1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Liberalizm İdeoloji Değil midir?
Liberalizm İdeoloji Değil midir?

Liberalizm İdeoloji Değil midir?

​​​​​​​Sürekli büyümeyi hedefleyen ekonomik üretim-tüketim modeli, doğayı ve insanlığımızı tüketen büyüme amaçlı bu ekonomik modele ön açan veya ayak uyduran siyasi ve hukuki yöntem, herkesi içine çeker tarzda küresel cahiliyyeyi büyütmektedir.

25 Haziran 2017 Pazar 03:02A+A-

Hamza Türkmen / Haksöz Dergisi - Sayı: 266 - Mayıs 13

Küreselleşmeyi ve Batılı yaşam tarzını ifade eden “modernizm”, özgürlükler ve insan hakları mücadelesinin mi yoksa Sanayi Devriminin mi bir sonucudur? Bu soru tarih felsefesiyle ve sömürgecilik tarihi ile iç içe geçen ideolojik bir tartışmayı celp etmektedir.

Sosyoloji disiplinini bile kendi verimliliğini güçlendirmek için teşvik edip kullanan Sanayi Devrimi ve sanayi kapitalizmi, sürekli büyümeyi önceleyen; tüketim ve üretim ilişkilerini de bu hedef doğrultusunda oluşturan; riba’ya (faize), kenz’e (stokçuluğa), ihtikâr’a (karaborsaya), israf ve sömürüye dayanan ekonomik-ideolojik bir mekanizmadır. Aynı zamanda sanayi, teknoloji ve iletişim devrimlerine dayanan kapitalizm, kendi ilerlemeci anlayışı içinde sağ, sol veya sosyal-demokrat yorum ve uygulamaları içinde 20. yüzyıldan bu yana bütün dünyaya yayılmış veya küreselleşmiş hegemonik bir bakış ve uygulamadır.

Kapitalizmin sağ ve sol yorumları 19. yüzyıldan bu yana “ekonomik liberalizm” ve “devlet sosyalizmi” olarak vücut bulsa da sosyalist uygulamanın başarısızlığı 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla tescillenmiş oldu. Fukuyama, sosyalizm karşısında ekonomik liberalizmin zaferini “tarihin sonu” olarak ilan edince tabii ki ideolojiler son bulmadı ve insanlık tarihindeki hak ve batıl mücadelesi silikleşmedi.

Coğrafyamızdaki garpzedelilik olarak bizi ilgilendiren iki durumdan bahsedebiliriz:

Birincisi, ümmet coğrafyasında Sanayi Devriminden bu yana vahiy temelli kendi ekonomik ve idari özgün modelimizi üretememekten kaynaklanan boşluğun, dün nasyonalizm veya materyalizm ile belirginleşen devletçi veya sosyalist eğilimlerle; bugün ise siyasi veya ekonomik alanda liberal eğilimlerle dolduruluyor olmasıdır.

İkincisi, Türkiye tevhidî uyanış sürecinden kopup İslami iddialarından vazgeçen eski “İslamcılar”ın, sol ve anarşist veya tekrara dönüşen gelenekçi ya da ulusalcı şablonlara saptığı gibi, Batılı paradigmanın ürettiği tarihselci ve liberal söylemlerin etkisi altına girmesidir.

Kısa Tarihçe

19. yüzyılda “nimet”i kaybetmiş veya nimetten uzaklaşmış olmanın şaşkınlığını ve çözümsüzlüğünü yaşadığımız ümmet coğrafyasında, ekonomik liberalizmin önü ilk defa siyasi liberalizmi teşvik eden 1839 Tanzimat Fermanı ile açıldı. Aynı zamanda Tanzimat Fermanı, Osmanlı laikleşmesini teşvik eden ilk resmi adımdı.

Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, Moro ve Girit’teki Yunan ulusçularının isyanını bastırma karşılığında Bilad-ı Şam yönetimini istedi; isteğine karşılık bulamayınca isyan etti. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa liderliğindeki Mısır ordusu Şam, Adana, Konya galibiyetleri akabinde payitahtın merkezi Kostantiniyye’ye doğru ilerlemekteydi. II. Mahmut, payitahtı koruyabilmek için Rus donanmasını Boğaz’daki Büyükdere limanına davet etti ve 30 bin Rus askeri de padişahı korumak üzere Beykoz’a çıkartıldı. Osmanlı üzerindeki inisiyatifini Rusya’ya kaptırmak istemeyen İngiltere, İskenderiye’de Mehmet Ali Paşa kuvvetlerine saldırdı ve yandaş olarak gördüğü Mustafa Reşit Paşa ile Mısır ordusu arasında 1833 Kütahya Antlaşmasını kotardı ve Mısırlı İbrahim Paşa’ya Adana Valiliği verildi.

İngiltere, II. Mahmut’un saltanatını koruyan çabasına karşılık olarak, İngiliz liberalizmine hizmet eden 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşmasını Osmanlı’ya imzalattı. Bu anlaşmaya göre İngiliz tüccarları gümrüklerde hiçbir rüsum ödemeden ve Osmanlı topraklarında da hiçbir vergiye tabi olmadan ticari faaliyet gösterebileceklerdi. İngiliz tüccarlarına verilen bu imtiyazlar, hem Osmanlı eşrafının tepkisini çekti hem de kurulu ekonomik düzeni alt-üst etmeye başladı. Bu sefer Bab-ı Âli’ye yapılan dış baskı sonucunda, hem İngiliz tüccarlarının hem onlara aracılık yapan gayrimüslimlerin hukuki haklarını korumaya matuf olarak 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edildi. Osmanlı’da siyasi şantajlarla önü açılan liberalizmi, daha sonra Üç Tarz-ı Siyaset’in yanına en fazla yakınlaştıran Prens Sabahattin oldu.

10. ve 11. yüzyıllarda Danişmendlilerin, 17. yüzyılda Kadızadelilerin araştırılması gereken çabalarını bir kenarda tutarak diyebiliriz ki, bilebildiğimiz kadarıyla Bilad-ı Rum tarihi içinde Müslümanların kamusal alanda en fazla belirginleşen Kur’ani esaslarla var olmaya, vahye tanıklık yapmaya çalıştıkları tarih kesiti, Türkiye’de 1985-1995 yılları arasındaki zaman dilimidir. Ancak Türkiye’de bahsettiğimiz tarihlerde hissedilir hale gelen tevhidî uyanış sürecinin yeniliğinden kaynaklanan zaafları ve en fazla da sünnetullahı veya mücadele merhalelerini gözetmeyen aceleciliği süreç içinde önemli kırılmalar oluşturdu ve 28 Şubat Kemalist Darbesi de bu kırıkların çözülüşlerini veya kopuşlarını hızlandırdı.

Türkiye Cumhuriyetinin banisi (!) Atatürk, 1923 İzmir İktisat Kongresinde “yabancı sermayeye hürmetkâr olunacağı”nı beyan etmiş ama demokrasi, insan hakları, özgürlükler konusunda alan açmaya çalışan siyasi liberalizme sırtını dönmüştü. Atatürk’ün, İttihad-ı İslam ideali ve hilafetin kurtarılması için Hindistan ve Mısır Müslümanlarından gelen yardım paralarının bir kısmı ile oluşturduğu Türkiye İş Bankası aracılığı ile verilen krediler ve çıkartılan kanun ve yönergelerle devlet eliyle zengin üretme ve ekonomik liberalizme adım atma teşebbüsü de gerek yeni türedi müteşebbislerin beceriksizliğini örtmek, gerek 1929 dünya ekonomik krizinin oluşturduğu dalgalardan korunmak için devletçi ekonominin ilanıyla akim kalmıştır. 1929’dan sonra “devletçilik” zırhına bürünülmüş, ayrıca hantal karma ekonomik model üretilmeye çalışılmıştır.

Teorik planda ancak 1960’lı yıllarda Forum ve Yeni Forum dergileriyle bir ucube olarak Kemalist liberallik üretilmeye çalışılmıştır. Bu ucube teori biraz daha teknik boyuta çekilerek en fazla 12 Eylül 1980 Darbe Sürecinde ekonominin yöneticisi Turgut Özal döneminde nefes alabilmiştir. İşte vahyî mücadelenin tertil ve merhale fıkhını henüz kavrama ve tanıklaştırma olgunluğuna ulaşamamış birçok tevhidî uyanış sürecinin üyesinden bazıları da kırılma ve kopmalarına liberalizm okuluna kayıt yaptırarak çözüm bulmaya çalışmışlardır.

Hangi Liberalizm Önceliklidir?

Liberal okullarda, liberal ilke ve kurumlar olarak belirtilen özelliklerin sıralaması bazı kere “serbest ticaret” bazen de “bireysel özgürlük” vurgusuyla başlamaktadır. Her iki vurguda da insan fıtratıyla ilgili yaklaşımlar olsa da vahyî temelden kopukluğun getirdiği ölçüsüzlükler karşımıza dikilir. Vurgulamada “birey, bireysel özgürlük, insan hakları” ön plana alındığında, liberallerin liberalizmi bir ideoloji veya dünya görüşü olarak değil, sadece doğa ve insan ilişkilerinde hayatı kolaylaştırıcı bir “yöntem” olarak ifade etmelerine rağmen, ontolojik ve epistemolojik telkinler ön plana çıkmaktadır.

Liberal teorisyenler ihtiyaçların giderilmesinde aklın mı duyguların mı belirleyici olduğu; ahlakın liberal ilkelerle bağının olup olmadığı; laiklik algısında Anglo Sakson tarzının mı, Fransız tarzının mı belirleyici olduğu konularını derinlemesine tartıştıklarında, “insanların değer yargılarıyla ilgilenmedikleri” iddiası da boşlukta kalmaktadır.

“Pazar ekonomisi” tartışmalarında ise, kazanma hırsı ile rekabet koşullarında hâkimiyet kurmaya çalışan sermayedarın faaliyetlerine ön açacak teorilere, dolayısıyla da akademisyen entelektüellere ihtiyaç vardır. İhtiyaçlara, ilke ve kurallardaki değişik önceliklere göre farklı liberalizm tanımları da üretilmektedir.

Genellikle liberal ilke ve kurumların tasnifi şöyle sıralanmaktadır: 1. Birey, bireysel özgürlük ve insan hakları, 2. Anayasacılık ve hukukun üstünlüğü, 3. Sınırlı devlet, 4. Tarafsız devlet, 5. Serbest ticaret (piyasa ekonomisi).

İslam ve liberalizm kavramlarının birbiriyle ilişkilendirilerek en fazla kullanıldığı tarihi dilim, iki yılı aşkın bir zamandır gündemimizde olan Ortadoğu Devrimleri süreci olmuştur. Ortadoğu’daki intifada süreci ile kurulu diktatörlük ve krallık rejimlerinin yıkılmasıyla oluşan boşluğu, giderek yönetsel ve sonra da ekonomik liberalizme devşirmeyi arzu eden ve bu potansiyeli devşirmek isteyen Batı ve Batılı medya, bu sürece “Arap Baharı” dedi. Arap Baharı ifadesini kullanan Batılı medyanın özlemi, aslında SSCB’ye karşı Prag Baharı ile yakalanamayan liberalleşmeyi ümmet coğrafyasında inşa etmek hülyası idi. Osmanlı döneminde Avrupa kapitalizminin taşeronluğunu yapan gayrimüslimler gibi; Tunus, Mısır ve benzeri ülkelerdeki Batıcı liberal küçük elitler de ABD ve AB’nin desteğini arkalarına alarak -kendi demokrasi ilkelerine aykırı olmasına rağmen- yukarıdan aşağıya bir yöntemle liberalizme kanal açacakları hülyasını yaşamlaştırmaya yöneldiler.

Türkiye’de ise liberalizm, Müslümanların gündemine 28 Şubat dayatması ve yasakları sürecinde siyasi düzlemdeki bazı eğilim benzerlikleri nedeniyle sızmış veya sokulmuştur. Aslında siyasi liberalizme sığınma şeklindeki teveccüh, daha ziyade 28 Şubat sürecinde vahyi tanıklık görevlerini ihmal eden Müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Daha sonra da açılan diyalog ortamlarında tarihselcilik tartışmaları bağlamında “Kur’an’ın bir şeriat kitabı değil, bir ahlak ve ibadet kitabı” olduğu vurguları arasında ekonomik liberalizmin evrenselliği tebliğ edilmeye başlanmıştır.

Liberalizmi ilk olarak Kilise despotizminin ve feodal yapının oluşturduğu Avrupa’daki toprak köleliğine ve engizisyon işkencelerine karşı fıtri bir isyanın özgürlük arayışı olarak değerlendirebiliriz. Liberalizm 14., 15., 16. yüzyıllarda Avrupa için özünü doğal hukuktan alan bir özgürlük arayışı idi. Bu özgürlük arayışı düşünce, can ve mal emniyeti açısından önem ifade ediyordu, anlamlıydı; ama ölçüleri beşeriydi. Çünkü sorumlu ilk insandan bu yana her türlü beşeri otoriteye ve sapkınlığa karşıtlığı ve fıtri özgürlüğü ifade eden “La İlahe İllallah” şiarının sahih vahyi ölçülerinden habersizdi.

Vahyi ölçülerle tanışmadan oluşan ve bazı kere hanif arayışla paralelleşen liberalizmin, bireyin özgürlüğü adına otoriteye karşı çıkması, individualist bir serüveni de tetikledi. Bu bireyci yaklaşım bencilliğini, varoluşçu ben-merkezci ululanmaya kadar getirdi. Liberalizm otorite konusunda devleti hedefe koymak konusunu öncelese de Mutlak Otorite’nin dünya işleri konusunda itikadi, siyasi, idari, ekonomik alanlarda ölçü bildirmesi konusunda da “Her türlü ideolojiden uzağız!” diye karşı çıkmaktadır. Ya da Müslümanlara hitabeden liberaller, İslam’a saygı sözleri arasında Kur’an ahkâmını tarihselcilik lafazanlığı içinde devre dışı bırakmaya çalışmaktadırlar.

Liberaller Müslüman Olabilir mi?

Liberalizm, Papalık-feodalite düzenine karşı bir özgürlük arayışıdır; ancak vahyi ölçüden kopukluğu liberalizmi Rönesans’a ve Aydınlanmaya bağımlı kılmıştır ve Aydınlanmadan devraldığı sözlükle konuşur hale getirmiştir. Bunun için de liberalizm “ilerlemecilik”in sancaktarlarındandır. Liberalizm, sosyalizm ve ulusalcılık gibi oluştuğu Avrupa ortamının (Occident) bir ürünüdür. Yani Batılı paradigmaya aittir. Bazen dehridir, bazen Hegelci veya ruhçudur, bazen diyalektik materyalisttir; ama çoğu zaman bilinemezci/agnostistiktir.

Tam bu eksende içerden veya dışarıdan muhataplarımızın “Liberaller Müslüman değil mi?” sorusuyla karşılaşabiliriz. Ayrıca “Ulusalcılar veya milliyetçiler Müslüman değil mi? Sosyalistler veya muhafazakârlar Müslüman değil mi?” sorularıyla da karşılaşabiliriz?

Eğer İslam bir kültüre, dar anlamda ibadi ritüellere veya ahlaka indirgenecek olursa, bu sorulara olumlu cevap verenler olabilir. Ama İslam’la özdeşlik ifade eden namaz/salât konusunu ele alsak bile bu soruların cevabı netleşecektir. Çünkü ilahi kelam Kur’an-ı Kerim’e göre, namaz insanı fahşadan alıkoyar. Bu hal de ister istemez bir inanç ve amel boyutuna işaret eder. Bütün ilahi dinlerin amacı ahiret hayatını kazandıracak tutarlı bir dünya hayatıdır. Çünkü dünya hayatındaki şirke, her türlü zulme, baskıya, adaletsizliğe ve azgınlığa karşı verilecek özgürlük ve kulluk mücadelesi sonucunda dünya imtihanımızı kazanıp ahiret için mutlu bir yol alabiliriz. Bu çerçeveden baktığımızda da Kur’an’ın ilahi bir dünya görüşü olduğunu, düşünsel ve amelî konularda da ölçü ve yöntem bildirdiğini kavrarız.

