1. YAZARLAR

  2. ÖMER BAŞ

  3. Kürt Sorunu, PKK ve Çözüm Süreci Üzerine Bir Değerlendirme
ÖMER BAŞ

ÖMER BAŞ

Yazarın Tüm Yazıları >

Kürt Sorunu, PKK ve Çözüm Süreci Üzerine Bir Değerlendirme

12 Ekim 2015 Pazartesi 12:52A+A-

 

Sorunun Nedeni ve Tanımı

100 yılı aşkın bir zamandır Kürdistan coğrafyasında değişik biçim ve boyutlarda, zaman zaman göreceli olarak yok gibi görünse de toplumsal bir sorun yaşanıyor. Bu sorun, devlet ve fikir yandaşları tarafından ekonomik sebepler, geri kalmışlık, eğitimsizlik, cehalet vb. tanımlamalarla izah edilmeye çalışılsa da, gerçekte (bütün bunlarla birlikte) Kürt sorunudur. Bu, bir halkın yok sayılması, inkar edilmesi ve asimilasyon politikalarının oluşturduğu ve derinleştirdiği ulusal bir sorundur. Her alandaki bölgesel geri kalmışlığın, Kürt sorununu derinleştiren sebepler olarak zikredilmesi yanlış değil, ancak sorunun sebebi olarak izah etmek doğru değildir.

100 yılı aşkın bir süredir sorun doğru tanımlanmadığından çözümü de imkansız hale gelmiştir. Sorun tek başına Kürtlerin eğitimsizliği ve ekonomik geri kalmışlığı sorunu değildir. Değişik dönemlerde devlet, sorunu bu sebeplerle “Doğu meselesi, Doğu sorunu, Güneydoğu sorunu, Terör sorunu, ”gibi adlandırmalarla izah etmeye çalışmışsa da, sorun bir halkın varlığının ve kimliğinin inkar edilmesi ve bunun sonucu ve sebebi olarak uygulanan asimilasyon politikalarıdır.

Elbette ekonomi, kalkınma, eğitim, manevi değerler ve kültürel gelişmişlik seviyeleri sorunu etkileyen önemli sebeplerdir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyet Devleti ve fikir yandaşlarının, sorunu sadece bu sebeplerle izah etmeye çalışması doğru ama ana neden unutulduğu için yetersizdir.

Kürt sorunun birincil sebebi Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş temelinde yer alan Türk milliyetçiliğidir. Türkiye Cumhuriyet devleti kuruluşunda; milli, tek tipçi ve inkarcı yasa ve politikalarıyla Türkiye sınırları içinde yaşayan herkesi Türk olarak tanımlamış ve bu tanımlamanın gereği olarak ta bu coğrafyada yaşayan herkesi Türk olmaya zorlamıştır.

Cumhuriyet hükümetlerinde İktisat Vekili olarak görev almış olan Mahmut Esat Bozkurt'un "Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır, Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı." sözleri bu Kürt sorununun kaynağı politikaların en somut göstergesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti farklı etnik kimlikleri yasaklamış ve ısrarla Türklüğü dayatmış; eğitim, kültürel, siyasal ve politik programlarını da bunu gerçekleştirmek üzerine kurmuştur. Asimilasyon ve inkar politikalarına karşı direnenleri tek tek ve/veya topluca öldürmüş, sürgün etmiş ve yine faşist İtalya’dan aldığı ceza yasalarıyla mahkum etmiştir. Türk nüfusunun yoğunluklu yaşadığı bölgeleri, Anadolu’yu değil aksine Kürdistan’ın dağlarını ve şehir girişlerini; “Ne mutlu türküm diyene, Türk öğün, çalış, güven.” vb. sloganlarla donatmıştır. On yıllarca sürdürülen bu politikalarla Kemalist devlet Kürdistan’da Kürt varlığını inkar etmiş, Kürt dilini yasaklamış ve Kürtçe konuşanları idama varacak düzeyde cezalandırmıştır.  Bununla da yetinmemiş Kürtçe yer ve kişi isimlerini yasaklamış, var olanları da değiştirmiştir. Devlet, tüm bu baskı ve politikalarına rağmen muvaffak olamamış, etki-tepki kuralınca Kürtlerde farklı tepkilere yol açmış, o güne kadar Kürtlerde olmayan milliyetçilik duygusunu geliştirmiştir.

Toplumsal hiçbir sorun şiddete dayalı yöntemlere bastırılamadığı gibi, Kürt sorunu da şiddete muhatap kaldıkça; derinleşmiş, yaygınlaşmış ve toplumsal bir boyut kazanmıştır. Sorun zaman içerisinde toplumsal ve siyasal bir tepkiye dönüşmüş ve Kürt halkı duygusal olarak gittikçe Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden uzaklaşmıştır. Kürt halkı devleti benimsememiş, aidiyet duygusu hissetmemiş ve devlete düşman hale gelmiştir. Bu durum zaman içerisinde kendi siyasal boyutlarını ortaya çıkarmış ve siyasal oluşumlara yol açmıştır.

Sorunun ismini koymak gerekirse; sorun kısaca, bir halkın varlığının ve bu varlığa ait değerlerin inkar edilmesidir.

Kürt sorununun ve siyasal muhalefetin gelişim seyri ve PKK

Türkiye Cumhiriyeti Devletinin yukarıda zikredilen uygulamalarına karşı Kürdistan’da değişik dönemlerde farklı yer, biçim ve oranlarda toplumsal ve siyasal tepkiler ortaya çıkmıştır.

Her ne kadar, Osmanlı döneminde de bu sorunun varlığından sözedilebilirse de, sorun bu denli derin ve toplumsal bir boyut kazanmamıştır. Osmanlı döneminin Kürdistan'ında küçük-büyük birçok isyandan söz edilse de, bunların birçoğu milli olmaktan çok feodal tepkilerdir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, baş gösteren isyanların birçoğu yine aynı feodal tepkiler olarak sayılabilir. Ancak bu isyanlardan özellikle; 1925 Şeyh Said İsyanı, 1926-1930 yılları arasında ortaya çıkan 1. 2. ve 3. Ağrı İsyanları ile 1937 Dersim İsyanı, arkasındaki organize güç, talepler ve nitelik olarak farklılık arz eder. Özellikle Şeyh Said (Şeyh Said isyanının milli mi? yoksa Dini bir isyan mı olduğu etrafında birçok tartışma sözkonusudur. Şeyh Said isyanı, Şeyh Saidin kişiliği üzerinden değerlendirildiğinde isyanın dini olduğu, isyanın arkasındaki organize güç olan Azadi örgütü (Kürdistan İstiklal Cemiyeti) esas alınarak değerlendirildiğinde ise milli bir isyan olduğu kabul edilebilir.)

