1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Kürdistan'(lar)da Neler Olmuyor ki..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Kürdistan'(lar)da Neler Olmuyor ki..

06 Ekim 2013 Pazar 10:28A+A-

[email protected]

Hemen söyleyeyim; bazıları, kendilerinin hiç de türkçülük yapmadıklarını, ama kürdlerin kürdçülük yaptıklarını söyleyerek ve buna kendilerini safça inandırarak,  bu yazının başlığına bile  kızabileceklerdir.

Öyle ya, ’Ne demek, Kürdistan?’

Bunu söyleyenler, Sultan Süleyman’ın, 500 yıl öncelerde, fransız kralı Frasçesko’ya,  hükümdarı olduğu coğrafyaları sayarken, Kürdistan’ı da saydığını kabullenmekte bile zorlanacaklardır, muhtemelen..

Belki bazıları da, ’Birkaç tane Kürdistan mı var ki, (Kürdistan’lar) diyorsun?’ diye bozulacak..

Kürdistan..

Yani, halkının büyük ekseriyetini kürd kavminden insanların oluşturduğu coğrafya parçası..

Ve kavim ile kavmiyetçilik arasındaki farkı görmeyen veya görmek istemeyenler ise, müslümanlar arasında, kavim adlarının kullanılmasına bile, -kavimlerin bir ilahî takdir ile halkedildiklerini görmezlikten gelerek- karşı çıkacaklardır.

*

Düşünülmeli ki, 100 yıl öncelerde de bir Türkistan vardı.. Niceleri, o Türkistan kelimesiyle, acı-tadlı hayallere dalarlardı.. Hattâ, kapitalist ve komünist emperyalizm güçleri arasındaki ’soğuk savaş’ yıllarında, Türkiye’dekiler, Türkistan’dakilerin Sovyet emperyalizminin penceresinden kurtarılması için hayaller kurarlardı; Türkistan’lardakiler de Türkiye’dekilerin Amerikan esaretinden kurtarılması için..

Türkistan, bazı örf ve lehçe farklılıklarına rağmen, türk kavimlerinden kitlelerin yaşadığı büyük, geniş bir cografya idi.. Çok sağlıklı ve devam edebilen devletler kuramamışlardı, ama, aynı dinin mensubu olmaları açısından, bu müslüman halklar günlük sosyal hayatlarını da inançlarına göre şekillendirdikleri için, çok güçlü hükûmetler olmasa bile, engin Orta Asya steplerinde hayatlarını sürdürebiliyorlar veya gerektiğinde Afganistan Şahlığı veya Buhara Emirliği gibi hükûmetlerin etkisiyle sosyal bünyeler fazla bozulmalara uğramadan varlıklarını sürdürebiliyorlardı.

O coğrafya daha sonra 18-19. yüzyıllar boyunca, Rusya Çarlığı’nın, Doğu Türkistan da, 20. yüzyılda Çin’in istilâsına uğradı.

Sovyet Rusya döneminde ise, bu geniş coğrafyada yaşayan ve hemen tamamı müslüman olan halkların birlikte hareket etmesi ihtimalinin bertaraf edilmesi için bölünmesi gerekiyordu. Bunun içindir ki, bir takım lehçe farklılıkları ve geniş coğrafyalardaki yaşayış tarzı ve örf farklılıkları delil gösterilerek, Hazar Denizi batısındaki Azerbaycan’dan ayrı olarak, Türkistan denilen büyük coğrafyada türk kavimlerinin yaşadığı Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve daha çok fars kavminden taciklerin yaşadığı yörede de, Tacikistan adıyle  federe cumhuriyetler oluşturuldu ve Türkistan da, fiilen (Türkistan’lar)a dönüştü..

Bunlar (Türkistan’lar) da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin müslüman unsurları olarak, ama komünist sistem içinde eritilmeye çalışılacaktı. Görünüşte, Rusya da bu federasyon bünyesinde yer alan federe cumhuriyetlerden biriydi, ama, gerçekte hepsinin başında o bulunuyordu. İlginçtir, Kafkaslar’daki federe cumhuriyetlerden Gürcistan’da dünyaya gelen ve gürcü kavminden olan Stalin bile, Sovyetler Birliği’nin kurulması ve güçlendirilmesinde, resmî ideolojiye sımsıkı bağlanıp, kendi kavminden insanları bile ezmişti.

Bundan ayrı olarak, Rusya Federe Cumhuriyeti içinde de Çeçenistan, Dağıstan, Enguşestya, Tataristan, Başkurdistan gibi muhtar bölgeler de tesis edilmiş ve herbirisinin kendi iç bünyelerinde ayrı yönetim mekanizmaları oluşturulmuş, birbirlerini anlamamaları için farklı alfabeler dikte olunmuş ve hattâ kril alfabesindeki bazı harfler bile, bu coğrafyalardaki farklı türkçelerin seslendirilmesinde, farklı seslere tahsis edilerek, onların birbirlerini anlamamaları için gereken düzenlemeler yapılmıştı.

Sovyetler dağıldıktan sonra ise, o eyaletler, ayrı birer devlet halinde ortaya çıkarıldılar, bu federe cumhuriyetlerin başındaki eski komünist liderler, bu kez de bağımsızlık ve egemenlik önderleri olarak yerlerini alarak..

*

Bu kısa hatırlamalardan sonra, gelelim, (Kürdistan’lar)’a..

Önce hatırlayalım ki, Kürdistan denilen coğrafya, bugün, 100 yıl önceki gibi değil..

100 yıl önce, Kürdistan coğrafyasının büyük kısmı Osmanlı sınırları içinde, küçük bölümü de İran’da idi..

Bugün ise, Osmanlı’nın dağı(tı)lmasından sonra oluşturulan yeni devletlere ve çizilen yeni sınırlara göre, Kürdistan coğrafyası daha bir parçalandı ve dört parçaya bölündü.. Bugün, bu Kürdistan coğrafyası 4 ayrı ülkede, İran, Irak, Türkiye ve Suriye’de 4 ayrı parça halinde bulunuyor.

Ancak, İran dışında, yeni oluşturulan ülkelerde Kürdistan adı, onyıllar boyunca âdetâ buharlaştı..

Bazılarını, İran’da Kürdistan adında bir eyalet olduğuna inandırmak bile zor olacaktır. Ama, resmî adı Kürdistan eyaleti olan bir eyalet vardır, Batı İran’da.. Kezâ, Kürdistan adı da, diğer eyalet isimleri gibi, şehirlerin ve başkent Tahran’ın anacaddelerine veya ülke içindeki otobanlara  da verilmektedir.  Bu vesileyle eklenmeli ki, 30 sene öncelerde, Tahran- İstanbul hattına tahsis edilen İran yolcu uçağının adı Kürdistan idi..

İran Hava Yolları’nda yolcu uçaklarına, ülkedeki mevcud eyaletlerin isimleri de verilmişti.. Azerbaycan, Belûcistan, Khorasan, Mazenderan, vs. gibi..

Kürdistan isimli uçak Tahran- İstanbul hattında gidip gelirken, önceleri bir hassasiyet oluşturmuyordu herhalde.. Ancak, PKK’nın T.C. aleyhine silahlı mücadeleyi açıkça başlattığı Ağustos-1984’lerden sonra, Türkiye makamları bu isimden işkillendiler ve ’Bundan sonra Kürdistan isimli bir uçağın gönderilmesini istemiyoruz, onu değiştirin; aksi halde, bu isimle gelen uçaklara iniş izni vermeyiz.’ dediler.

Görüldü ki, bu ismin değiştirilmesinde ısrar ediliyor; dönemin en etkili isimlerinden Hâşimî Refsencanî’ye kadar götürüldü mes’ele.. O da, pragmatistliğini sergiledi ve ’Ne yani, bundan dolayı, o seferler ibtal mi edilsin? Azerbaycan uçağını gönderiniz de gözlerinin içi ışıldasın..’ dedi ve öyle yapıldı ve mes’ele kapandı.