Kur’an’daki açık ifadeler (delaleti açık muhkem ayetler) bütünlüğünde İslam’ın itikat, ibadet, muamelat, ukûbat ve ahlak ölçüleri vazeden bütünsel bir din veya dünya görüşü olduğunu kavrayan insanlar âlim, şahit, muttaki, muslih ya da bu çizgiyi ifade eden içerik anlamında “İslamcı” olmak mükellefiyetindedirler. Ama Müslümanlar, bu özelliklere yönelecek kadar vahye olan aidiyetleri gelişmemiş de olsa “İslam’a teslim oldum!” diyen insanları dışlayamayacakları da Hucurat Suresinde gösterilmiştir. Bu bağlamda kendisine liberal diyen bir kişi aynı zamanda Müslüman olduğunu da söylüyor ve açıkça münafıklık yapmıyorsa Müslümanların ümmet dairesi içinde yer alır, kendisine adaletle davranılır; ama ıslah ve nasihatleşme ibadetinin de muhatabıdır. Müntehine Suresinde de gösterildiği gibi İslam’a fiilî saldırıda bulunmayan gayrimüslimlere de adaletle davranılır. Hz. Ömer döneminde Müslümanlara teslim olan Kudüs yönetimi bunun en çarpıcı örneklerindendir. Bu bağlamda da Müslümanların tarihini öncelikle saltanata yönelmiş iktidar/devlet merkezli değil de, ümmet merkezli bir okumaya tabi tutmak Kur’an bütünlüğü açısından daha tutarlıdır.

Liberalizm kendisini ortaya çıkartan tarihî-toplumsal şartlara aittir; içkinliği Batı paradigmasındadır. Siyasi liberalizmin de ekonomik liberalizmin de teorisyenleri özgürlük, demokrasi, insan hakları söylemine bağlı olarak kendi yönteminin dışındakilere de yaşama hakkı verir. Ancak liberaller muhataplarından, insan telakkilerini ve pazar anlayışlarını üst bir değer olarak kabul etmelerini isterler. Liberaller, ötekini dönüştürmeye yönelmeyen tutumlarıyla post-modern bir çizgi üzerindedirler. Dolayısıyla ötekinin de sadece öteki olarak konuşmasına mütehammil değillerdir. İşte bu tutumları da göreceliliği ilkeleştirmeye çalışan post-modern tutumlarının bir ifadesidir. Bunun içindir ki Mısır ve Tunus intifadalarının bileşenlerinden olan liberaller, demokrasi denilen idari mekanizmada İslamcılar hâkim çıkınca, devrim sürecini yeniden yazmaya kalkıştılar ve eski diktatör yandaşlarıyla birlikte Nahda’ya ve İhvan’a tavır aldılar, seçilmiş yöneticilerini diktatör ilan etme saçmalığına duçar oldular.

Nahda’nın ve İhvan’ın arkasında, uzun bir tarihî süreçten bu yana bedel ödeyerek gelmiş, La İlahe İllallah için de bedel ödemeye hazır şahsiyetlerden oluşan istişari bir cemaat ve onlara gönül vermiş milyonlar var. Tunus ve Mısır’da ayrıca tüm ümmet coğrafyasında liberallerin ve müttefiklerinin arkasında ise küresel kapitalizm ve coğrafyamızdaki işbirlikçileri var.

Bu tabloyu Suriye’de bütün çıplaklığı ile görmek mümkündür. SSCB’nin çöküşünden sonra Esed-Baas rejimi aşama aşama ekonomik liberalizme yaklaşmıştı. Ama Türkiye’deki Kemalist sistem gibi ucube bir demokrasi anlayışı söz konusuydu. Halk, Ortadoğu İntifada Süreci’ne bağlı olarak caddelere taşmış ve reform istemişti. Bu isteği siyasi liberalizm şablonuyla da paralelleştirebiliriz. Ama bu isteğe karşı küresel liberal akımlar kekeme kesildi. Demokrasiyi ve insan haklarını, bir tür emperyalizm çeşidi olarak kullanan Batılı devletler, Suriye Müslümanlarının reform taleplerine cevap vermedi. Çünkü onlara göre demokratik seçimler, Filistin’de HAMAS’a yaraması gibi İslamcı akımlara katkı sağlayacaktı. O zaman 19. yüzyılda Hindistan’da bilekleri kesilen 10 binlerce dokuma işçisi gibi katliamlarına göz yumulur ya da ezilenlerin ideoloğu Karl Marks gibi Batılı ilerlemeci değerler adına sessiz kalınabilirdi.

Liberaller, İslam’ın özgün ölçüleriyle kendilerine yönelen eleştirileri kırmak için, saltanat yönetimlerini “İslami devlet” modeli olarak öne çıkartmakta ve azınlık hakları konusunda saltanatçı, darbeci veya uluslaşmış yönetimlerin eleştirisini İslam’a hamlederek yapmaktadırlar. Oysa gerek Müslümanların kurumlarından bahsederken, gerek Müslümanlar derken hangi Müslümanlardan bahsedildiği öncelikle açıklanmalıdır.