Ve Dersim isyanlarının Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından çok şiddetli bir şekilde bastırılması, uzun bir müddet Kürdistan’da açık bir siyasal ve sosyal muhalefetin ortaya çıkmasını engellemiştir.

Öyle ki 1937 Dersim İsyanı'nın şiddelte bastırılmasından sonra kimse Kürt kelimesini ağzına alamamıştır. Bu sessizlik 1950’li yılların sonunda 49’lar hareketi ile bozulur. İleri Yurt gazetesini çıkaran Musa Anter'in hakkında, yayımladığı Kürtçe şiiri "Qimil/Kımıl" sebebiyle dava açılır. Musa Anter'e destek veren 50 kişi gözaltına alınır. Gözaltına alınanlardan Mehmet Emin Batu mide kanamasından ölünce geriye 49 kişi kaldı ve dava bu sayıyla anılır oldu.

Irak Kürdistan’ında faaliyet gösteren KDP'nin (Kürdistan Demokrat Partisi) 1950’lerin sonunda ve 1960'larda Türkiye Kürdistan'ında da etkisi olmuştur. Ancak bu etki başta dini eğitim veren Kürt medreselerinde ve kültürel düzeyde kalmıştır. 1970'li yıllara gelindiğinde Kürdistan’da ulusal bağımsızlık ve hak talepleri etrafında birçok “illegal” siyasal oluşum ortaya çıkmıştır. Bunlardan birisi olan ve Ankara'da bir grup üniversite öğrencisinin bir araya gelerek başlattıkları ve önceleri APOCULAR olarak anılan siyasal oluşum, 27 Kasım 1978’de Parti (PKK, Partiya Karkerên Kurdistan - Kürdistan İşçi Partisi) halini almıştır. Apocular, bölgedeki diğer Kürt siyasal oluşumlarla ve bölgedeki feodaliteyle çatışmaya girerek ve onları ortadan kaldırarak güç kazanmıştır. Bu durum PKK'yi günümüze kadar, Kürtlerin değil ama Kürt sorununun neredeyse tek temsilcisi haline getirmiştir. (PKK'nin MİT tarafından kurulduğu ve beslendiği iddiaları sıkça dile getirilse de bu iddia şimdiye kadar kesin bir şekilde ispat edilememiştir.)

Bu tarihten sonra Kürdistan'da farklı bir süreç başlamıştır. Kürdistan'da ilk kez ulusal mücadele; etkisi, ideolojik niteliği, günümüze kadar sürmesi ve kitleselliği ile farklı bir nitelik kazanmıştır. 1980 Askeri darbesi ile birlikte kadrolarının bir kısmını yurt dışına çıkarmayı başaran PKK; dünya konjonktürü ve bölgesel faktörleri de kullanarak hızla güçlenmiş ve 1984 Ağustosunda gerçekleştirdiği Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla Kürdistan'da yeni bir dönem başlatmıştır.

Başlangıçta devlet bunu ciddiye almamış, basit bir asayiş vakası olarak değerlendirmiştir. 1984-1993 yılları arasında PKK yaptığı eylemler ve örgütlenme çalışmalarıyla hızla güç ve etki alanını arttırmıştır. 1990'lara gelindiğinde; on binlerce ölü, yakılmış veya boşaltılmış binlerce köy, on bini aşkın silahlı gerilla, yüzbinlerce sempatizan ve arkasında uluslararası desteği olan bir örgüt halini almıştır. PKK 1993'te neredeyse Kürdistan'da hükümet kuracak egemenlik bölgeleri oluşturmuş, şehirlerde halk ayaklanmaları tertip etmiş ve sürgünde parlamento kurmaya varacak kadar güç kazanmıştır. 1993'teki serhıldanlardan sonra Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeni “güvenlik” ve “terörle mücadele” konseptleri oluşturarak Kürdistan'da yeniden “devletin otoritesini tesis” yoluna gitmiştir. Bu süreçte; JİTEM, koruculuk sistemi, mafya, kontrgerilla ve bölgede var olan muhalif siyasal unsurları da kullanarak PKK'ye karşı, hukuku ve yasaları bir kenara bırakarak “etkin” bir mücadele yürütmüştür. Binlerce faili meçhul, binlerce köy yakma, yargısız infaz vb. uygulamalarla savaş farklı bir nitelik kazanmıştır.

1993 ilk Ateşkes

1993'te devletin başında bulunan Turgut Özal, Kürt sorununun çözümüne dair farklı bir perspektif geliştirmeye çalışır. Ancak kafasındaki planı hayata geçirebilmek için, Celal Talabani aracılığıyla PKK'nin ateşkes ilan etmesini ister. Özal'ın sorunu bugüne kadar ki yaklaşımdan farklı bir yaklaşımla çözme sözü, 1993'te devletin “kararlı” ve “etkin” müdahalelerinin PKK'ye çok kayıp verdirmesi ve konjonktürün de etkisiyle Abdullah Öcalan, 23 Mart 1993'te yanında Celal Talabani ve Kemal Burkay gibi Kürt siyasal temsilcilerinin de bulunduğu geniş bir basın toplantısıyla ilk defa ateşkes ilan eder.

PKK, gizli de olsa ilk defa Türk Devleti tarafından muhatap alınmanın zafer duygusunu yaşıyordu. Ancak Özal'ın kısa bir zaman sonra (17 Nisan 1993) ölmesi/öldürülmesi ve 24 Mayıs 1993’te Bingöl’de 33 askerin öldürülmesi ateşkesi bitirir. Bu dönemde PKK askeri olarak gerilemeye başlamışsa da Kürt sorunu daha derin ve can alıcı bir boyut kazanır. Artık Kürt sorununun bir örgütün askeri yöntemlerle ortadan kaldırılmasıyla bitecek ve yok olacak bir sorun olmadığı dönemin yöneticileri tarafından da zımnen kabul edilir. PKK'nin Kürt halkında geliştirdiği/uyandırdığı kimlik bilinci artık güvenlik tedbirleriyle ortadan kaldırılacak bir “terör sorunu” olmaktan çıkmıştır.

