara zulmedenler ve yer yüzünde haksız yere taşkınlık edenlerin aleyhine bir yol vardır..." Zalimler cehennem de çetin bir azapla karşılık bulacaklarken, inanmış, teslim olmuş ve arınmışlara, Allah bu dünyada da bir kurtuluş yolu gösterecektir.

f- "Hayır o, hiç Rabbine dönmeyeceğini sanmıştı..." Süreniz dolunca geri dönecek ve yaptıklarınızın karşılığını elbette göreceksiniz. Katımızda umduğunuzu bulamayacak, inkarcılığınızın bedelini sürekli ve alçaltıcı bir azapla kuşatılarak göreceksiniz.

g- "O gün ne mal ve ne evlat fayda verir..." Övünüp durduğunuz, müstağnilik ettiğiniz dayanaklarınız tamamen boşluktadır. Onlar size hiç bir fayda sağlamayacak ve perişan olacaksınız.

h- "Keşke bilselerdi... Biz Müslümanları, o gün günahkarlar gibi tutar mıyız hiç?..." Aşağılayıp durduğunuz Müslümanlar elbette nimetlere kavuşacaklardır. Size düşen sadece kör pişmanlık olarak kalacaktır.

ı- "Bir zaman gelir ki kafirler, keşke Müslüman olsaydık diye arzu ederler..." İnkar edip durduğunuz gün gelip çattığında kaçacak delik arayacak, yaptıklarınızdan dolayı çok pişman olacaksınız ama, nafile. Artık burdan geri dönüş yoktur.

j- "Sonra baktı, sonra suratını astı, kaşlarını çattı, sonra arkasını döndü, böbürlendi: Bu dedi, rivayet edlip öğretilen bir büyüden başka bir şey değildir. Bu sadece bir insan sözüdür.' Hem Allah'ın nimetleri ile kibirlenecek, servetine ve evlatlarına güveneceksin, hem de hakikat'e sırt döneceksin.' Biz bekleyeceğiz, sen de bekle, kaçamayacağın gün gelecektir..." Nihayet bütün dünyanın ortalama bütün büyüklenenleri, azgınlar, tuğyan edenler, küfredenler, imanlarına şirk karıştıranlar, varlıkları ile kibirlenenler ve ey yalanlayanlar ve ey mustağniler, sizler bekleyin. Biz de sabırla bekliyoruz. Süreniz dolduğunda, sıranız geldiğinde kaçacağınız hiç bir yer yok ve övünüp durduğunuz değerleriniz ve varlıklarınız size hiç bir fayda sağlamayacak...

Bu dünyada inanmayan, inancına şüphe karıştıran herkes görevini yapıyor, inancının gereğini işliyor. Ayetlerde bahsedilen bir avuç Müslümanlar da görevini yapıyorlardı. Bahsedilen ayetler de Müslümanların çok az oldukları, güçlerinin kötülükleri defetmeye yetmediği ama tartışmadan ve ayrışmadan da kaçmadığı zamanları ifade etmektedir.

Ayetler de bunu gösteriyor ama aynı ayetler, bağlamlarında başka bir şeyi daha gösteriyor; ey inanmış ve teslim olmuş kul, sen de sorumluluklarını hatırla, beşeri mücadeleni ver, bunlara karşı hazırlıklarına bak, müstakim duruşunu sabitle ve güzellikle sabret. Ayetlerden kolaycılığı, kulların yapması gereken işleri ve sorumluluklarını da Allah'a havale etmeyi çıkartmayalım! İnandığını söyleyen ama gereğini de yapmayanların, Allah (haşa) hizmetçisi değildir!

Sen de Allah'a sığın ve ona yönel ama onların iddialarına da karşı dur, hak ettikleri cevabı ver. Uyar onları, küçümse inatçıları, aşağıla Allah'a meydan okuyanları ama sakın onlara benzeyerek, onlardan olarak, onlarla olarak yapma bunu...

İmanını ve teslimiyetini ucuza kullanma, zalimler, müşrikler ve tuğyan edenlerle birlik olma, uzlaşma; diren, uygun olan neyse karşılık ver, sabırla ve inatla devam et ve sen de, evet sen de bekle. Takatın yetmiyor, teselli de arıyorsan eğer, bunalmışsan da şayet, bak o zaman sen gibilere, kitap da ne de çok hatırlatılıyor, değil mi?

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum