1. YAZARLAR

  2. Akif Emre

  3. Kurtuluş teolojisi
Akif Emre

Akif Emre

Yazarın Tüm Yazıları >

Kurtuluş teolojisi

24 Mayıs 2012 Perşembe 07:35A+A-

Biraz gecikmeli de olsa, Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcına dair tartışmaların yüzeyselliğine değinmeden geçmek olmayacak. Zira tümüyle kurgusallaştırılmış bir tarihin adlandırma, dönemlendirme ve ritüelleştirme aşamalarının arka planında yatan anlama, ısrarla dokunulmayan bir yan var.

Sorun 19 Mayıs bayramının nasıl kutlanacağına kilitlendiği için kutlamanın yeni şekline karşı çıkanların da taraftar olanların da adeta ters yerden "dava"larını savunur görüntü vermeleri, en hassas konularda bile nasıl karşı tarafın tutumuna göre tavır sergilendiğinin somut örneği oldu. Törenlerin yaygınlaştırılmasının ya da askeri görünümlü olarak kutlanmamasının ne tür sonuçlar doğuracağı üzerinde, CHP'liler mesela, düşünseler hiç karşı çıkmazlardı eminim.

Ama sorun ondan önce "kurtuluş savaşı" kavramında yatıyor gibi. 

Kurtuluş Savaşını kimin başlattığı hususunda, Padişah'ın Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderip işgalcileri oyalayarak onun önünü açtığı tezini savunanların iddialı çıkışlarına karşın bu tezin kör noktaları var. Buna karşılık resmi söylemin işgal İstanbul'undan gizlice kaçarak Samsun'a çıktığı tezinin daha fazla savunulamaz olduğu için bu tek adamlı kahramanlık öyküsünün de çok inandırıcı bulunmadığı aşikar.

Ama asıl sorun olayın pratikte ne şekilde cereyan edişinde değil. Sonuçta belgeler, arşivler ortada; dürüst bir tarihçilik yapılacaksa bu memlekette bunlar bir gün rahatlıkla konuşulur, gerçekler ortaya çıkar.

Temel sorun şudur; "kurtuluş" denilince resmi tarih yazımı ne anlıyor; daha doğrusu neyi anlatmak istiyor? Her ne kadar Kurtuluş Savaşı denilen mücadele, daha önceleri İstiklal Harbi olarak anılsa da bugünkü nesillerin zihnine yerleşen kavram "kurtuluş"tur. İşin tuhafı, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin hemen ardından tarihlendirilen Samsun çıkarmasının ve ardından İstanbul Meclis-i Mebusan'ınca ilan edilip Anadolu hareketinin de kabul ettiği Misak-ı Milli hattının çok az kısmı, öne çıkarılan Kurtuluş Savaşı ile alakalıdır. Kurtuluş Savaşının nerdeyse tamamı Yunan güçlerine karşı nizami birliklerce sürdürülen bir savaştır. Oysa asıl İmparatorluğun başkentini ve Anadolu'nun önemli kısımlarını işgal eden büyük devletlere karşı -Fransızlar işgalindeki Güney illerindeki mücadele hariç tutulacak olursa- hiçbir savaş yoktur. Nasıl olmuşsa, devleti parçalayan, Yunanlıları maşa olarak Ege'ye salanların, kendiliklerinden çekip gitmiş olanların bu Kurtuluş Savaşı'nda izahı yoktur.

Resmi tarih söylemi işin bu boyutuyla asla ilgilenmez. Zira "kurtuluş" vurgusu düşmandan çok Osmanlıdan kurtuluşu işaret eder. Bu söylem adeta bir kurtuluş teolojisinden beslenir. Adeta padişahtan, onun şahsında Osmanlı'dan, Osmanlı temsiliyeti üzerinden de İslam Medeniyeti'nin değerlerinden kurtuluşu çağrıştırır. Ya da tüm bunları çağrıştırması için özenli bir dille kurgulanır. Samsun'la başlatılanın aslında cehalete, karanlığa karşı güneş gibi doğuşun muhatabı; işgalcilerden çok, İstanbul'da işgal altındaki devlet ve onun değerleridir. Esaretten çok karanlık vurgusu bu nedenledir.

Tam bu noktadan itibaren teolojikleştirilen bir kurtuluş söylemi geliştirilir. İstiklal Harbi, Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı dönemin ideolojik algısına karşılık gelmek üzere içi doldurulan teolojik tarih okumalarıdır. Aydınlanmacı bir zihniyetin mistik anlam yükleyerek bir milletin geçmişini karanlığa gömme retoriğine dönüştürüldü seçkinler tarafından. 

Bu teolojik okuma üzerinden inşa edilmeye çalışılan modern ulus kimliğinin dayandığı Misak-ı Milli ise tam bir çelişkidir. Misak-ı Milli bugünkü ders kitaplarında aktarıldığı gibi Türk vatanının bölünmez bütünlüğünü ifade etmez; ateşkesle elde kalan Müslümanların yaşadığı toprakların kurtarılması hedefidir. Cumhuriyet elitinin tüm söylemi ile çelişen o günkü milli mücadeleye anlam veren startejik vizyon.

Kurtuluş Savaşı'nın laik söylem içinde teolojikleşmesi bir tarafa, bu savaşın bir milletin uzun tarihi açısından ne anlama geldiği üzerinde durulmasının daha önemli olduğunu düşünürüm. Bir devletin Anadolu topraklarındaki bin yıllık macerası sırasında arızî bir hastalığa yakalanma durumu olarak bakılsa daha özgüvenli olurdu nesiller. 1814 ile 1944 arasında başkent Paris'in tam üç kez yabancı işgaline uğramasına rağmen Fransızların bizdekine benzer bir söylem yerine başka başarıları ile tarihe geçmek istemeleri bu anlamda bir fikir verebilir, anlayana...

YENİ ŞAFAK

 

YAZIYA YORUM KAT