*

Ama, bugün, İran’da Kürdistan eyaleti yine var.. Kavmî bölünme tehlikeleri kürd, azerî, türkmen, belûc, fars, arab, vs.. gibi gibi kavimlerin ayrılığını veya bunlardan birinin üstünlüğünü esas alarak devreye giren kavmiyetçi eğilimler ortaya çıkarılmak istense bile, halk kitlelerinden destek göremedikleri için, bu eğilimlerin etkisiz hale getirilmesinde başarı sağlandı ve sonunda, PKK’nin İran uzantısı olan PEJAK da, Şah zamanında Komola, Demokratlar vs. gibi isimlerle meydana sürülen siyasî ve yarı askerî organizasyonlar gibi, sahne dışına atıldı. Elbette bütün mes’eleler sadece sahne dışına atılmakla halledilemiyor, ama, gelinen nokta, iyi değerlendirilebilirse, yeni fitnelere yol açılmadan birçok mes’ele de halledilebilir.

*

Suriye Kürdistanı’na gelince.. Türkiye ile Suriye arasındaki 910 km.lik hemen bütün sınırlarını boydan boya kaplayan Rojava (Gün Batımı , Batı) denilen yöredeki durum hakkında söylenecek fazla bir şey yok..

Orada, PYD denilen ve PKK’nın Suriye uzantısı sayılan siyasî ve silahlı hareketin, yöredeki En’Nusra ve benzeri İslamî eğilimli silahlı gruplarla kanlı bir çatışmaya girdiği ve bu örgütün T.C. rejimiyle ve özellikle MİT’le, -MİT’in PKK ile olan ilişkisi dolayısiyle- ilginç bir irtibatının olduğu anlaşılıyor ve çağrıldıklarında İstanbul’larda veya diğer yerlerde toplantılar yapılıyor ve çok yönlü taktikler veriliyor-alınıyor gibi..

*

Irak’da Saddam’ın çökmesinden sonra, işgalci Amerika’nın dayatmasıyla hazırlanan Irak Anayasası’na göre, Kuzey Irak’da Irak Kürdistanı’nda bir mahallî hükûmet kuruldu, başına da Mesud Barzanî getirildi.  Dahası, Saddam ve Baasçılar rüyalarında görseler inanmazlardı; Irak Devlet Başkanlığı’na kürd kavminden Celâl Talebânî getirildi..

Irak Kürdistanı, son 8-10 senedir, son 100 yılda görmediği derecede ve kürd müslüman kürd halkının tarihî sosyal bünyesinde yeni ve derin hasarlara fırsat verilmeyecek şekilde, büyük sosyo-ekonomik değişim ve gelişmelere sahne olmakta..

Bunun neticesi olarak, Eylûl sonunda yapılan seçimlerde, Kürdistan Demokrat Partisi lideri Mesud Barzanî ve kadrosu, yüzde 53 gibi kesin bir ekseriyetle tekrar seçilmiş bulunuyor. Bu arada, özellikle Süleymaniye yöresinde onyıllardır etkili olan Celâl Talebânî’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği isimli partisi,  ’GORAN / Değişim’ adı ve iddiasıyla ortaya çıkıp yüzde 23 oy alan yeni bir siyasî hareketin de gerisinde kalarak, Irak Kürdistanı’nda, yüzde 21’le üçüncü siyasî güç durumuna düşmüş bulunuyor. Bir yıla yakın zamandır, Almanya’da tedavi altında tutulan ve canlı bir hücre halinde bulunduğu söylenen ve hattâ öldüğü, amma ölümünün gizlendiği ileri sürülen Talebânî’nin ölümü gerçekleşirse, etkisinin tamamiyle kırılacağı da tahmin edilebilir. Nitekim, bunun içindir ki, ortaya çıkan bu tablodan sonra, seçim çalışmalarını eşi C. Talebânî adına yürüten hanımı Heroxan Ahmed Talebânî’nin de  partisinden istifa etmiş olması ilginç bir gelişmedir ve bir çözülüşle noktalanabilir.

