1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Mantıksız Kavramlara Dayanmanın Trajik Saçmalığı..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Mantıksız Kavramlara Dayanmanın Trajik Saçmalığı..

29 Mart 2013 Cuma 21:05A+A-

[email protected]

Yeniden düzenlenmeye çalışılan T.C. Anayasası'nda ‘türk’ kelimesi yer verilmeli mi, verilmemeli mi? Son günlerde, aralarında hattâ aslen türk kavminden bile olmadığı bilinen (İ. O.) ile, bir diğeri de 95 yaşında olan Kırımlı (H. İ.) gibi ünlü iki tarihçinin bulunduğu 300 kadar isim, Anayasada bu kelimeye mutlaka yer verilmesi gerektiğine dair bir bildiri yayınlamışlar. Bu bildiri metninin imzacıları arasında başka alanlarda bir araya gelmeleri bile düşünülemeyecek ilginç isimler de var.

(Osmanlı ve sonrasının türkçülük hareketlerinin Ahmed Hikmet Müftüoğlu, M. Emin Yurdakul gibi en ünlü isimlerinin, daha çok da Rusya’dan Osmanlı’ya sığınmak zorunda kalmış olan Kafkas ve Rusya’daki diğer müslüman kavimlerin içinden çıkmış olması ilginçtir.)

Söz konusu bildiri metninde,

1- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve sahibi olan Türk Milleti’nin adı, vatandaşlık tarifinden ve Anayasa’dan çıkarılamaz.

2- Devletimizin eşit ve şerefli üyeleri olan aziz vatandaşlarımız, ırklara ve mezheplere ayrıştırılamaz.

3- Anadolu coğrafyasında Selçuklu ile başlayıp Osmanlı ile devam eden Türk Milleti’nin kesintisiz egemenliğini esas alan, büyük Atatürk’ün kurduğu millî devlet yapısı ortadan kaldırılamaz.’ ifadeleri yer alıyor.

Bildirideki iddiaya göre, ‘devletin kurucusu türk milleti’ imiş.. Ve de, ‘devletin eşit ve şerefli üyeleri olan aziz vatandaşlar ırklara ve mezheblere ayrıştırılamaz; Atatürk’ün millî devlet yapısı ortadan kaldırılamaz’mış..

Bu üç madde, gerçekte, asıl hastalığı yansıtmaktadır.

Çünkü, Orta Asya ve Rusya bozkırlarından Afganistan ve Hindistan’a, İran ve Anadolu coğrafyalarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada onlarca farklı şive veya lehçe ile türkçe konuşan ve birbirlerini anlamakta bile zorlanan bir sosyolojik olgu halindeki türk kavimlerinin İttihad-Terakkî ve kemalist dönemde geliştirilen ve türk kavmiyetçiliğini kendisine temel yapan resmî ideoloji tarafından son yüzyılda tuhaf bir şekilde kutsallaştırılan ‘türk milleti’ kavramı üzerine kurulan ‘millî devlet’in bünyesinde, başka ırkların ve çeşitli mezheblerin olduğu’ndan bahsedilemiyeceğini bildiriyor bu ‘seçkin’lerimiz..

Yani, devlete hâkim olan güç odakları millet, ırk, din veya mezhebden neyi anlıyorlarsa, onların dayattıkları her ne ise; başkalarını yok sayıcı, asimile edici, inkarcı, başeğdirmeyi esas alıcı bir zorba anlayışı herkes de kabul etmeli!

Yahu, Anadolu’da asırlardır, onlarca kavim ve ırktan, çeşitli din ve mezheblerden insanlar yaşadı ve yaşamaktalar. Ve Anadolu, tarihte hiç bir zaman boş bir coğrafya değildi ve asırlarca çeşitli kavimlerle dolup taştı. Ve Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki büyük yıkılış yılları hariç, asırlar boyu, bu coğrafyadaki kavimlerin birbirini yok etmek için boğazlaştığı, birbirlerine katliâm uyguladığı da vâkı’ değildir.

Bütün bu kavimleri şemsiyesi altında toplayan İslam’ı sosyal hayattan kovmayı hedefleyen emperyalist oyunların neticesinde kurulan laik rejim, ‘millî devlet’ iddiasıyla yaldızlanmakla, ne İslam Milleti’nin devleti olur, ne de şu veya bu kavmin..

’Herkesi türk yapmak ve karşı çıkanları kesip atmak vazifesi!’

Böyleyken, yaşanan bunca büyük sosyal sancılardan sonra ve hâlâ, kendilerini ‘aydın, seçkin, elit kesim’ vs. olarak niteleyenlerden nicelerinin, 1930’lardan kalma, ‘Ne mutlu türküm diyene..’ ve ‘Bu ülkede türk olmayanların tek bir hakkı vardır, o da, türklere hizmetçilik etmektir..’ şeklindeki ve M. Kemal ve M. İsmet gibi ‘mâlum’ paşaların militarist ve tepeden inmeci, dayatmacı, jakobenist mantığına teslim çağrısında bulunmaları ibret vericidir.

25 Nisan 1925 tarihli Vakit gazetesinde yayınlanan beyanatında, ‘Vazifemiz bu vatan içinde bulunanları behemehal (hangi şartlar altında olursa olsun) türk yapmaktır. Türklere ve türkçülüğe muhalefet edecek anâsırı (unsurları) kesip atacağız..’ diyen de aynı kafadır, İsmet Paşa’dır.

Bu mantık karşısında ‘Hoşgeldin, M. Kemal kafası..’ demekten başka bir söz de bulunamaz herhalde..   

Bu konunun bugün de fitne uyandırmaya ne kadar müsaid olduğunu ayrıca izaha gerek yok.. Bunu müslüman halkımız, ağır bedelleriyle ve dayanılmaz acılarıyla on yıllar boyu derinden yaşadı. Böyleyken, birileri müslüman halkımıza ve müslümanlarla birlikte yaşamaktan bir korkusu olmayan gayrimuslim unsurlara bile yeni travmalar yaşatmaktan meded umuyor olmalı.. Nitekim, CHP’nin eski lideri Deniz Baykal da 28 Mart günü Kayseri’den yaptığı konuşmada, ‘türk kavmine şirk koşulmaması gerektiği’ni ‘ihtar’ (!) ile bir tuhaf ‘tevhid’ anlayışını da ortaya koymuş..

Kocaeli MHP m.vekili Lütfi Türkkan da, HT’de, 28 Mart günü ‘türk’ü bir ırka indirmek, asıl faşizm budur!’ diyordu, bir ırkı yüceltmenin daniska örneğini vererek.. Halbuki, bu coğrafyada asırlardır, türk kavmi de vardı, diğer kavimler de..

Ama, halk arasında gizliden gizliye yayılmaya çalışılan ve mâsum bir itiraz gibi gösterilmeye çalışılan bir yakınma cümlesi, nice müslümanların ağızlarında bile, ‘Yahu, türk olduğumuzu söylemekten utanır hale geleceğiz, neredeyse..’ gibi söylemlere dönüştürülmeye çalışılıyor.

Bunu söyleyenler görüşlerini türkçe olarak dile getirdiklerini bile hatırlamak istemiyorlar ve yaşadıkları ülkede ve toplumda herkesin kendileri gibi olduğunu sanıyorlar veya olmasını istiyorlar. Halbuki, bütün kavimler, ırklar, sünnetullah’ın bir gereğidir ve aklı başında bir müslümanın, herhangi bir kavmi, ırkı aşağılaması, yüceltmesi veya reddetmesi mümkün olmadığı gibi, bu kavimler ve fıtrî durumlar üzerine bir takım hayalî değerler iddia ve icad etmenin de bir mantığı yoktur. Çünkü, bütün insanların maddî cevheri aynı çamurdur. Hayattan çekildiğimizde de hiç kimsenin maddî bakıyyesi, temelde diğerininken daha farklı olmayacaktır.

*

Üstelik, Anadolu coğrafyasında bir kavme üstünlük veren bir iddiaya resmî beyanlarda yüzlerce yıl yer verilmemesine rağmen, son 100-150 yıl boyunca bir kutsal ideal kavram haline getirilmeye çalışılan ‘türk’ kelimesi, hele de son 100 yıl boyunca yığınla acılar, kopuşlar ve musîbetlerden başka bir şey getirmemişken..

*

Bizim bünyemize, hele de 150 yıldır ârız olan bir virus..