20. ve 21. yüzyıla geldiğimizde ümmet coğrafyasında Müslümanlar denilince üç eğilimin öne çıktığı görülmeli, bir eğilimin tutumuna dayanılarak genelleme yapılmamalıdır. Avrupa toplumsal havzasına ait olan liberalizm ile sosyalizmin aynı paradigmanın ve Aydınlanmanın değerlerinden beslenmelerine rağmen, örnek verecek olursak mülkiyete bakışları tamamen farklıdır. Bu bağlamda tablo doğru okunmalı ve ekoller birbirine karıştırılmamalıdır.

İslami ekollerden “gelenekçi tutum” var kalabilmek için içe kapanmayı ve çoğu kere de sömürüye müsait olma halini ifade eder. “Modernist tutum” İslami olanı vahiy dışı ölçülerle sentezleyen bir faydacılığı ve öykünmeciliği ifade eder. “Islahatçı tutum” ise yaşanan sorunları vahyi ölçülerle tanımaya ve çözümlemeye çalışan vahyin tanıklığına yönelen çabalardır. Müslümanları, temel eğilimlerine göre değerlendirmemek; aynı zamanda da farklılıklarını artırarak birbirlerine düşmesini istemek oryantalist bir taktiktir. Müslümanlar, liberalizm başta olmak üzere ötekilerin soru ve eleştirilerini ıslah hareketlerinin tarihî birikimi ve perspektifleri doğrultusunda cevaplandırma bilincini yükselttikçe, ümmet dairesi içine ekilen fesat tohumlarını da ayıklayacaklardır.

Liberalizmin Tutarlılık Sorunu ve Ahlak

Vahiyle şereflenmeyen ama adalet-fıtri özgürlük peşinde olan kişiler için liberal eğilim, totalitarizmi ifade eden sosyalizmden, faşizmden, Kemalizm-şahlık-saltanat gibi diktatörlük rejimlerinden daha uygun gözükebilir. Bu konuyu Türkiye yargısının keyfiliğinden kaçarken coğrafyamızdaki devletlere veya eski Doğu Bloğu ülkelerine değil de siyasal liberalizme açık Avrupa veya Amerika’daki demokratik ülkelere sığınanların yaklaşımlarıyla test etmek mümkündür.

Ayrıca Osmanlıların büyük ölçüde Bizans toprak düzeninden devşirdikleri ve toprakta özel mülkiyete izin vermeyen, Avrupa’daki selflik sistemi gibi adeta toprak köleliğini hatırlatan Miri Arazi Sistemi, Hz. Ömer dönemindeki Irak arazileriyle ilgili icmaya ve mülkiyet hakkına ters bir uygulama olarak gözükmektedir. Bu şaz durumu İslam toprak sistemi olarak sunmak, Kur’an’ın mülk edinmeyi ve ticareti meşru gören nasslarıyla mutabık değildir. Mülkün sahibi Allah’tır ama mülk ve miras hakkı en azından bu dünya için irtifa/kullanma hakkı olarak insanlara aittir.

Faizin haram, ama ticaretin helal olduğunu bildiren ve malın tek elde toplanmasını istemeyen vahyi ölçü, ekonomik alanda da insanlığı liberalizm ve sosyalizm arasında ifrat ve tefrit kutuplarından arındırarak, eşyanın ve insanın tabiatına uygun bir yol gösterir. Yaratılmış olan insana Yaratıcı olan Allah mülkiyet ve pazar yolunu göstermekle beraber, mülkiyetin mutlak sahipliği ve kuralları konusunda da eğitir.

Benzerlikler ve farklılıklar açısından liberal eğilim, İslami ölçülerde kendine yakın unsurlar bulabilir; Müslümanlar da liberal uygulamalardan bazılarını İslami kurallara yakın bulabilir. Örneğin liberallerin özgürlük, insan hakları ve demokrasi talepleri, vahyi sınırları çiğnemediği ve emperyalist çıkarlar için maske olmadığı sürece fıtri haklarımız açısından imkânlıdır. Ama Guantanamo işkencehanesi ve son olarak da Suriye’deki katliamlar karşısında susan; Türkiye’deki 12 Eylül darbesini yapan paşalara “bizim çocuklar” diyen ve demokratik seçimleri İslami kimliği ile kazanan HAMAS’ı terörist ilan eden liberalizmin bütün çeşitleri, “ilerlemeci tarih algılarına” katkıda bulanan Kızılderili katliamları ve Hindistan sömürüsü hakkında da bedelli olarak günah çıkartmayı veya tövbe etmeyi göze alabilirler mi? Bu tarz değerlendirme ve özeleştiriler için tutarlı ölçü ve ilkelere sahip olmak gerekir.

İslam’ın “iyi” veya “doğru” tanımı, vahyin bildirimlerine göre evrensel veya cihanşümuldür. Liberalizme göre “doğru” olan her şey günün gereklerine dayanır ve “iyi” pratik fayda sağlıyorsa “doğru”dur. Örneğin sigara paketlerinin üzerine tıbbi tespitlerden sonra yazılan “Sigara, Öldürür!” yazısının doğru mu yanlış mı olduğunu, liberaller tıbbi tespitlere göre değil, yarar esasına göre değerlendirmektedirler.