Tansu Çiller'in başbakanlığı döneminde; artık bu sorunun silahla çözülemeyeceği, siyasal, sosyal ve kültürel tedbirlerin alınması gerektiğinin dile getirilmesi, bu çerçevede Kürtçe TV ve Kürtçe seçmeli dersin önerilmesi tepkiler üzerine rafa kaldırılmıştır. Yine 1994'te Mecliste bulunan DEP milletvekillerinin tutuklanıp cezaevlerine konması tansiyonu yeniden yükseltmiştir. 1995'te TOBB'un hazırladığı "Doğu Sorunu Teşhisler ve Tespitler" ve CHP'nin “Kürt Raporu” isimli raporu vb. çalışmalar büyük ses getirmişse de pratikte ciddi karşılıkları olmamıştır. Bu dönemde Kürtler adına sivil siyaset yapma girişimleri ısrarlı bir şekilde engellenir. HEP ile başlayan partilerin kapatılma süreci, DEP ve HADEP ile devam eder. Üç parti de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılır. 1995'te Uluslararası kamuoyunda muhatap bulabilmek ve siyasal faaliyetleri yürütmek için Sürgünde Kürdistan Parlamentosu (PKDW, Parlamana Kurdistane Li Derveyi Welat) ve 1999'da Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK, Kongra Netewiya Kurdistan) kurulsa da beklenen karşılığı bulamaz.

Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye Teslim Edilmesi, Ateşkesler ve Çözüm Süreci

15 Şubat 1999 tarihinde Abdullah Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye teslim edilmesi devlet, PKK ve Kürt sorunu açısından yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. İmralı'da tutulan Öcalan, koşulsuz bir şekilde devlet (Derin Devlet) ile diyaloğa girmiş ve her türlü işbirliğine açık olduğunu beyan etmiştir. Devlet, Öcalan üzerinden PKK'yi kontrol ve tasfiye etme çabası içine girmiştir. PKK (Öcalan) artık daha sık diyalog ve barıştan söz eder olmuştur. Değişik tarihlerde ve değişik süreleri kapsayan ateşkesler ilan edilir.

PKK, 2 Ağustos 1999’da tek taraflı olarak ilan ettiği ateşkesi, 1 Haziran 2004’te AK Parti hükümetinin Kürt sorununa kayıtsız kalması, Öcalan’ın cezaevindeki koşulları ve askeri operasyonların sürdürülmesini gerekçe göstererek sona erdirdiğini açıklar. 2009 baharında PKK tekrar ateşkes ilan ettiyse de bir yıl sonra tekrar çatışma sürecine girilir. 1 Haziran 2010'da  KCK bir açıklama yaparak, Öcalan’ın ve kendilerinin barış ve demokratik bir çözüm için attıkları bütün adımlarının AK Parti tarafından boşa çıkarıldığını belirtti ve 13 Nisan 2009 tarihinde tek taraflı olarak ilan ettikleri eylemsizlik kararını sonlandırdıklarını açıkladı.  Ancak, sivil toplum örgütleri, aydınlar, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP'nin çift taraflı ateşkes çağrılarının üzerine KCK Yürütme Konseyi de yeniden ateşkes kararı aldıklarını belirtti. Mart 2011’de, devlet'le görüşmelerini sürdüren Öcalan, AK Parti Hükümetinin sorunun çözümüne yönelik pratik adımların atılmaması ve sürece kayıtsız kalınması durumunda aradan çekileceğini uyarısını yaptı. Ateşkes adı konulmasa da fiili olarak sona ermiş oldu. 2013 Nevruz'unda Öcalan'ın ateşkes çağrısı ile yeniden çatışmasızlık ortamına girilse de 26 Ekim 2013 tarihinde KCK yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok, 2013 yılı Newroz’unda kamuoyuna duyurulan ateşkese değindi. Yapılan yazılı açıklamada, PKK’nin çatışmasızlığa uyduğunu, “Ancak Türk devleti ‘Ben devletim, bildiğimi yaparım’ diyerek ateşkese uymamış, sürekli çatışmalara yol açacak edimlerde bulunmuştur” ifadelerine yer verildi. PKK bundan sonra misilleme hakkını kullanacağını belirterek özellikle müteahhitlerden bölgeyi terk etmelerini istedi. Bu açıklamaya rağmen 11 Temmuz 2015 tarihine kadar ateşkesi ciddi anlamda bozacak bir eylem meydana gelmedi. Fakat 2015 Temmuz'undaki gelişmeler, yaklaşık 28 ay süren son ateşkesin de bitmesi ile sonuçlandı. Bu son ateşkes de 11 Temmuz 2015 tarihinde bozuldu. Ateşkes'in yeniden bozulmasının nedeni neydi? Bunu anlayabilmek için biraz geriye gitmemiz gerek.

Kürt sorunu açısından Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesi önemli bir dönemeç olduğu gibi, 2002'de AK Parti'nin hükümet olması da farklı bir sürecin başlamasına imkan sağlamıştır. İlk umut verici sinyal Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 12 Ağustos 2005 tarihindeki Diyarbakır konuşmasında verilmiştir. Başbakan: “İlla 'ad koyalım' diyorsanız, Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Bu sebeple 'Kürt sorunu ne olacak?' diyenlere diyorum ki, bu ülkenin başbakanı olarak, o sorun, herkesten önce benim sorunumdur.” diyerek sorunun ismini daha net bir şekilde “Kürt Sorunu” olarak koymuştur. Bu kabulden sonra, uzun yıllardır bölgede yürürlükte olan OHAL kaldırılmış, Kürtçe Dil kurslarının açılabilmesinin önü açılmış, 12 Eylül darbesinin bir mirası olan DGM'ler kapatılmış, devlet eliyle TRT 6 (TRT Kurdi) açılmış ve bölgede ekonomik teşviklerle ekonominin önü açılmıştır. Türk siyaseti, askerin ve derin devletin vesayetinden kurtulduğu oranda daha ciddi adımlar atılmış ve nihayetinde Demokratik açılım adı altında bir süreç başlatılmıştır. Yapılan yasal düzenlemelerde, Türkiye'nin Aralık 1999'da AB'ye aday ülke olarak kabul edilmesinin de etkisini unutmamak gerekir. Türkiye, Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde bir dizi yasal düzenleme yapmış ve bunun tabii bir neticesi olarak bölgede de olumlu gelişmeler meydana gelmiştir. Hükümet olan AK Parti’nin süreç içerisinde iktidar olmasıyla artık örgüt ile ilk yüz yüze görüşmeler Eylül 2008'de Oslo’da, Öcalan ile de İmralı'da başlamış, bu görüşmeler farklı zaman ve yerlerde günümüze kadar devam etmiştir. Bu görüşmelerin bir neticesi olarak uzun sürelere dayalı çatışmasızlık ortamı oluşmuş ve artık bölgede ölümlerin önü alınmıştır.

