1. HABERLER

  2. ETKİNLİK

  3. “Laik Cumhuriyette Kurucu ve Otoriter Modernleşme”
“Laik Cumhuriyette Kurucu ve Otoriter Modernleşme”

“Laik Cumhuriyette Kurucu ve Otoriter Modernleşme”

Bartın Özgür-Der’de bu hafta “Laik Cumhuriyette Kurucu ve Otoriter Modernleşme” konusu konuşuldu.

17 Ocak 2017 Salı 16:17A+A-

Rıdvan Şimşek ve Asım Özdemir’in sunumunu yaptıkları seminerde özetle şunlar ifade edildi:

Modernleşme sorununun Türkiye’de 19. yüzyıldan buyana tartışmaların merkezini teşkil ettiği söylenebilir. Modernleşme bir süreç olarak Batı Avrupa’da ortaya çıkmış ve oradan dünyanın bütün bölgelerini değişik derecelerde etkisi altına almıştı. Girdiği savaşlardaki kayıplar Osmanlıyı modernleşmenin çözüm olacağı fikrine dahil etmişti. 3. Selim ve 2. Mahmut dönemlerinde hayata geçirilen reformların birçoğunun "ilmiye zümresi"ne mensup kişilerce hazırlandığı, hatta bazen onlar tarafından hayata geçirildiği bilinir. Askeri ve teknik alanda yapılan düzenlemeler bir tarafa bırakılırsa, tıp eğitimi, fen bilimleri de dahil olmak üzere, gerek idari personel ve gerekse eğitim-öğretim elemanı olarak, Devletin eğitim-öğretim kurumlarının büyük çoğunluğunda (ekseriyet) ilmiye mensuplarının yer aldığı; temel eğitim ve geleneksel dini eğitim kurumlarının ise, tamamen zümrenin denetlemesinde olduğu bilinmektedir.

Bizde Batılılaşma, çoğu tarihçimiz tarafından, kısmen Tanzimat öncesine uzanan yönleri olsa da, esasen, Batı'da pozitivizmin ortaya çıkış ve yükseliş dönemiyle eşzamanlı olan Tanzimat’la birlikte başlatılır. Pozitivizm, birçok bakımdan, 19. yüzyılın ilk yarısında Aydınlanmanın önce Fransızlara özgü bir devamı olarak belirmiş, daha sonra tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Batı fikir dünyasıyla temasa geçtiğimiz sırada, öncelikle Batı’da o sırada hâkim olan Aydınlanmacı ve pozitivist karakterli epistemolojik ve politik düşünüş tarzıyla tanışmamız kaçınılmazdı. Osmanlı aydınları Batı felsefesiyle (ama özellikle Aydınlanma ve pozitivizmle) tanıştıklarında, onun karşısına İslâm felsefesinden veya başka bir kaynaktan hareketle geliştirilmiş bir felsefî/düşünsel alternatif çıkarma imkânından zaten yoksundular. Ve onlar bu durumda ancak Batı felsefesinin öğrencileri olabilirlerdi. Gerçekten de Osmanlı aydınları, büyük ölçüde Aydınlanmanın ve pozitivizmin, ama bunların (Prens Sabahattin ve birkaç yandaşı dışında) sadece bir versiyonunun, yani Fransız versiyonunun öğrencileri, hem de konuların ve sorunların derinliğine inemeyen, yüzeyde kalan öğrencileri oldular. Osmanlı aydınları Aydınlanmanın ve pozitivizmin epistemolojisiyle pek az ilgiliydiler. Onlar ilgilerini, hemen hemen tamamen, Aydınlanmanın ve pozitivizmin siyaset öğretisi üzerinde yoğunlaştırdılar. Osmanlının geleceği hiç de parlak görünmüyordu; devleti kurtarmak ve ona yeni bir “nizam" vermek gerekiyordu. Akılcı ve evrensel ilkelere göre kurulmuş bir “pozitif toplum” ütopyasının yön vermiş olduğu pozitivist siyaset öğretisi özellikle Jöntürkler’e pek cazip gelmişti. Comte’un “pozitif bilim”i, Fransız Devrimi’nin sloganlarının yaşama geçirilmesinde (hürriyet, müsavat, uhuvvet: özgürlük, eşitlik, kardeşlik) yol göstericiydi. Pozitivist tarih felsefesinin tespit ve vaat ettiği “ilerleme", devletin ve halkın “pozitif bilim”in uygulamaları için denek yapılması yoluyla sağlanacaktı. Buna göre, önce Batı’yı “ileri” kılan koşullar Osmanlı’da da yaratılacak ve Osmanlı’nın geleceği, o koşullar bir kez yaratıldıktan sonra, Batı ülkelerinin geleceğinden farksız olacaktı.

Akçuraoğlu Yusuf ve Ağaoğlu Ahmet’in ve özellikle Comte/Durkheim sosyolojisinin temsilcisi Ziya Gökalp’in ilgilerinin ise, diğerleri gibi sadece “pozitivist politika sistemi" ile sınırlı kalmadığını, çalışmalarında teorik/epistemolojik bir temellendirme kaygısının da öne çıktığı görülür. Bu dönemde İstanbul, İzmir ve Selanik’te, pozitivist ideallerde birleşmiş, çok sayıda fikir ve edebiyat dergisi yayımlanmış, bu kentler pozitivizmin ülkeye giriş kapıları olmuştu.

Birinci Meclisin (1920) tasfiyesinin ardından Mustafa Kemal önderliğindeki kadro Ankara’da yeni devletin temellerini Batıcı, modern ve laikliği esas alan karakterde atmış, 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmişti. Alınan kararın aceleci bir tavrı oluşu Milli Mücadele yıllarının önde gelen şahsiyetleri tarafından eleştirildi. Alınan karar, bağımsızlık savaşının bazı ünlü kişileri, Hüseyin Rauf. Ali Fuat (Cebesoy), Adnan (Adıvar), Refet (Bele) ve Kâzım (Karabekir) başkentte olmadıkları bir sırada alınmıştı. Bunlar İstanbul basınındaki mülakatlarda bu ilana öfkeyle tepki gösterdiler; bu kararı zamansız bulup, devleti bir cumhuriyet olarak adlandırmanın aslında özgürlük getirmediğini ve ister bir cumhuriyet yönetiminde olsun ister bir monarşi yöneliminde olsun asıl farklılığın istibdat ile demokrasi arasında olduğunu vurguladılar. Bu muhalif yapı karşımıza daha sonra muhalif bir partiyle önümüze çıkmaktadır. Hüseyin Rauf Bey’in çevresindeki 32 milletvekili partiden ayrıldı ve 17 Kasım’da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdu. Yeni parti beyannamesini ve programını yayınladığında, Batı Avrupa’ya has liberal nitelikte bir parti olduğu belli oldu. Çoğunluk partisi gibi laik ve milliyetçi politikalardan yanaydı, ancak onun köktenci, merkeziyetçi ve otoriter eğilimlerine açıkça karşı çıkıyordu. Bunun yerine, adem-i merkeziyetçiliği, güçler ayrımını ve devrimci değişimden çok evrimci değişimi savunuyordu.

Bu değişimin ardından Başvekil Fethi Bey istifa etti ve İsmet Bey Başvekil oldu.  Onun ilk işi meclisten Takrir-i Sükûn Kanununu geçirtmek oldu. Bu yasa iki yıllık bir süre için hükümete, kamu düzeninin bozulmasına yol açtığına hükmettiği bütün örgüt ya da yayınları idari tedbirlerle yasaklama yetkisi vermekteydi. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının aşırı esnek olması nedeniyle karşı çıktığı bu yasa, sadece güneydoğuda değil bütün ülkede geçerli olacaktı. Aynı zamanda, biri doğu vilayetleri biri ülkenin geri kalanı için olmak üzere yeniden iki İstiklâl Mahkemesi kuruluyordu. Siyasal sahnede tam hakimiyetin sağlanmasıyla Mustafa Kemal ve hükümeti yoğun bir reform programına girişti. İttihatçı dönemin de Kemalist dönemin de otoriter milliyetçi aşamaları, azınlık topluluklarının, ilkinde Ermenilerin İkincisinde Kürtlerin, acımasızca bastırmışlarına da sahne olmuştu. Bu şu izlenimi uyandırıyor ki, Jön Türk hareketinin bu her iki aşamasında, reform hızı daha yavaşlan olan bir demokratik sistemle, kökleri önlemler için daha çok olanağa sahip bir otoriter sistem arasında bir tercih durumu olduğunda, sonunda ikinci seçenek galip gelmekteydi, çünkü Jön Türkler için sonuçta önemli olan devletin güçlenmesi ve bekasıydı, demokrasi (veya “meşrutiyetçilik" ya da “ulusal egemenlik”) bu amaç için bir araçtı, amacın kendisi değildi.  (Zürcher, 1995)