Küresel ekonomik krizin giderilmesinde bireyler için kazanç yollarının önü açılırken, zararlar ise, kazanan kazanmayan tüm topluma ödettirilmektedir. Örneğin 2003 Irak işgalinin ABD’ye zararı 2 trilyon doları bulmuş ve bu zarar vergilerle kapatılmaya çalışılmıştır. Ama işgal sırasında Irak’tan çalınan petrolün tutarı da 2 trilyon dolara baliğ olmuştur; ama bu kazanç şirketlerin ve lobilerin kasasına akmıştır. Bu gelir ve külfet dağılımındaki dengesizlikte doğru ve adalet ölçüleri nasıl belirlenecektir?

Yaratıcısı ile ilişkisini askıya alan bir bencillik ve ululanma aldanışı içinde olanlar, ya “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye soran bir Firavunlaşma ve diktatörlük peşinde olacaktır; ya da hudut tanımaz bir özgürlük anlayışı içinde kendi benini her şeyin ölçüsü yapmaya başlayacaktır. Ayrıca liberaller arasında liberalizmin özgürlükler ve sınırlı devlet anlayışından tavizler verilmesine karşı çıkan bazı liberaller, teorik kurallarına bağlı kalmak ve tavizkârlardan kendilerini ayırt etmek amacıyla kendileri için “Libertenyenler” ismini kullanırlar. Libertenyenler eşitlik ve sınırsız özgürlük ilkesini ön plana çıkarttıkları için cinsel aykırılıklar konusunu da savunurlar.

20. yüzyılda liberalizmin özgürlük anlayışı siyasi ve ticari özgürlük anlayışından, “başka kimseye zararı olmadığı müddetçe” gerekçesiyle insan fıtratının sınırlarını zorlayan sınırsız özgürlük (emansipasyon) anlayışına düşmüştür. İçki ve esrar içme, homoseksüel ilişkileri meşrulaştırma, özgürlük adına insana emanet olarak verilen vücuduna zulüm ve işkence yapma tarzında hastalık boyutuna ulaşmıştır.

Liberalizmin yasalarından birisi de rekabeti ve rekabetçi kazancı teşvik eden “kendiliğinden doğan düzen” ve “görünmez el” teorisidir. Adam Smith’e göre insani faaliyetleri birbiriyle uyumlu hale getirdiğini söylediği bu teorik mekanizmalara göre, sermayedar kendi çıkarı için çalışırken istihdam alanı açar, farkında olmadan kamu yararına katkı sağlayan faaliyetler gerçekleştirir. “Görünmez el” teorisine göre zora dayalı gelir paylaşımına karşı (veya “Sâilin zenginlerin mallarında hakkı vardır.” ayetine karşı), bireysel menfaatten toplumsal yarar oluşacağı tezi, sadece tatlı-romantik kendiliğindenci bir tanımlamadır. Bu teze göre sermayedarın imkânları arttıkça fakirlerin de imkânları çoğalır. Yani lüks tüketim ve çöplükler çoğaldıkça, çöplük emekçilerine de iş çıkar.

Liberaller “azınlık hakları” bağlamında çoğunluğun kararını sınırlandırma yanlısıdırlar. Ki böylece elitlerden oluşan kendi varlıklarının ve hüküm güçlerinin inisiyatifini çoğunluk karşısında devam ettirmeye çalışırlar. Oysa AB’de azınlık konumundaki yeni vatandaşlara ve Müslüman cemaate karşı bu ilke tamamen tersine çalışmaktadır. Örneğin İngiliz Başbakanı Cameron’a ve Almanya Başbakanı Merkel’e göre azınlıkların kendi dillerini öğrenmeleri ve yasalarına saygılı olmaları yetmemekte; aynı zamanda “ortak değerlerde buluşmak” diye Batılı paradigmanın birikim ve değerlerine veya Judeo-Grek-Hıristiyan kültürüne sahip olmalılar diye azınlıklara hâkim olan ideoloji dayatılmaktadır. Liberallerin bu dayatma karşısındaki sessizliği, İngilizlerin Hindistanlıları sömürerek ve ezerek onları ileri bir tarihî vetireye ulaştıracağı beklentisiyle susan veya bu emperyal projeye destek veren Karl Marks’ın tutumuna benzemektedir. Avrupa eksenli paradigmanın liberal ve sosyalist özneleri açısından bu sessizliği ortak kılan neden, ilerlemeci tarih inancıdır.

Müslümanlarla diyalogu olan liberaller, Kur’an’ın bir hukuk ve nizam kitabı değil bir inanç ve ahlak kitabı olduğu tezini gündeme getirirler; ama kendilerinin ahlakla ilgili ortak bir zihin yapıları yoktur. Friedrich A. Von Hayek, Karl Popper gibi liberaller, ahlaki bir temelin zorunlu olmadığı çoğulculuğunu savunurken, liberalizmi David Hume’un agnostisizmine yakınlaştırır gibidirler. Sanki karşımızda bilinemezcilik ibadi bir form oluşturmaktadır. Liberalizme ahlaki temel arayanların bir kısmı ahlaka epistemolojik temel ararken, bir kısmı da ahlakı olgularda değil olguların bireyler üzerinde bıraktığı etkiler üzerinde durur. Ayrıca pragmatizmi destekleyen liberalizmin temsilcilerinden Stuart Mill’in yaklaşımları da gözetilerek liberalizm ile pragmatizm arasındaki akrabalık gözden kaçırılmamalıdır. Bu bağlamda liberalizmin, kişinin rableşmesine veya tağutlaşmasına tutarlı bir cevabının olmadığı da görülmelidir.