Bu ortamın sağladığı istikrar ve güven ortamı bölgede birçok olumlu gelişmenin de önünü açmıştır. Ekonomi, sosyal hayat, eğitim ve siyasal alanda gözle görülür gelişmeler olmuştur. Bölgede devlet vatandaşa daha sıcak yaklaşmış, işkenceler bitmiş, kimse Kürt kimliğinden dolayı baskı görmemiş ve nispeten Devlet-vatandaş yakınlaşması başlamıştır.

Bu görüşmeler farklı isim ve formatlarda devam etmiş ve nihayetinde müzakere niteliği kazanmıştır. Artık BDP/HDP'den heyetler İmralı'da Öcalan ile görüşerek Öcalan'dan aldığı mesajları Kandil'e taşımıştır. Çok az da olsa HDP inisiyatif almaya çalışmıştır. Devlet önceleri inkar ederken, artık daha büyük bir cesaretle görüşmelerin yapıldığını kabul etmiştir. Fakat elinde silah olan bir örgütün varlığını sürdürmesi, karşılıklı güvensizlik ve bütün gelişmelerin yasal altyapısının olmaması hiç kimsede kalıcı bir güven ortamı oluşturmamıştır.

Ancak sonradan ortaya çıkan gelişmeler gösterdi ki başta PKK olmak üzere, bu görüşmeler sürecinde her iki taraf da zaman kazanmaya çalışmış ve dürüst davranmamıştır. PKK görüşmeler sürecinde bölgeye yığınak yapmış, silah ve cephane stoklamış ve lojistik altyapısını güçlendirmiştir. PKK zaman kazanarak devletten ne koparacağının hesabını yapmıştır. Devlet ise, sürekli PKK'yi nasıl tasfiye edeceğinin hesabını yaparken öte yandan yapılacak olan; yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin çatışmasızlık ortamında gerçekleştirilmesini hedeflemiştir. Devlet; bir yandan Öcalan, bir yandan Kandil ve Avrupa’daki temsilcilerle görüşerek temel anlamda PKK'nin nasıl silahsızlandırılacağı hesabı yapmıştır. Bu durum, aslında karşılıklı olarak bir güvensizlik olduğunun göstergesidir. Bir yandan Öcalan, 2013 Newroz'unda “Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun” derken, öte yandan PKK Şubat 2013'te PKK’nin şehir milisleri YDG-H’nin (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) kuruluşunu ilan eder. PKK, kadrolarının bir kısmını yurt dışına çıkardığını ilan ederek devletten verilen sözlerin yerine getirilmesini talep eder. Devletin bölgede kalekol gibi uygulamalarla kendi askeri altyapısını güçlendirmesinden kuşku ve rahatsızlık duyduğunu dillendirir. Buna karşın devlet, gerillanın söz verildiği gibi yeterince ve zamanında yurt dışına çıkmadığından şikayetçi ve rahatsızdır.

Bu süreçteki en önemli kırılma noktası, 19 Ekim 2009 tarihinde Abdullah Öcalan'ın çağrısıyla 34 PKK üyesinin Habur Sınır Kapısı'ndan girip teslim olmasını PKK'nin abartılı bir şekilde şova dönüştürmesi ve bunun Türk kamuoyunda oluşturduğu rahatsızlığın etkisiyle devletin olumsuz bir reflekse girmesidir. PKK'nin sıklıkla ateşkesi bitirme tehdidinde bulunarak hükümet ve toplum üzerinde baskı kurmaya çalışması da altı çizilmesi gereken önemli bir noktadır.

Bu süreçte hükümetin bir şey yapmadığını ifade etmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. OHAL’in kaldırılması, DGM’lerin kapatılması, Akil İnsanlar Heyetinin kurulması, BDP heyetinin Öcalan'la direk görüşmesinin sağlanması, bölgede operasyon yapılma yetkisinin valilere verilmesi, KCK davalarında tutuklananların hemen hemen hepsinin serbest bırakılması, Anadilde savunma hakkı tanınması, Kürtçenin siyasi propaganda dili olarak kullanılmasının yasalaşması, TBMM’de “Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi” amacıyla bir komisyonun kurulması, Eylül 2013'te hükümetin “Demokratikleşme Paketi”ni açıklaması, özel okullarda Kürtçe eğitimin serbest bırakılması, “Andımız”ın kaldırılması, Kasım 2013'te Diyarbakır’da Barzani ile birlikte net bir iradenin beyan edilmesi, üniversitelerde Kürtçe bölümün açılması, değişik zamanlarda farklı içeriklerde de olsa demokratikleşme paketlerinin açılması ve en önemlisi yeni bir Anayasa yapılmaya çalışılması AK Parti Hükümeti tarafından atılan olumlu adımlar olarak zikredilebilir.

Devlet-PKK görüşmeleri ve Çözüm süreci açısından 6-7 Ekim 2014 tarihinde meydana gelen olaylar önemli bir gelişmedir. Kobani'nin İŞİD tarafından ele geçirilmesi ve bir katliamın meydana gelmesi, kürt kamuoyu'nda devlete karşı bir tepki oluşturmuştur. Ancak bunun, Selahattin Demirtaş'ın haksızca Kobani'deki gelişmelerden AK Partiyi sorumlu tutarak sorumsuzca yaptığı çağrı üzerine bir anarşiye ve yağmaya dönüşmesi bütün kesimlerin tepkisini çekmiştir. Bu tepkiler üzerine AK Parti hükümeti radikal bir karar alarak Irak Peşmerge güçleri'nin Türkiye üzerinden Kobani'ye geçip İŞİD'e karşı savaşmalarını sağlamıştır. AK Parti'nin İŞİD'i desteklediği iddiaları bu imkanın sağlanmasıyla havada kalmıştır.

2015'e gelindiğinde görüşme trafiği ile birlikte PKK'nin ve Öcalan'ın talepleri daha net bir şekil alarak yoğunlaşmıştır. Öcalan, müzakerelerin sağlıklı bir şekilde devam etmesi ve silah bırakma çağrısı için 10 maddelik bir ön şart ileri sürer.

Bu Maddeler;

1) Demokratik siyaset, tanımı ve içeriği

2) Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması

3) Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri

4) Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına dönük başlıklar

5) Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları

6) Çözüm sürecinde demokrasi-güvenlik ilişkisinin kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması

7) Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri

8) Kimlik kavramı, tanımı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi

9) Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması

10) Demokratik hamle dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa.