İlk kez 1860’larda Mekteb-i Harbiye’de, İslam öncesi türklerin tarihine dair, çoğu hayalî ya da doğu dünyasını derinlemesine ve ideolojik olarak yönlendirmeye çalışan emperyalist güçlerin elindeki araştırmacıların musteşriqlerin / şarqiyatçıların / oryantalistlerin iddiaları esas alınarak dersler okutulmaya başlanmıştı. (TSK’nın kuruluşunun 2000 (iki bin) bilmem kaçıncı yıldönümü olduğu iddialarıyla, hayalî bilgiler üzerine her yıl yapılmakta olan tuhaf ve görkemli kutlama törenlerini hatırlayalım.) Sonra, Jön-türkler ve İttihad ve Terakkî döneminde Kızılelma ve Ergenekon gibi masallarla süslenen türkçülük, turancılık ideallerinin, toplumumuzun türk olmayan müslüman unsurlarını bile, birbirinden nasıl kopardığını da unutmamak gerekiyor.

Devamlı papağanvarî, türk, fars veya arab diyenler karşılarında tabiatiyle mukabil ırkçı söylemlerin yükseleceğini baştan kabul etmeliydiler.

Hele Anadolu coğrafyası gibi, kürd kavminden milyonlarca insanın da yaşadığı bir mekanlarda, bu gibi mukabil kavmiyetçi tepkilerin yükselmesi de kaçınılmaz olarak beklenmeliydi.

Bunca yaşananlara rağmen, hâlâ, ‘Bu devlet türk devletidir, Atatürk’ün kurduğu devlet ölçülerinden vazgeçilemez, başka ırk ve mezheblerden söz edilemez.’ mânâsını taşıyan bildirilerin yayınlanabilmesi, gelecek için umut karartıcıdır.

Ve açıktır ki, geçmişteki yüzlerce yıl boyunca, ‘türk’ kelimesine vurgu yapılmadığı halde, devletin, hükûmet eden kadroların resmî dili ve dolayısiyle, diğer unsurların / kavimlerin de resmî işlemlerdeki dili genelde asırlarca türkçe idi. İnsanların / toplumların kavmiyetini belirleyen en objektif ölçü anadilidir. İnsanlar türkçe konuşuyorsa türk kavmindendirler, kürdçe konuşuyor kürd kavminden veya diğer dilleri konuşanlar da o kavimlerden.. Ama, devlet yönetiminde pratiklik açısından tercih edilen bir dile bakarak, o dili konuşan kavmin üstünlük veya egemenlik hakkı bulunduğu gibi bir anlayışı dayatmaya kalkışmanın ne gibi bir mantığı vardır? Nitekim, Selçuklu-Osmanlı toplumlarında türkçe ve farsça en etkin dillerdendi, ama herkes türk veya fars kavminden değildi.

*

Sünnetullah’ın şu ezelî ve ebedî gerçeğini tekrar hatırlamak gerekiyor.

Bütün kavimler ve diller hikmet-i ilâhî gereğince varolmuşlardır. Bunun dışında, hiç bir kavmin tarihteki kökleri de, üç bin yıldan daha ileri geçemiyor. Hem, farz-ı muhal, daha ileri gidilebilse n’olur ki? İllâ da tarihteki, binlerce yıl gerideki kökleri bulmakta bir fazîlet aranmak istenirse, insanları birbirine düşman değil, kardeş yapacak bir yere varmayı hedef edinmek ve bunun için de Hz. Âdem ve Havva’dan, aynı ana -babadan gelindiğini kabul etmek akıl kârı değil midir?

Hiç bir kavim, diğerinden ne üstündür, ne de düşkün.. Bize asıl ölçüyü Kur’an vermektedir, ‘Sizin en üstün olanınız, Allah’dan en çok sakınanızdır..’ meâlindeki ‘İnne ekremekum indallahi etqâkum..’ âyetiyle..

İnsanlar, doğdukları zaman ve mekanı, aileyi, sosyal kesimi, kendileri seçmiyorlar. Bu bazılarına göre, bir aqıdevî mes’eledir; bazılarına göre de sonu gelmez felsefî bir tartışma konusudur. Günümüz dünyasında, insanların/ toplumların bir coğrafyaya veya bir coğrafyanın bir ırka, kavme nisbetle tarif edildiği, birçok coğrafyaların belli ırkların, kavimlerin isimleriyle anıldığı bir vakıadır.

Ama, İslam gibi dünyayı kendi ölçülerine göre tanzim etmek iddiasında olan cihanşumûl bir dinin bağlılarının, kendi ölçülerini temel alması gerekmez mi?