Liberalizm kendini ideolojiler-felsefeler üstü bir yöntem olarak takdim ederken ilerlemeci tarih algısı içinde dini, tahakkümcü bir yaklaşımla kendi belirler ve tasnifler. Kendilerine sadakat ahlakını geliştirmeye çalışırlar.

Liberalizm dine karşı iki tutum içindedir. Birinci tutumu Fransız liberalleri, ikinci tutumu İskoç veya Anglo-Sakson liberalleri temsil eder. Fransız liberalleri dinî inançlara karşı bireysel aklı özgürleştirmeye çalışır. Bu eğilimi sol kökenden gelen liberal Taraf gazetesi Türkiye’de güncellemektedir. Anglo-Sakson liberaller ise dine hürmet edip onu bir alt kimlik olarak ekonomik alanda faydalı hale getirmeye çalışır. Bu eğilimi Max Weber’in Protestan Ahlakı açıklayıcıdır. Ali Bulaç’ın Zaman gazetesindeki İslamcılık yazılarına karşı gazetenin Paris temsilcisi Emre Demir’in cevap mahiyetinde yazdığı ve Hizmet Cemaatinin stratejik açılımına dayanan cevabi yazısında da İskoç liberalizminin izleri ön plana çıkmıştır. 14 Ağustos 2012 tarihli yazıda ekonomik kalkınmanın kutsal bir uğraş olduğu, dinin de bu çabaya yardımcı olacağı gibi kalkınma gücü ile de dinin modern alanda varlık bulacağı belirtilmiştir.

İslam’ı, kültür olarak gören liberaller, Kur’an’ın evrenselliğini ve ed-din özelliğini sıradanlaştırabilmek için, oryantalist bir yaklaşımla Kur’an tarihselciliği yapanları arkalamaktadırlar.

Liberalizmin Sınırlılığı, İslam’ın Bütünlüğü

Liberallerin “dinî kültür” ile “ed-din” arasındaki farklılığı flulaştıran yaklaşımlarının oluşturacağı zihnî bulanıklığı gidermek için bir iki hatırlatmada bulunmalıyız.

Tutarlı bir Kur’an talebesi yaratılış ve evrenin mahiyeti (ontoloji) ile ilmin kaynağı (epistemoloji) konularına yaklaşırken fıtri arayış veya bu doğrultuda Kur’an’ın gösterdiği işaretler istikametinde şöyle hareket eder:

Yaratılışın seyri tesadüfî mi, yoksa bir yaratıcısı var mı? Yoksa bu konular bilinemez mi?

Evrendeki düzen hakkında tefekkür bizi bir düzen koyucu veya yaratıcı fikrine götürür mü?

Eğer evrenin ve hayatın bir yaratıcısı var ise, o güç bizi yarattı ve başıboş mu bıraktı?

“Uzaktan koşup gelen adam” gibi bir tebliğci veya şahit, bir gün bize Allah’ın sözü olan Kur’an’ı ulaştırır.

Kur’an bize gereğince takdim edildi ise ilk elde Kur’an’ın mesajından tahkik edilmemiş bir iman yerine, imana yönelten bir tahkik keyfiyeti ile karşı karşıya kaldığımızı anlarız. Mesela Nisa 82’de Rabbimiz çelişkisizliğine ikna olmamız için Kur’an’ı tahkik etmemiz (tedebbür), Sebe 46’da Rasulullah’ta cinnetten bir eser olmadığını muhakeme etmemiz, Fussilet 53’de Kur’an’ın hak olduğunu fıkıh etmek için afaktaki ve enfüsteki ayetlerin kavranması istenmektedir.

İtminan getirip yakini bir imanla bağlanılan Kur’an’ın nassları ise liberallerin ortaya koyduğu spekülasyonların saçmalığını gösterir. Âl-i İmran 7’de gösterildiği gibi Kur’an’da muhkem ve müteşabih ayetler ekseninde vahyî algımızın sabitelere ve değişkenlere dayandığı, dinde zorlamanın olmadığı, herkesin dininin kendisine ait olduğu, tebliğ ve ilişkide üslup güzelliği ve muhataplarımızdan güzel bir şekilde ayrılma ödevi, bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek anlamına geldiği, cihadın genel manasının insanlarla vahiy/hakikat arasındaki yasakları-barikatları kaldırmak olduğu, ‘kıtal’ın zorunlu şartlar altında ihya amaçlı istişari temelde verilecek bir hüküm olduğu gibi hüküm ve çıkartımlar İslam’ın adalet ve esenlik şiarlarıdır.