Ancak daha sonra bu talepler Kandil tarafından silah bırakmanın ön şartı olmaktan çıkarılıp, Dolmabahçe mutabakat metnine dönüştürüldüyse de, kısa bir süre sonra Kandil bu mutabakata dair endişe ve kuşkularını dile getirir. Seçim sürecine girilmesiyle; Kandil'in tehditleri, HDP'nin Cumhurbaşkanı karşıtlığı üzerine kurulan söylemi, Recep Tayyip Erdoğan'ın kullandığı dil atmosferi yeniden gerginleştirir. PKK, silah bırakmak gibi bir niyetlerinin olmadığını açıklar. Bu açıklamaya rağmen 21 Mart 2015'te Öcalan PKK'ye yeniden silah bırakma çağrısında bulunur. Bu açıklamanın oluşturduğu nispi olumlu atmosfer, Cumhurbaşkanının bu açıklamadan bir gün sonra Dolmabahçe mutabakatına karşı olduğunu beyan etmesi yerini yeniden gerginliğe bırakmıştır. Hemen ardından Kandil’in, devletin olumlu adımlar atmadığı gerekçesiyle, yeniden silah bırakmayacaklarını ifade etmesi gerginliği iyice tırmandırmıştır.

7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin % 13 gibi bir rakamla 80 Milletvekili çıkararak meclise girmesi toplumun her kesiminde yeniden olumlu bir atmosfer oluşturdu. Bunun hemen ardından 12 Haziranda KCK’nin HDP ve Öcalan’ı dışlayan “Şunu açıkça vurgulamalıyız ki, PKK'nin Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi bırakma konusu ve bunun iradesi tamamen bize aittir. Şunu herkes bilmelidir ki HDP, PKK’nin yasal partisi değildir. Dolayısıyla böyle bir çağrıyı HDP yapamayacağı gibi, mevcut İmralı koşullarında bulunan Abdullah Öcalan'ın böyle bir çağrıyı yapması mümkün değildir. HDP’nin ve Öcalan'ın 'silah bırak' çağrısı yapmasını beklemek ve bu yönlü dayatmalarda bulunmak çözümsüzlükte ısrardır ve bunu da hareketimizin kabul etmesi mümkün değildir. Bu tutumumuz ne Öcalan'ı dinlememek, ne de HDP’nin politika yürütmesinin önünü almaktadır." açıklaması her kesimde şok etkisi yapmıştır. Bu açıklama aslında yakın zamanda meydana gelecek olan gelişmelerin de habercisi olmuştur. Bu açıklamayla ortaya çıkmıştır ki artık tek bir PKK'den söz etmek mümkün değildir. Bir yanda Öcalan, bir yanda HDP ve öbür yanda da Kandil vardır artık.

Yeniden Çatışma Sürecine girilmesi

21 Mart 2013'te Öcalan'ın Diyarbakır'da PKK'ye ateşkes ve geri çekilme çağrısıyla başlayan çatışmasızlık ortamı neden bozuldu? Gerçekten kim başlattı çatışmayı?

Adım adım yeniden bir çatışma sürecine girilmesinin kronolojisine bakarsak;

26 Haziran 2015: YPG, Suriye'de aylarca İŞİD'in elinde olan toprakları geri aldı. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Tüm dünyaya sesleniyorum. Bedeli ne olursa olsun, Suriye'nin kuzeyinde Türkiye'nin güneyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz" açıklaması olumsuz bir atmosferin oluşmasında önemli bir etkendir.

29 Haziran 2015: Erdoğan'ın bu açıklaması üzerine Karayılan: “Açıkça söyleyeyim, eğer onlar Rojava’ya müdahale ederlerse biz de onlara müdahale ederiz; o zaman Türkiye’nin tümü bir savaş sahasına dönüşür” dedi. Bu açıklama gerginlik oluştursa da Devlet'in Rojava'ya fiili bir müdahalesi olmadı.

11 Temmuz 2015: KCK barajları gerekçe göstererek ateşkesi bitirdiğini açıkladı.

14 Temmuz 2015: KCK Eş Başkanı Beşe Hozat “Yeni Süreç: Devrimci Halk Savaşıdır" başlıklı bir yazı yazdı. Hozat “devrimci halk savaşı ve serhildan” çağrısı yaptı.

17 Temmuz 20015: Cumhurbaşkanı Erdoğan Dolmabahçe mutabakatı için “Ben bu ifadeyi cımbızlamak durumundayım. Dolmabahçe mutabakatı ifadesini asla kabul etmiyorum.” dedi

20 Temmuz 2015: Suruç’ta Kobani’ye gitmek için toplanan SDGH’lı gençlerin açıklama yapacağı sırada intihar saldırısı düzenlendi. PKK, bu saldırıdan devleti sorumlu tutmaktaysa da bugüne kadar bu saldırıda devletin dahli olduğuna dair hiçbir belge ve bilgi ortaya konmuş değildir. Aynı gün Adıyaman'da PKK'liler ile askerler arasındaki çatışmada bir Uzman Onbaşı hayatını kaybetti. Yine aynı gün KCK Eş Başkanı Cemil Bayık halkı silahlanmaya ve tünel ve siper hazırlamaya çağırdı: “Halkımız meşru savunma örgütlenmesini ve bilincini de geliştirmeli. Bu sadece askeri güçlerin büyütülmesi temelinde değil, halk olarak meşru savunmasını geliştirmeli. Tüm halkımız silah almalı, bu temelde kendini eğitmeli ve örgütlemeli. DAİŞ ve sömürgeci tüm güçlerin her türlü saldırısına karşı köylerde, kentlerde, mahallelerde yer altı sistemi, tüneller, mevzi sistemi geliştirmeli”

22 Temmuz 2015: Ceylanpınar da görevli iki polis memurunun öldürülmesi. PKK önce bu eylemi sahiplense de sonradan ilgilerinin olmadığını açıklamıştır.

23 Temmuz 2015: Diyarbakır'da trafik kazası ihbarına giden polis ekibine pusu kuruldu, 1 polis memuru saldırıda hayatını kaybetti, 1 polis de yaralandı.

24 Temmuz 2015: TSK’ya bağlı jetler Kuzey Suriye’de İŞİD, Kuzey Irak’a PKK hedeflerine hava operasyonu düzenledi. Bu 3 yıl sonra PKK’ye yapılan ilk askeri operasyon oldu.