Bu açıdan bakıldığında.. İnancımıza göre, dünya temelde, ‘Dâr-ul’İslâm’ ve ‘Dâr-ul’Harb’ diye ikiye ayrılır. Dâr-ul’İslam, İslam’ın hâkim ve hükûmet olduğu ve müslümanların -ve müslümanlarla birlikte yaşamayı kabullenen gayrimuslimlerin- yaşadığı coğrafyalardır. ‘Dâr-ul’Harb’ ise, İslam-dışı güç ve sistemlerin hâkim olduğu, hükûmet ettiği yerlere verilen genel isimdir ki, bu tariflerde daha alt isimlendirmelere gidildiği de bir ayrı vakıadır.

İslam’ın bize verdiği bu temel dünya görüşü varken, hele de müslümanların yaşadığı coğrafyaların belli kavimlere mahsus olarak isimlendirilmesinin ortaya bir takım fitneleri çıkaracağı nasıl düşünülmez? Haydi, bir mıntıkada yaşayan insanların diline, rengine, tipine göre bir takım isimlendirmeler yapılsa bile.. Hele de, bir devletin, bir sosyal üst yapı kurumunun, sosyal hayatı tanzim eden bir üst otoritenin bir kavme, bir sosyal sınıfa, bir hanedana, vs.’ye nisbet edilmesinin içinde ne büyük fitneler taşıdığını anlatmaya ayrıca gerek yoktur. Bir devlet’in bir ırk, bir kavim adına olması, o ırk veya kavim dışındakilerin dışlanması mânâsı taşımaz mı ve o zaman da bir sosyal bünyenin içindeki rahatsızlığı otomatik olarak tahrik etmez mi? Ki, sadece bir ülke içindeki belli kesimlerin değil, bütün dünyadaki insanların, sırf kavimlerine, renklerine, sosyal konumlarına göre yüceltilmesi veya aşağılanmasının insanî olmadığı açıktır. Çünkü, bütün mükevvenât Allah’ındır ve renkleriyle, dilleriyle, kavimleriyle bütün insanlar da onun kullarıdır.

Hz. Peygamber (S) de, ‘Hepiniz Benî Âdem’siniz, Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır..’  buyurmuş ve ‘Arab’ın arab olmayana, arab olmayanın arab’a üstünlüğünün asla sözkonusu olamıyacağını’  bir arab toplumu mesajının ilk muhatablarına 14 asır önce bildirmiştir.

Hz. Selman’a, kendisine ‘Selman-ı Farsî (Fars/ Farslı /İran’lı Selman)’ dediklerinde, ‘Beni bir coğrafyaya, bir kavme nisbet etmeyin, beni İslam’a nisbet edin, Selman bin İslam / İslamoğlu Selman deyiniz..’ demiştir.

Bu kadar yüce insanî değerlere sahib bir İslam Milleti’nin muhtelif kavimlerden oluşan mensublarının, bugün bir takım coğrafyacılık, vatancılık ve kavmiyetçilik, kabile veya aşiretçilik anlayışlarıyla, hakk olanı değil, menfaati ve sahte değerleri öncelemesi, bir akıl ve inanç tutulması olsa gerek..

(Yanlış anlaşılmaması için, bu satırların sahibinin kürd kavminden olmadığını bilhassa belirtmeliyim. Anadili olarak türkçeden başka bir dil bilmediğine göre, türk kavminden olması da fevkalâde mümkündür. Ama, hepsinden öte, Benî Âdem olarak nitelenmeyi tercih eder.)

*

Çanakkale ve de Ahmed Hâşim’in gönlüne oturan melâl..

Bu vesileyle yeri gelmişken, 100 yıl öncelerdeki bir korkunç ayrımcılıktan söz edelim.

Gerçekte, sırf M. Kemal’in de yer alması ve sivrilmesine vesile olması açısından daha bir yaldızlanan ve gerçekte ise, M. Kemal ve emsali yüzlerce Osmanlı subayının değil, ingiliz ve alman generallerinin harb san’atındaki hünerlerini sergiledikleri ve amma bugün âdetâ bir ‘ulusal kutsallık kaynağı’ haline getirilmek istenen Çanakkale deniz muharebeleri ve Çanakkale’nin geçilmezliği üzerine nutuklar bu son günlerde daha bir ayyuka çıkmışken..