Bugün küresel kapitalizmin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. 1 Mayıs’ta “İşçi Bayramı” kutlanacak. İşçi bayramlarında sosyalist söylem de sosyalizme dinî elbise giydirmeye çalışan sol öykünmeci dindarlar da kapitalist sermaye gücü ve emperyalist kuşatma hakkında eski ezberlerini haykıracaklar ve liberalizmi, küresel kapitalizmin pisliklerini ABD’ye AB’ye hamletmekle yetineceklerdir. Oysa eski komünist şablonlardan vazgeçen Rusya da Çin de bugün ekonomik liberalizmi teşvik etmekte ve 19. yüzyıl kapitalizminin en ağır şartlarını kendi emekçilerine dayatmaktadırlar. Ama benzer koşullarda çalışan ABD’li işçi yüksek maaşı ile kapitalist işleyişin tamamlayıcı bir parçası olmayı kabul ederken, Çin’deki bir işçi aylık 80 veya 100 dolar maaşla kölelik şartlarını kabul etmek zorunda kalmaktadır. Liberallerin AB şartlarında kimlikleri asimile edilmeye çalışılan Müslümanların sorunları karşısındaki sükûtları, diktatörlük mantığı ile çalışan eski komünist yönetimlerin liberal ve karma ekonomik modelle sömürdüğü emekçiler hakkında da sosyalistlerin sükûtuna dönüşen bir ikiyüzlülüğü oluşturmaktadır.

Bugünkü reel ekonomik şartlar altında yaşanan pratik, piyasa ekonomisinin ve liberal ilkelerin işlevsellik açısından küresel bir pozisyona sahip olduğunu göstermektedir. Ama gerek sürekli büyümeyi hedefleyen ekonomik üretim-tüketim modeli, gerek doğayı ve insanlığımızı tüketen büyüme amaçlı bu ekonomik modele ön açan veya ayak uyduran siyasi ve hukuki yöntem algısı, herkesi içine çeker tarzda küresel cahiliyyeyi büyütmektedir.

Küresel cahilî girdaba karşı “Başka bir dünya mümkün!” çığlığı içinde bir arayış çağrısı yapan insanlar da ellerinde tuttukları değerler açısından bu cahilî girdaptan kopabilmiş değillerdir. Vahyî ölçülerden bihaber bu küreselleşme karşıtı eylemcilerden bazısı kanla, terle, sömürü ve katliamlarla oluşan büyümeden pay alamamayı öncelikli dert edinirken; bazısı da fıtri aykırılıkları gündemleştirmeye çalışan egemen özgürlük algısını yaygınlaştırabilmek için en uç liberallerle (liberteryenlerle) yarışmaktadır. Ama küresel sisteme karşıtlığı ifade eden bu çığlık içinde Batılı paradigmaya dayanan verili sistemi aşmaya çalışan ve fıtratla barışık bir adalet iklimine yönelen insanlar da söz konusu. Özellikle de adalet temelli bir değişimi talep edenler, ilahi mesajın “Ey nas!” hitabı için önemli muhataplardır. Dünya Sosyal Forumu çerçevesinde kendini tekrarlayan büyük yığınlar yanında kendini aşmaya çalışan fıtri adalet talepkârı unsurlar gelecek tasarımımızın muhataplarıdır.

Egemen cahilî sistemin haksız ve adaletsiz mekanizmalarına dikkat çekmek için 2012 Güz’ünde Türkiye’de gerçekleştirilen ve önce kendi coğrafyamızdaki devrimci veya reformist değişim süreci aktörlerine hitap eden Birinci İstanbul Küresel Forumu da bu bağlamda önemli bir teşebbüs olmuştur. Aslında “Başka bir dünya mümkün!” şiarı, en fazla bu şiarı fıtri ve vahyî ölçülere göre çözümleme kapasitesine sahip olan ve emanetler mevkiine gelmiş olan Müslümanlar eliyle işlevsellik sağlayabilir. Bu doğrultudaki yönelime Tunus, Mısır ve Türkiye pratiklerinde olduğu gibi, vesayet bakiyesiyle paralelleşme kirliliğine rağmen çoğu liberal öbeklerin niçin karşı çıktığı sorusu da, zaten içinde cevabını barındırmaktadır. Özellikle ümmet coğrafyasında Batıcı ilkelerle paralelleşen vesayet sistemlerine ve diktatörlüklere karşı başarı sağlayan Müslümanların ekonomik ve siyasi geleceğine yönelik İstanbul Küresel Forumunu veya benzerlerini, Müslümanların ortak ve üst değerleriyle işlevsel kılmak her Müslümanın ilgi alanında olmalıdır.

Bugün tevhid, adalet ve özgürlük istikametinde yükselen İslami uyanış, sünnetullah şartlarıyla daha fazla mutabık olarak güçlenmektedir. Son dönem ıslah önderlerimiz Cemaleddin Afgani’nin, Muhammed Abduh’un, Muhammed Reşid Rıza’nın, Babanzade Ahmet Naim’in, Elmalı Hamdi Yazır’ın, Hasan el-Benna’nın, Malik Bin Nebi’nin, Seyyid Kutub’un, Ebu’l Âla Mevdudi’nin, Takiyyuddin Nebhani’nin ve diğer tüm ıslah öncüleri ve hareketlerinin ektiği tohumlar, artık ümmet coğrafyasında başak vermeye başlıyor. Artık fıtratın ve vahyin dili öne çıkıyor ve sorumluluklarımız büyük bir sevinç yönelimiyle artıyor.

İnkıta evrelerinden sonra yükselen İslam’ın sesi geri geliyor. Bundan sonraki en önemli sorumluluğumuz, küresel cahiliyyenin kıskacında iç ve dış kuşatmaları aşacak tertil fıkhını ve çözümleyici dili yakalayabilmemizdir.

 

HABERE YORUM KAT

3 Yorum