Bu tarihten itibaren ateşkes fiilen bozulmuş ve yeniden savaş ortamına girilmiştir. PKK farklı bir taktik geliştirerek güvenlik güçlerinin geçtiği güzergahlara patlayıcılar yerleştirmiş ve şehir merkezlerinde güvenlik güçlerine saldırılar düzenleyerek onlarca güvenlik görevlisini öldürmüştür. Tabii bu dönemde devlet de boş durmamış ve tüm gücüyle operasyonlar yapmıştır. Yurtiçinde ve Yurtdışında yapılan hava saldırılarıyla birçok PKK hedefi vurulmuş ve örgüte ciddi kayıplar verdirmiştir.

Bu dönemde PKK savaş stratejisini değiştirmiş, dağda gerilla saldırıları yerine yollara bomba yerleştirip infilak ettirerek farklı bir yönteme yönelmiştir. En önemlisi de şehirlerdeki YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi, Kürtçe: Tevgera Ciwanen Welatparêz Yên Şoreşger) ve KCK gibi örgütlenmelerin yardımıyla sivilleri savaşın içine çekmek için “yerinde yönetim” “özyönetim” gibi uygulamalarıyla savaşı şehirlere kaydırmıştır. Bununla hedeflediği, sivil halkı ve güvenlik güçlerini karşıya karşıya getirerek savaşa kitlesel bir boyut kazandırmaktır. Ancak devlet bu kez daha hassas davranmış ve PKK'nin elde etmek istediği sonuçlar ortaya çıkmamıştır.

Şimdi yukarıdaki kronolojiye baktığımızda; PKK'nin: “çatışmayı devlet başlattı” iddiasının tutarlı hiçbir yanının olmadığı açıkça görülmektedir. Peki, PKK savaşı neden başlattı?

Meseleye PKK açısından bakarsak;

1. Suriye'de var olan iç savaşın oluşturduğu fiili durum ve PYD/PKK'nin Rojava'da kazandığı güç ve kanton yönetimi. Bu durum PKK'ye özgüven kazandırmış ve bundan kaynaklı örgütü daha saldırgan hale getirmiştir. Artık bir örgüt değil Türkiye ile komşu bir devlet psikolojisine büründürmüştür. Oradaki kazanımını bölgeye taşımak istemiştir.

2. PKK'nin bölgede İŞİD'e karşı verdiği mücadele ve bunun batı kamuoyunda ona sağladığı destek ve sempati. PKK buna güvenerek batının desteğini alabileceğini ve Türk Devleti karşısında daha güçlü olduğu duygusu. Bu duygu ile bölgede oluşturacağı çatışma ortamında Batılı devletlerin desteğini sağlayarak egemenlik alanları oluşturabileceği düşüncesi.

3. Suriye iç savaşının oluşturduğu bölgesel siyasal durumun bölgedeki ve uluslararası bazı güçlerin PKK'yi tahrik etmesi ve destek vadetmesi. Türk Devletinin özelde Suriye genelde ise Ortadoğu politikasından rahatsız olan bölgesel ve uluslararası güçlerin PKK'yi Türkiye'ye karşı kışkırtması. Bu çerçevede Suriye rejiminin yanında yer alan İran gibi bölgesel güçlerin, Rusya, Çin vb. uluslararası güçlerin ismi zikredilebilir.

4. 7 Haziran seçimlerinde barajı aşarak 80 milletvekili ile meclise giren HDP'nin Kandili kaygılandırması. Kandil’in, inisiyatifin HDP'nin eline geçtiği/geçebileceği endişesi ve inisiyatifi yeniden ele alma refleksi. Kürt siyaseti son yıllarda kendi içerisinde artık silahlı mücadeleyi tartışmaya başlamış ve bunun yerine sivil siyasetin geliştirilmesi gerektiğini dile getirmektedir. Bu anlamda Kürt sorununun müzakere ve görüşmeler yoluyla çözümüne gidilmesi daha sıklıkla dillendirilmiştir. Ama bu PKK'nin silahlı güçleri açısından reddedilmektedir. Zira silahların susması savaş baronlarını etkisiz hale getirecek ve inisiyatifi ellerinden alacaktır. Bu faktör sanırım son çatışmaların başlamasında en önemli faktörlerden biridir.

PKK/HDP'nin savaşı devletin başlattığı iddiası ise kara propagandadan ibarettir. Recep Tayyip Erdoğan'ın Devlet Başkanı olmadığı için bu savaşı başlattığı ve başkan olmak için sürdürdüğü iddiası ise basit ve komik bir iddiadır. Eğer bu doğru ise PKK bu savaşı sürdürerek Tayyip Erdoğan’ın oyununa gelmiş ve onun amacına hizmet etmektedir.

Bölgede ateşkesin bitirilip çatışmaların başlatılmasının Kürt siyasetine ve Kürtlere hiç bir getirisi olmadığı gibi, bundan en fazla Kürtler zarar görmektedir. Bölge ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan yaşanılmaz hale gelmiş ve yeniden dışarıya göçler başlamıştır. Çatışmalarda ölen sivillerin birçoğunun ve askerlerin bir kısmının Kürt olması da altı çizilmesi gereken başka bir konudur. Hedef gözetilmeden yapılan saldırılar tamamen terörle izah edilebilir. Bölgede yol, baraj, köprü vb. altyapı çalışmalarının sabote edilmesi bölge halkından başka kimseye zarar vermemektedir.

PKK “özyönetim” ve “yerinde yönetim” gibi realiteden uzak ve komik uygulamalarıyla sivil halkı güvenlik güçleriyle karşı karşıya getirerek toplu katliamların gerçekleştirilmesini istemiştir. Şayet bu hedefine ulaşmış olsa bu sefer de devlet sivilleri öldürüyor propagandası yoluna gidecekti. Ama hem halkın bu çağrıya çok sınırlı bir kaç ilçede katılması hem de göreceli olarak devletin daha hassas davranması bu planı boşa çıkarmıştır.

Kısacası PKK'nin bölgede yeniden saldırıya geçmesinin hiçbir haklı ve mantıklı gerekçesi yoktur. Devletin oyalama ve meseleyi sürüncemede bırakması iddiaları doğru olsa da savaş için haklı ve yeterli bir gerekçe değildir. Bugün gelinen noktada reel manada PKK'nin Kürt sorununu çözmek gibi bir derdi kalmamıştır. PKK Kürt sorununun bir sonucu olarak ortaya çıkmışsa da, Bugün artık Kürt sorunun çözümünün önündeki engellerden biridir. PKK artık büyük oranda uluslararası ve bölgesel aktörlerin bir maşası haine gelmiştir. Bugün PKK'nin başında olan savaş baronları reel anlamda çözüm üretmek yerine kendi etki alanlarını artırmak refleksi ile hareket etmektedirler. Sürekli önderimiz dedikleri Öcalan'ı da artık dinlememekte ve tek belirleyici olarak hareket etmektedirler. Son çatışmalar başta Kürt halkında olmak üzere HDP’de de rahatsızlık oluşturmuştur. HDP'nin yaptığı açıklamalarda bunun sinyallerini görebiliriz. Önümüzdeki süreçte devletin atacağı adımlara da bağlı olarak HDP ile PKK'nin ayrışabileceğini söylemek bir kehanet değildir.

Meseleye Devlet açısından bakarsak;

Türk Devleti'nin bölgede çatışmaların yeniden başlamasında elbette direk ve dolaylı bazı etkileri olmuştur.

1. Türkiye’nin Suriye politikasının belirleyici esaslarından birinin Suriye'de Kürtler lehine ortaya çıkabilecek olumlu gelişmeleri engellemek üzerine kurulmasıdır. Bu yaklaşım tüm Kürtler üzerinde olumsuz etki bırakmaktadır. Bu politika Kürt kamuoyunda Türkiye'nin klasik ve geleneksel Kürt politikasının değişmediği algısı oluşturmaktadır. Bu durum tüm Kürtlerde Türkiye'nin olumlu yaklaşımlarına da kuşku ile bakmasına yol açmaktadır. Bunun oluşturduğu kuşku Kürtleri daha radikal çözümlere yönlendirmektedir.

2. Cumhurbaşkanı'nın son aylarda kullandığı dil; barışçıl, uzlaşmacı ve diyalogdan yana bir dil değildir. Son yıllarda yapılan müzakereler, görüşmeler ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan sonuçlar yokmuş gibi bir tavır sergilenmektedir. Kürt kimliği tanınmakla beraber, Cumhurbaşkanı Kemalist Devlet söylemini andıracak bir dili kullanmaktadır. Dolmabahçe mutabakatının yok sayılması bunun en somut göstergesidir. Bu durum Kürt kamuoyunda kuşku ve rahatsızlığa yol açmıştır ki 7 Haziran seçimlerinde AK Parti'nin bölgede çökmesi bunun en somut göstergesidir.

3. Bugüne kadar Kürt sorunu ve kimliği adına gelişen hiçbir olumlu gelişmenin yasal altyapısının olmaması en temel sorunlardan biridir. Mevcut gelişmelerin tümü farklı bir iktidar veya bakış açısında yok farz edilebilir ve tamamen geriye dönülebilir. PKK'nin savaş için yetersiz ama en haklı argümanı, gelişmelerin yasal güvenceden yoksun olmasıdır.

4. Çözüm Sürecinde; “Çatışmasızlık bozulmasın ve çözüm süreci zarar görmesin” yaklaşımı doğru olsa da, devlet açısından ciddi bir zafiyet gerekçesi olmuştur. PKK bu süreçte bölgede çok rahat hareket etmiştir. Lojistik ve Askeri altyapısını güçlendirmiş, Siyasal teşkilatlanmasını saglamlaştırmıştır. Devlet müdahale etmemekle kalmamış; takip, tespit, gözlem ve istihbarat faaliyetlerini de neredeyse terk etmiştir. Bölgeyi tamamen PKK/KCK'nin insafına terk etmiştir. Bu durum PKK’nin daha cüretkar ve pervasızca davranmasına yol açmıştır. Bu durumu daha sonra Devlet: “PKK bizi aldattı” açıklamasıyla izah etmeye çalışsa da, bir devlet açısından kabul edilebilir bir mazeret değildir.

5. Devletin Kürt sorunu algısında ciddi bir problem söz konusudur. Devlet Kürt sorunu ile PKK sorununu aynı sepete koymuş ve Kürt sorunundan PKK'nin tasfiyesini anlamaktadır. Bu sebepten Kürt sorunun çözümüne dair tüm planlarında PKK'nin tasfiyesini esas almıştır. Bu yaklaşım sorunu reel anlamda çözmediği gibi doğal olarak PKK'de silahını elinden bırakmama refleksi oluşturmuştur.

Gelinen noktada Kürdistan'da durum nedir?

Bugün Kürdistan'da hala elinde silah olan bir örgüt, can alıcı bir Kürt sorunu, 90'lı yılları andıran çatışma ortamı ve Kürt sorunu algısı yanlış, ne yapacağını bilmeyen ve kafası kaışık bir devlet vardır. Öyleyse 40 yıla varan bu süreç neyi değiştirmiştir? 2008'de başlayan çözüm sürecinin hiçbir şeyi değiştirmediğini söylemek haksızlık olacaktır.

Değişen; Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından Kürt varlığının kabul edilmesi ve nispeten atılan olumlu bazı adımlar. Ki bunlar yukarıda izah edildi.

Sivil Kürt siyaseti açısından artık silahla bir yere varılamayacağının zımnen kabul edilmesi.

Kürt halkının artık savaş istememesi.

Müzakere sürecinin bölgede oluşturduğu etkilerini ve sonuçlarını değerlendirmek gerekirse;

Recep Tayyip Erdoğan'ın 2005'deki Diyarbakır konuşmasıyla başlayan çözüm süreci, gelinen nokta itibariyle bitmiş ve PKK ile devlet 1990'lı yılların refleksine dönmüştür. 2005'te başlayan çözüm süreci bölgede nispeten olumlu gelişmelere yol açmış ve normalleşme süreci başlamıştı. Ancak bu süreç reel anlamda tarafların birbirine güvenini temin etmemiştir. Devletin Çözüm sürecinden maksadı gerçek anlamda PKK'nin silahsızlandırılıp tasfiye edilmesi, PKK açısından ise zaman kazanma ve bölgeye daha çok yerleşmenin bir aracı olarak görülmüştür. Böyle olunca da taraflar arasında karşılıklı bir güven ortamı tesis oluşmamıştır.

Bu süreçte “çözüm sürecinin zarar görmemesi” adına devlet bölgede operasyonları durdurmuş ve fiili olarak bölgeyi PKK'nin inisiyatifine bırakmıştır. PKK ve siyasi kanadı HDP seçimlerde de kazandığı yerel yönetimlerle fiili bir durum oluşturmuştur. PKK bunu fırsat bilerek KCK örgütlenmesini en küçük alanlara kadar yaygınlaştırmış, halk mahkemeleri kurmuş, lojistik alt yapısını güçlendirmiş, YDG-H gibi yeni oluşumlar gerçekleştirmiş ve fiili olarak bölgedeki tek güç olmuştur. Fiilen yerel yönetimler KCK’nin kontrolüne girmiştir. KCK bölgede haraç, tehdit, rüşvet ve adam kaçırmalarıyla tam bir mafya örgütü gibi çalışmaktadır. HDP Belediyeleri, yerel yönetimlerin temel amacı olan hizmetleri yerine getirmemiş, bunun yerine, bölgede her alanda egemenliğe talip olmuştur. Uygulamalarıyla dayatmacı, despotik ve benmerkezci bir tavır sergilemiştir. Güçlü olduğu bölgelerde kendi siyasal görüşünü paylaşmayan her kesimi tehdit ve baskılarıyla sindirmeye çalışmıştır. Bölgeyi muhalif unsurlardan temizleme yoluna gitmiş ve bölgede tek siyasal güç olmaya çalışmıştır. PKK/HDP; Demokrasi, özgürlük ve eşitlik taleplerini sadece kendisi için olacak şekilde kabul etmektedir.

Devlet çözüm sürecinde bölgeyi PKK'nin inisiyatifine terk ederek halkı KCK'nin Stalinist yönetimi ile baş başa bırakmıştır. Bütün bu olumsuz uygulamalara rağmen bölgede çatışmasızlık ortamının oluşturduğu olumlu gelişmeler de yok değildir. Ticaret gelişmiş, sosyal hayat canlanmış ve köye dönüşler başlamıştır. Ancak toplumda sürekli ve kalıcı bir güven duygusu oluşmamış, sürekli tedirgin ve kaygılı bir bekleyiş varlığını sürdürmüştür.

7 Haziran seçimlerinden sonra HDP’nin barajı aşarak 80 milletvekili ile meclise girmesi halkta artık sivil Kürt siyasetinin gelişeceği duygusu oluşturmuşsa da maalesef kısa bir süre sonra bu umut yerini tekrar karamsarlığa bırakmıştır. Bugün bölgede tekrar karşılıklı olarak başlayan çatışma ortamı tüm kesimlerde çok derin kaygılar ve umutsuzluk duygusu oluşturmuştur.

Bugün bölge tekrar 90’lı yılların atmosferine bürünmüş ve en başa dönülmüştür. Devlet 30 yılı aşkındır sürdürdüğü ancak sonuç alamadığı yöntemlere dönmüştür.

Çözüm için tarafların yapması gerekenler

Gelinen noktada sorunun çözüm imkanı ortadan kalkmış değildir. Bunun için başta devletin daha sonra da PKK'nin eğer çözüm istiyorlarsa yapabileceği şeyler bitmiş değildir.

PKK’nin yapması gerekenler;

1. PKK eğer gerçekten Kürt sorununu çözmek istiyorsa; amasız, eğersiz ve koşulsuz bir şekilde Türkiye'ye karşı bir daha dönmemek üzere silah bırakmalıdır ve tüm silahlı güçlerini Türkiye sınırlarının dışına çıkarmalıdır. Silahlı mücadele kendi haklı koşullarında ortaya çıkmışsa da, bugün bunu sürdürmenin hiçbir makul gerekçesi kalmamıştır. Bugün bağımsızlık dahil her türlü fikir ve düşünce siyasal zeminde konuşulabilmekte ve savunulabilmektedir. 1993'ten sonra PKK eğer silahlı mücadele yerine siyasal alanda yoğunlaşmış olsaydı, Kürdistan’da bugün çok daha ileri düzeyde kazanımlar elde etmiş olacaktı. Silahlı mücadele devletten çok Kürt halkına zarar vermektedir.

2. PKK Kürt siyaseti üstündeki vesayetini kaldırmalı ve her türlü Kürt siyasetinin önünü açmalıdır.

3. Bölgedeki diğer siyasal oluşumlar üzerindeki tehdit ve şantajlardan vazgeçmelidir.

Bunu için devletin yapması gerekenler;

1. Devlet PKK ile aracısız direk görüşmeli ve bu görüşmelerde 3. bir tarafsız gözlemci (buna denetleyici veya hakem de denebilir) heyet yer almalıdır.

2. Devlet, Kürt sorunu algısını değiştirmeli ve PKK ile Kürt sorununu net bir şekilde birbirinden ayırmalıdır. Devlet, yapması gereken düzenlemeleri PKK'nin tavrına bağlı olmaksızın bir an önce hayata geçirmelidir. Zira temel hak ve özgürlükler hiç bir gerekçe ile pazarlık konusu yapılamaz. Devlet yeni bir Anayasa ile etnik temeldeki tüm tanımlamaları ortadan kaldırılarak eşit vatandaşlık temelinde bir Anayasa yapmalıdır.

3. Kürt dilinin, eğitim, yargı, sosyal hayat vb. tüm alanlarda kullanımının önü açılmalıdır. Sadece özel okullarda Kürt dilini serbest bırakmak bir çözüm değildir. Kürtçe ikinci resmi dil olmalıdır.

4. Siyasal bir genel af çıkarılarak gerek cezaevlerinde, gerek dağda ve gerekse de yurtdışındaki tüm kesimlerin yeniden sosyal ve siyasal hayatta yer almasının önü açılmalıdır. Bugüne kadar çıkarılan infaz yasaları yeterli olmamıştır.

5. Ekonomik ve sosyal programlarla bölgenin kalkınması temin edilmelidir.

6. Soruna yaklaşımda; ötekileştirici, ayrıştırıcı, suçlayıcı ve saldırgan bir dil kullanılmamalıdır.

7. Düşüncenin özgürce ifadesi ve özgür siyasetin önü açılmalıdır.

8. Kürt Siyasetini PKK'nin silahlı vesayetinden kurtarmak için bölgedeki diğer siyasal oluşumlarla diyalog kurulmalıdır.

9. Seçim Barajı %5'e düşürülmelidir.

10. 30 yılı aşkındır süren savaşta mağdur olanların mağduriyeti her alanda giderilmelidir.

11. Devlet Türkiye dışında bulunan (Suriye ve Irak gibi) Kürtlere karşı daha kucaklayıcı bir yaklaşım sergilemelidir. Dünyanın herhangi bir yerinde Kürtler lehine meydana gelen gelişmeleri kendisi için bir tehdit olarak algılamaktan vazgeçmeli, hatta sahiplenmelidir.

12. Devlet, PKK ile farklı bir şekilde mücadele etse de sivil Kürt siyasetini PKK'den ayrıştırmalı ve siyasetin önünü açmalıdır.

10. Devlet, 30 yılı aşkındır süren savaşın, Türk ve Kürt halkları arasında oluşturduğu kan davasını ortadan kaldırmak için toplumsal projeler yapmalıdır.

30.09.2015, Essen

YAZIYA YORUM KAT

6 Yorum