Kemalist reformlar, 1913-1918 yıllarındaki reformlar gibi, toplumu laikleştirmeyi ve modernleştirmeyi amaçlıyordu. Eylül 1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldı ve Kasım ayında, Osmanlı beyefendisinin Sultan ikinci Mahmut’tan beri geleneksel başlığı olmuş olan fes yasaklandı ve yerini Batı tarzındaki şapka ya da kep aldı. Bu girişimler halkın inatçı direnişiyle karşılaştı. Tekke ve zaviyeler Müslümanların günlük yaşamında önemli bir rol oynamaktaydı ve şapkaya Hıristiyan Avrupa’nın bir simgesi gözüyle bakılıyordu. Bu direnişi bastırmada İstiklâl Mahkemeleri kendilerine düşen rolü oynadı. Takrir-i Sükûn Kanunu gereğince yaklaşık 7500 kişi tutuklandı ve 660 kişi idam edildi. 1926’nın ilk yarısında Avrupa takvimi, İsviçre medeni yasası ve Mussolini İtalyası'nın ceza yasası kabul edildi. Bankacılık kesimini yeniden yapılandıran bazı yasalar meclisten geçirildi ve ordu içinde kullanılması hariç (Bey, Efendi, Paşa gibi) resmî olmayan unvanların hepsi kaldırıldı. Bu girişimler, saltanat ve hilafetin kaldırılması ve cumhuriyetin ilanıyla birlikle, Kemalist reformların ilk dalgasını oluşturmaktaydı. Açıktır ki bunlar, hukuk ve eğitim sistemini epeyce laikleştirmiş olan Tanzimat ve İttihatçı reformların bir uzantısı idiler. Kemalistlerin yeni büyük girişimi aile hukukunun tam laikleştirilmesiydi; dini nikahın ve çokeşliliğin kaldırılmasıyla halkın günlük yaşamına müdahale edilmekteydi. Toplumun laikleştirilmesinde de çok daha ileri gidildi. Bu sürecin sonunda   1925-1945 arasında Kemalist Tek Parti Devleti kurulmuş oldu. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun Mart 1925’te ilanından itibaren Türkiye’nin yönetim biçimi, bir otoriter tek parti yönetimi, açıkçası, bir diktatörlük idi. 1931’deki parti kongresinde Türkiye’nin siyasal sistemi tek parti sistemi olarak resmen ilan edildi. 1930 yılı sonbaharında denenen ya da toplumda biriken gerilimi almak için kurulan Serbest Fırka denemesi de Türk toplumun nefes alma umuduyla büyük bir teveccüh bulması sebebiyle İktidar Elitlerini rahatsız etmiştir.  Bu deneme sonucunda 16 Kasım 1930’da parti kapatılır. Serbest Fırka olayının gün ışığına çıkarmış olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası yönetimine olan öfke ve muhalefetin derecesi, Mustafa Kemal ve yandaşları için kendilerini ayıltan bir deneme olmuştu. Bu andan itibaren İttihat ve Terakki döneminden beri ayakla kalmış bağımsız toplumsal ve kültürel örgütleri yasaklayıp, ülkenin tüm kültürel ve düşünsel yaşamını doğrudan kendi denetimleri altına alarak ülkedeki nüfuzlarını pekiştirdiler.

Hem basın hem eğitim kurumları Kemalist ideolojiyi yaymaya seferber edildi. Bunun doğurmuş olduğu boğucu siyasal ve entelektüel hava, geleneksel tarih yazıcılığında çok defa görmemezlikten gelinmiş olup gereken ilginin verilmesini beklemektedir. Bununla beraber şurası da belirtilmelidir ki, Kemalist önderler çok kişiye -çoğunlukla yazarlara, öğretmenlere, doktorlara ve diğer serbest meslek sahiplerine ve öğrencilere- kendi modern, laik, bağımsız bir Türkiye tasavvurunu aşıladılar. Bu dönemde güneydoğu Avrupa'nın hemen ölümünde ortaya çıkan (Portekiz'deki Salazar, İspanya’daki Franco ve Yunanistan’daki Metaxas yönelimleri gibi) öteki otoriter yönelim biçimlerine birçok bakımdan benzemekteydi. Ne var ki onlardan farklıydı, çünkü kültürel ve dinsel açıdan muhafazakâr değildi, aksine muhafazakâr şekilde dindar olan bir toplumda geniş kapsamlı kültürel bir devrime girişmiş bulunuyordu. Akdeniz'deki en önemli diktatörlük örneği olan faşist İtalya, Türk lider takımı için kuşkusuz önemliydi. İtalyan faşist rejimi ile Kemalistlerin rejimi arasında bazı benzerlikler bulunuyordu. Türkiye’deki Jön Türk rejimleri ise, ilgisiz bir topluma kendi siyasalarını yukarıdan zorla dayatmışlardı. Faşistlerin aksine Kemalistler, halkı, halkın kendi amaçları doğrultusunda büyük çaplı ya da daimi şekilde seferber etmeye hiç kalkışmadılar ihtiyatlı, savunmacı ve gerçekçi politikalarıdır. İsmet İnönü’nün politikaları ikinci dünya savaşı süresince sürdü ve demokrat partinin seçimlere girip çok partili seçim kanunun çıkışına kadar bu tek partili iktidar anlayışı Türkiye Cumhuriyeti tarihine damga vurmuştur.