İşte o sırada, İttihadçılar’ın da, Çanakkale’nin bir büyük zafer olarak sunulması için edib ve şairlerden oluşan bir hey’et oluşturduğuna şahid olunuyor, tarihte.. Amma, hey’etin içinde türk kavminden olmayan yazar ve şairlere yer verilmemesine dikkat ediliyor; Çanakkale savaşlarının en güzel şiirlerini yazan bir Mehmed Âkif’in arnavud kavminden bir müslüman olduğu bile hatırlanmaksızın..

Ve o sırada, Bağdad doğumlu ve arab kavminden olan Osmanlı vatandaşı şâir Ahmed Hâşim de, bir levazım subayı olarak, bizzat Çanakkale cebhesinde askerlik yapmaktadır. Ama, o, arab kavminden olduğu için, topluma İttihadçıların şırıngalamak istedikleri yeni heyecanı iyice yansıtamıyacağı düşünülerek onun hiç görüşü sorulmaz.

Dahası, Diyarbekir’li bir kürd olması hasebiyle Süleyman Nazîf de, sözkonusu hey’ete alınmaz. (Büyük türkçü Ziya Gökalp’in de Diyarbekir’li bir kürd olması bir ayrı ilginç durumdur. Traji-komik çelişkiler yumağı..)

Savaş sonrasında ise.. Herkes bir şey yazdığı halde, Ahmed Hâşim hiç bir şey yazmaz.

Aralarında Yâkub Kadri’nin ’Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’ (sh. 122)’ de yazdığına göre, bir edibler heyeti, Hâşim’le görüşmeye giderler. Yâkub Kadri, ‘...Çanakkale’den döndüğünü haber aldığımız bir gün, harbin bu en mehâbetli, en heyecan verici cebhesine dair bize kimbilir ne destanî bir levha çizecektir..’ diye hepimiz onu dinlemeye koşmuştuk...’ der. Ama, Hâşim çok önemsiz bir kaç hatıra ve savaş alanlarında askerler arasında görülebilecek bazı komik durumları anlatır. Yâkub Kadri ve yanındakiler dayanamaz ve ‘Canım, Çanakkale’de gördüklerin bundan mı ibaret?’ diye sorarlar.

Sonrasını Yâkub Kadri’ye bırakalım: ‘Yok der, Hâşim.. Bir de düşman bombardımanlarının havada patiska çarşafın yırtılışını andıran sesleri vardı..’ Ve gözlerinin ucuyla gülümseyerek ilave etmişti: ‘Benden kahramanlık neşîdesi mi bekliyordunuz? Onu da her şey olup bittikten sonra izzet ve ikram ile Çanakkale’ye davet edilen şairlerden dinlersiniz. Şimdi burada sizinle konuşan, sadece ihtiyat zâbiti Hâşim Efendi’dir.’

Yâkub Kadri bu durumu izah ederken şöyle der: ‘Ahmed Hâşim’’in bu sözlerinde acı bir sitem hissetmemek mümkün değildi. Öyle ya, hükûmet harbin devamı müddetince top seslerini ancak uzaktan uzağa işitmiş bir takım şair ve yazarları zafer destanları yazsınlar diye Çanakkale’ye gönderirken, aynı vazifeyi bu zaferin ne bahasına kazanıldığını tâ içinden görmüş ve ateş hatlarının nice tehlikeli saatlerini bizzat yaşamış olan Ahmed Hâşim adında bir şaire de vermek kimsenin hatırından geçmemişti. Belki geçmişti de, onun Bağdadlı, yani arab oluşu yüzünden, çoğunu türkçü ve milliyetçilerin teşkil ettiği o heyete katılması münasib görülmemişti. Nitekim, Süleyman Nazif de Namık Kemal tarzında vatansever bir büyük yazar olduğu halde, türkçü ve milliyetçi vasıflarını taşımadığı için, Çanakkale’yi ziyarete davet edilmemişti ve bundan dolayı gerek hükûmet erkanına, gerek Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya karşı ateş püskürüyordu. Ahmed Hâşim ise duyduğu öfke, alaycı takınmakla örtmeye çalışıyordu. Ama, içini nasıl bir kurdun kemirdiğini ben biliyordum.’

*

Evet, alınız size, bir müslüman toplum arasında insanlar arasında kavmiyet bağlarına göre ayırım yapmanın 100 yıl öncelerdeki yürek parçalayıcı bir tablosu..

‘Aynı trajik durumlara tekrar düşülmek istenmiyorsa..’ deyip, neyin, nasıl yapılması gerektiğinin müslümanca düşünülmesini vicdan ve idrak sahiblerine havale edelim.

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum