1. YAZARLAR

  2. M. Şükrü Hanioğlu

  3. Mahalle baskısı ve erken cumhuriyet ideolojisi -2
M. Şükrü Hanioğlu

M. Şükrü Hanioğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Mahalle baskısı ve erken cumhuriyet ideolojisi -2

06 Haziran 2008 Cuma 02:23A+A-

Dün bahsettiğimiz kültür çatışmasının varlığına rağmen Tanzimat, Cumhuriyet'in kendisine yönelik en büyük eleştirisi olan ikili (dualist) yapısı sayesinde bir yurttaşlık dini yaratılması gayretlerini oldukça düşük seviyede tutmakla beraber "iyi, doğru, güzel ve hakkaniyete uygun" gibi değerlere İslâmî referanslarla yaklaşabiliyordu.

Dine karşı oldukça sert tavırlar alan İkinci Meşrutiyet Garpçılarının da en önemli meselesi dinin yer almayacağı geleceğin toplumunda (bu düşünce on dokuzuncu asır sonunda tüm dünyada yaygın bir entelektüel kanaat idi) onun yerine geçecek bir felsefe oluşturmaktı. Zannedilenin tersine, Osmanlı materyalist hareketinin önde gelen isimleri kendilerini çok etkileyen Ludwig Büchner ve Alman vülger materyalizminin temel tezi olan "dinin olmayacağı gelecek toplumunda bilimin kendi felsefesini yaratacağı" tezine katılmıyorlardı. Naturphilosophie de dahil her türlü felsefeyi şarlatanlık olarak gören Büchner'in her konunun bilimle açıklanabildiği, şüphenin var olmadığı toplumda felsefesizliğin felsefe olacağı fikrine karşı, Osmanlı materyalistleri bir felsefenin gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Her şeyin madde olduğunu söylemek bilimsel olarak tatmin edici olabilirdi; ama bu felsefî açıdan ciddî sorunları beraberinde getiren bir yaklaşımdı. Nitekim, Beşir Fu'ad Bey, Büchner'in temel tezlerine katılmakla birlikte, pozitivizmin söz konusu felsefî boşluğu dolduracağını düşünüyor, Baha Tevfik Bey dört elle Ernst Haeckel'in Monizm'ine sarılıyor, Dr. Abdullah Cevdet Bey ise daha da ileri giderek Büchner'in fikirlerini, Maine de Biran'dan Bergson'a ulaşan ahlâkçı ve ruhçu bir felsefî çizgiye yerleştirilebilmesi mümkün Jean-Marie Guyau'nun temel tezleriyle bağdaştırmaya çalışıyordu. Guyau, Esquisse d'une morale sans obligation, ni sanction (Vecibesiz ve Müeyyidesiz Bir Ahlâkın İcmâli) ve L'irréligion de l'avenir (İstikbâlin Din Yokluğu) başlıklı çalışmalarında geleceğin toplumunda dinin ortadan kalkması sonrasında yaşanacak sorunları ele alıyor ve "dinsizliğin" toplum için yararlı olmadığını savunarak, her türlü vecibe ve müeyyideden âzâde, bireyi felsefî anlamda dindar kılacak bir ahlâk yaratılmasının gerekliliğine işaret ediyordu. Bu çalışmaları Türkçeye tercüme eden Abdullah Cevdet Bey de Osmanlı/Türk entelektüellerinin temel vazifesinin bu olduğuna inanıyordu. Kendisinin İslâm'ın bir din olarak gereksizliğine inanmasına karşın onun geleceğin ahlâkının yaratılmasında ciddî bir dayanak olacağını düşünmesi ilginçtir. Bu amaçla kaleme aldığı Fünûn ve Felsefe ve Felsefe Sânihaları adlı çalışması Osmanlı materyalistlerinin hem bu alandaki çabalarını ne kadar derinleştirdiklerini ve hem de idealizmi ne denli içselleştirdiklerini ortaya koyması bakımından gösterilebilecek en ilginç misâllerden birisidir. Meselâ Abdullah Cevdet Bey gerçek materyalizmin, en aşırı boyutuyla, bireylerin ölümden sonra maddî zevklerle mükâfatlandırılacaklarını, yeniden ete kemiğe bürüneceklerini savunan dinlerde mevcut olduğunu, buna karşılık önerdiği felsefî dindarlığın daha idealist olduğunu iddia ediyordu.

Cumhuriyet modernleşme projesi ve topluma nüfûzu

ardin'in Cumhuriyet Modernleşme Projesi'nin topluma nüfûz ve benimsenme alanındaki nisbî başarısızlığının temel nedeninin ideolojik sığlık olduğu görüşüne katılmamak mümkün değildir. Vülger olarak yaftalanan bir ideolojinin daha da sulandırılan şekliyle, Toynbee'nin övgülerine karşılık, oldukça popüler eserler ortaya koyan ve dünyanın ihtilâllerle değil eğitimle kurtarılabileceği dışında bir mesajı olmayan Herbert Goerge Wells'in tarih anlayışına ve Gustave Le Bon seçkinciliğine dayanan, Türk Tarih ve Dil tezlerini merkezine yerleştiren bir ideoloji için gerek üretildiği dönem açısından, gerekse de genel olarak değerlendirildiğinde bunun ötesine giden bir yorum yapabilmek oldukça zordur.

Ancak meseleyi sadece bu sığlığa indirgeyerek onunla açıklamaya çalışmak fazla da anlamlı değildir. Buna ek olarak erken Cumhuriyet ideolojisi topluma nüfûz alanında üç temel sorunla karşılaşmıştır. Şiddetle eleştirdiği Tanzimat sonrası ikiliğinin yerine "yeni"nin tekelini savunan bu ideoloji değerlere İslâmî ve geleneksel referanslarla ulaşabilme imkânından neredeyse yoksun kalmıştır. Adalet ile mülk, vergi ile kutsallık arasında kurulmaya çalışılan bağlantılar, "şeriatın kestiği parmağın acımayacağı" benzeri atıflar ise bu alanda yetersiz kalmışlardır. Tanzimat ricâli ve kendilerini takip eden İttihatçılar benzeri modernleşme taraftarları ihtiyaç duyduklarında Meşihat'ı devreye sokabilirken, Diyanet İşleri bu konuda Cumhuriyet'e oldukça zayıf bir destek sağlayabilmiştir. İkinci olarak yeni rejimin yurttaşlık (civic) dini yaratılması alanındaki çabaları toplumun derin tabakalarına nüfûz edememiştir. Mustafa Kemal'in, Âfet İnan tarafından 1931 yılında yayınlanan Vatandaş İçin Medenî Bilgiler kitabının gerçek yazarı olması, Cumhuriyet'in kurucusunun konunun ehemmiyetini kavradığını gösterir. Ancak günümüzdeki resimden yola çıkarak bu alanda ortaya konan çabaların yeterli olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Yaratılan yurttaşlık dininin, din ile ilişkisinin sorunlu ise nüfûzun sınırlı kalmasının önemli bir nedeni olmuştur. Günümüzde "Alo Fetva" hatlarında yaşanan yoğunluk bu sınırlılığın ilginç yansımalarından birisidir. Bunun nedeninin ise Cumhuriyet'in devraldığı mirâs ve İslâmiyet'in kendine özgü hususiyetleriyle, toplumda salmış olduğu derin köklerden kaynaklandığını söylemek pek de yanlış olmaz. Halbuki, Amerika misâlinde görüldüğü gibi Virginia Company (1609) ve Kolonisi'ne kadar geri götürülebilecek, dine karşı tavır almayan ama seküler ve "yurttaşlık" temeline dayalı "civic" dinler yaratmaya çalışan ideolojiler topluma çok daha fazla nüfûz edebilmişlerdir. Cumhuriyet tecrübesine benzer misâlleri ele alacak olursak meselâ Şintoizm gibi aslında bir "milliyetçilik dini" olan ve Japonların tüm dünyada eşi bulunmayan bir halk olduğu, İmparatorun bu çerçevede kutsallığını savunan bir "yurttaşlık dini" 1868 sonrasında topluma ciddî biçimde nüfûz sağlayabilmiş, Budizm gibi pasifist bir dine karşın bireyleri "kutsal savaş"lar yapmaya ikna edebilmiştir. Ancak benzer kavramsallaştırmalar yapan erken Cumhuriyet ideolojisinin, asırlarca İslâmî değerlerle belirlenen bir ideolojiyle yönetilmiş, 1839 sonrasında ise ikili yapısına karşın bu değerleri referans olarak kullanmayı sürdürmüş bir yapının mirasçısı olduğu unutulmamalıdır.

Üçüncü ve belki de en mühim sorun ise Cumhuriyet ideolojisinin fazlasıyla etkilendiği İkinci Meşrutiyet Garpçılığı'nın tersine Alman vülger materyalizminin temel tezinin doğruluğuna duyduğu kuvvetli inançtan kaynaklanmıştır. Bilimin kendi ahlâkını yaratacağı, bunun dışında bir felsefeye gerek olmadığı fikri, yaygın kabule mazhar bir yurttaşlık dini de yaratamayan bir toplumda önemli bir boşluk yaratmıştır. Hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğu anlamlı bir tezdir; ama bunun her türlü toplumsal sorunun ilacı olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir. Benzeri şekilde yaşam tarzının bir dizi alt değeri de kapsayan bir "üst değer" olduğu fikri de toplumsal değişim yaratma alanında ciddî sıkıntılar yaratabilir.

Günümüz toplumu, erken Cumhuriyet ideolojisi ve değerler

unların da ötesinde erken Cumhuriyet ideolojisinin otoriter niteliği ve ideolojik tekelciliği kendisine bir yandan temel tezlerini topluma benimsettirme konusunda faydalar temin ederken diğer yandan da ciddî tepkilerle karşılaşmasına neden olmuştur. Toplumsal hayatın her alanını, insanlığın tarih ve geleceğini açıklamaya çalışan, derin tarihî, sosyolojik ve iktisadî tahlillerin ürünü olan Marksist ideolojinin değişik ülkelerde tekelci yolla benimsettirilmesinde karşılaşılan güçlükler sorunun bu boyutunun ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Buna karşın, Cumhuriyet ideolojisinin topluma en ufak bir etkisinin olmadığını savunmak da hatalı olur. Böylesi bir tez ancak son dönem Osmanlı toplumu hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmamakla ortaya konulabilir.

Günümüzde yaşadığımız sorun oldukça derindir ve "mahalle baskısı" benzeri bir kavramsallaştırmayla açıklanabilmesi de zordur. Erken Cumhuriyet ideolojisinin değişik adlarla güncel koşullara uyarlanarak yeniden üretilmesi ve bu ideolojinin tüm toplumca benimsenmesinin gerekliliğinin vurgulanması bir yandan toplumun bir ideal olarak benimsediği çoğulculukla çatışmakta, öte yandan ise yirminci asrın ilk yarısının ürünü olan bir kavramsallaştırma bütünü ile yirmi birinci asır toplumunun sorunlarına çözüm aranılması benzeri bir açmazla karşılaşmaktadır. Profesör Mardin'in vurguladığı gibi bu ideolojinin meselâ Marksizm benzeri bir derinliğinin olmaması onun günümüzde anlamlı bir ideolojik çerçeve olarak kullanılmasını daha da zorlaştırmaktadır. Nitekim ona böylesi bir derinlik kazandırmaya çalışan iki girişim de başarılı olamamışlardır. Bu ideolojiyi Marksist iktisat temelli bir sol inkılâpçılığa dönüştürmek isteyen Kadro hareketi bizzat Cumhuriyet liderleri tarafından engellenmiş; Recep Peker, Kâzım Nâmi Duru gibi CHP önde gelenleri tarafından onu bir yandan Léon Bourgeois'nın tesanütçülüğüne, öte yandan da dinin yerini alacak Türk Tarih tezine dayalı Türk milliyetçiliğine eklemleştirmeye çalışan Ülkü hareketi de fazla yol alamamıştır. Benzer çabaların günümüzde çok daha ciddî sorunlarla karşılaşmaları fazla şaşırtıcı değildir.

Bu sorunun günümüzde lâikliğin bir din haline getirilmesi ve "lâik birey" yaratılmasıyla halledilebileceği tezinin de benzeri bir sığlıkla malûl olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Bu tür bireyin hayat tarzı sınırları dışına çıkamayan, somut ötesine geçemeyen bir "din" ile "iyi, güzel, doğru, hakkaniyete uygun" benzeri değerlere ulaşabileceğini düşünmek de ancak konunun önemini anlamamakla mümkün olabilir.

Türk toplumu böylesi soyut değerleri tanımlayabilme, onları günlük yaşamında karşılaştığı sorunlar çerçevesinde somutlaştırma alanında önemli sorunlar yaşamakta, bu alanda ciddî bir kültürel çatışma yaşamaktadır. Bu basit bir Cumhuriyet-Osmanlı mücadelesi değildir ve kökleri bir hayli eski tarihlere gitmektedir. Bu meseleye "yobazlık," "gericilik," "Cumhuriyet düşmanlığı," "bilim karşıtlığı" benzeri söylemlerle yaklaşılması ise onun hallini değil, anlaşılmasını dahi imkânsız kılar. Profesör Mardin böylesine ehemmiyeti haiz bir konuyu tartışmaya açarak Türk entelektüel hayatına yeni bir katkıda bulunmuştur. Bu yazıyı, kendisinin dediği gibi bu konuları tartışmanın ciddî bir kabahat olarak görülmesinden yanlış bir yaklaşım olamayacağını belirterek bitirmek ise herhalde anlamlı olur.

Zaman gazetesi

YAZIYA YORUM KAT