Sürece bakıldığında Jöntürkler’in başını çektikleri Osmanlı pozitivizminin birçok yönden Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini göstermektedir. Kemalist pozitivistlerle Osmanlı pozitivistleri arasında, esasen, zihniyet farklılığı değil, siyasî çıkar ve amaç farklılıkları vardır. Jöntürk fikriyatı veya Osmanlı pozitivizmi ile Cumhuriyet pozitivizmi olarak Kemalizm arasında kopuşlardan çok, esasen bir süreklilik olduğu söylenebilir. Örneğin, Kemalizm de halkçılık, Rousseau’cu Cumhuriyetçilik anlayışına sıkı sıkıya bağlı bir biçimde, “ulusal egemenlik” kavramıyla bağıntılıdır. Siyasî temsil ve yönetime katılma ilkesi olma yönüyle halkçılık, elbette bir demokratik ilkedir.  (Özlem, 2009) Osmanlı pozitivizmi ile Cumhuriyet pozitivizmi olarak Kemalizm arasında, “millet” (ulus) kavramının tanımında bir kopuş olduğu ileri sürülmüştür. Osmanlı pozitivizmi ile Kemalizm arasında bir “kopuş" tan söz edilebilirse, belki tam da bu noktada söz edilebilir, Kemalizm, Osmanlı pozitivizminin Osmanlı toplumunun dinsel ve etnik çeşitliliğini gözeterek geliştirmiş olduğu, kozmopolitist yönler içeren “millet”i yerine, dar, zorlama bir “ulus” kavramı geliştirmiştir. Bu nedenle, Kemalist ulusçuluk, arzu edilmemiş olsa bile, Türk ve menşe birliğini esas alan şoven milliyetçiliği de esinlendirmiştir.

Jöntürklerin Pozitivizmi ve Comte’cu bakış açıları Cumhuriyeti kuran kadroların temel argümanı haline gelmiştir. Ziya Gökalp’in Hars ve Medeniyet eserinde belirttiği gibi, kendisinin ülkemize Sosyolojiyi getiren ve başlatan insan olarak Mondros Mütarekesinden sonra başlayan Kurtuluş Mücadelesinin ve Cumhuriyeti kuran kadroların fikir babalığını yapması, bu Comte’cu anlayışın ve “Şekilci Modernizmin” genç cumhuriyetin sistematiğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. İzmir İktisat Kongresinde alınan liberal kararlara rağmen, özellikle Fethi Okyar’ın istifasıyla Başvekilliğe gelen İsmet Paşanın Takriri Sükun yasasını çıkartarak uzun yıllar devam edecek ciddi bir İstibdat dönemine girilmesi, hür teşebbüsü, özgürlükleri, örgütlenmeyi ve toplumsal olarak oluşturulabilecek her türlü faaliyetin önüne geçerek tepeden inmeci toplum mühendisliğini benimsemesi, bu toplum mühendisliğinin etkilerinin hali hazırda güncel tartışmalarla hissedilmesi (28 şubat süreci ve Akparti İktidarının toplumsal dönüşüme katkıları düşünüldüğünde) Sosyolojik olarak günümüzde de devam eden bir süreçtir. 1929 Dünya Ekonomik buhranının da etkisiyle ülkemizde ekonomik gelişmişliğin önünün tıkanması, Devletin Laiklik ve Devletçilik politikalarını 6 ilkenin içerisine katması, karma ekonomi denen planlamanın seçilmesi de o yıllarda müteşebbisliğin önündeki en büyük engellerden birisi olarak görülür.

Program soru cevaplı konuşmaların ardından sona erdi.

p_20170114_213751_pn.jpg

HABERE YORUM KAT

1 Yorum