Bu arada, Mesud Barzanî’nin, Bağdad’la, Irak merkezî hükûmetiyle ilişkilerini Anayasa çerçevesinde ve ortaya çıkan büyük problemleri bile, bir çatışmaya dönüştürmeden hafifletmesi ve ayrıca, Türkiye’de Erdoğan Hükûmeti’yle birkaç yıl öncesinde tahmin edilemiyecek derecede sıkı bir dayanışma içinde olması, bölgedeki durumunu daha da perçinliyor denilebilir. Tabiatiyle, bunda Barzanî Ailesi’nin son 70 seneye damgasını vuran uzuuun ve çetin mücadelelerinin etkisi de görmezlikten gelinemez. Bunun elbette, T.C.’deki  PKK’nın mücadelesini de etkilediği ve etkisini ilerde daha da arttıracağı söylenebilir.

Ancak, burada bir mes’ele daha var ki, bu aynı zamanda giderek güçlenmekte olan GORAN Hareketi’ni de besleyen bir sosyal problemdir.

 

Bu kadar yaygın bir yağma varsa, halk onları nasıl seçiyor?

Nitekim, geçtiğimiz günlerde, eski CHP m.vekillerinden Mahmud Alınak’ın internet sitelerinde, ’Kürd Krallığı için mi Halepçelerde öldüler?’ başlığıyla yayınlanan bir yazısı bu açıdan ilginçtir. Yazısına,  ’Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne..’  diye başlayan Alınak,şöyle devam ediyordu:

Takvim yaprakları 16 Mart 1988 gününü gösterirken, Irak diktatörü Saddam Hüseyin'in emriyle havalanan savaş uçakları Güney Kürdistan'ın Halepçe kasabasına gaz bombaları yağdırıyordu. Bombardımanda beş bini aşkın insan yanarak ölmüş, yedi bin kadarı da yaralanmıştı. Halepçe bir ceset denizine dönmüştü o gün. Göğsüne sımsıkı bastırdığı ölmüş bebeğinin üstüne kapanan zavallı bir babanın objektifte donup kalan cansız görüntüsü yıllar boyu katliamın tanığı ve simgesi haline gelmişti. (…)

Kürtler için Halepçe ne ilkti, ne de son oldu. Hikâyesi uzundur: bir sene sonra 1989'un sonbaharında, Saddam'ın üstlerine yağdırdığı zehirli bombalardan kaçan yüz bine yakın Kürt, geride binlerce ölü bırakarak Uludere ve Çukurca'daki sarp vadilere sığındılar. (…) Göz alabildiğine uzayıp giden derin vadiler mahşeri bir insan deryasıyla çalkalanıyordu. İnsanlar aç, çıplak, yorgun ve perişandı. Acı bir çaresizlik oturmuştu solgun yüzlerine. Bizi görünce, "Bimre Saddam, bijî Berzanî,"diye slogan attılar. Ayakta konuştuğumuz buğday tenli orta yaştaki bir peşmerge komutanı,"Geri gönderilirsek daha sınırda bütün halkı makineli tüfeklerle tararlar,"dedi. (…) Yaşlı bir adam vardı orada. Kasvetli bir sessizlik içinde bir taşa çökmüştü. Tanınmaz haldeki yüzü, elleri ve çıplak ayakları yanıklar içindeydi. Güçlükle nefes alıp veriyordu. Düşünceleri başka bir yerdeydi. Kül rengi gözleri kederle dalıp gitmişti önündeki boşluğa.  Sorduğumuz sorulara cevap vermedi, ya da veremedi; davul gibi şişen morarmış dudakları hafif bir iniltiyle kıpırdadı. Sanki yanardağlar patladı o an içimde. Kendimi bıraktım, gök gürler gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

Bir kâbus gibi geçen sekiz yıllık milletvekilliğim boyunca bir tek o zaman bir işe yaradığımı hatırlıyorum. (…)

Ertesi gün birçok gazete kederler içindeki o yaralı yaşlı adamın fotoğrafını koymuştu birinci sayfasına. İç ve dış kamuoyu olaydan haberdar olunca, (…) Başbakan Turgut Özal (…) sığınmacıların kurulacak çadır kentlerde misafir edileceğini açıkladı.  (…)

Güneyli Kürtler işte böyle nice Halepçelerde katledilerek geldiler bugünlere.

Mesut Barzani ve Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülkleri gazetelerde çıkınca bir Kürt siyasetçi, "İstanbul'daki bu mülkler Güney'deki mülklerin yanında devede kulak kalır,"dedi, kanıksamış bir tavırla.

Sonra beni daha da şaşırtacak şu sözlerle devam etti konuşmasına: "Halkın kanı ve gözyaşı pahasına kurulan ülke, iki ailenin fertleri arasında parsellenmiş durumdadır.  Gidip Hewler (Erbil)’i görmen lâzım, zenginliği ve göz kamaştıran şatafatıyla Avrupa'nın gözde bir kentidir sanki. O dev kentin neredeyse Kars'ın yarısı  büyüklüğündeki görkemli bir mahallesi tümüyle Neçirvan Barzani'ye aittir.

Ülke pazarı yabancılara; İran, Mısır ve Türk iş adamlarına peşkeş çekilmiştir. Anlayacağın ülkenin sömürge statüsü sadece şekil ve el değiştirmiş. Devleti bu iki aile yönetiyor. Ülkede yapılan her ticari işe bu iki ailenin fertleri ortaktır. Hiçbir yatırım yok, bir toplu iğne dahi üretilmiyor. Ayran bile dışarıdan geliyor. Otellerde ve işyerlerinde Kürtler değil yabancı işçiler çalıştırılıyor. Ülkeye petrol gelirlerinden akan paranın haddi hesabı yok. Üretimden koparılan ve münzevileştirilen halka maaş adı altında sınırlı para ve gıda yardımı yapılıyor. Geriye kalan milyar dolarlar ise Barzani ve Talabani ailesi fertlerince Türk ve Avrupa bankalarına taşınıyor. Yabancı bankalardaki dolar hesapları açıklansa küçük dilini yutar çoğu insan. Küçüğünden büyüğüne kadar hepsi saray hayatı yaşıyor.

Yönetimden kimse hesap soramıyor. (…)Basın özgürlüğünün kırıntısına dahi izin verilmiyor. Birçok gazeteci öldürüldü. Sesini çıkaranlar cezaevlerine kapatılıyor. Kürt polisler (…) kaba ve serttirler. Hakaretlerinin Kürtçe olması daha da acıtıcı oluyor. En ufak bir demokratik kıpırdama bile (…) polis şiddetiyle bastırılıyor.."

Alınak, daha sonra şunları da söyleyerek yazısına son veriyor: ‘(…) milliyetçiliğin halkın değil egemenlerin bir ideolojisi olduğu ve sadece onlara hizmet ettiği Türkiye ve Güney Kürdistan'daki pratikle bir defa daha gün ışığına çıktı.

Hiçbir halk bir oligarşi ya da bir burjuva sınıfının iktidar olduğu bir düzende özgür olamaz ve ülkesinin zenginliklerinden yararlanamaz.  Özgürlüğün yolu halkın söz, karar ve denetim yetkisine sahip olduğu ve yönetenleri yönettiği kendi iktidarından geçer. Yoksa ezilen halklar kurtulduk diye bayram ederken, bir sabah kalktıklarında kendilerini kendi zalimlerinin pençesinde bulurlar. O gaflet uykusundan uyandıklarında artık ne uğrunda öldükleri devlet kendi devletleridir, ne de nice nice hayallerle süsledikleri bayrak kendi bayraklarıdır. Nasıl ki Türk devleti ve ay yıldızlı bayrağı Türk halkının değil Türk hükümran sınıfının ise, nasıl ki Federe Kürt Devleti ve bayrağı Kürt halkının değil bir avuç Kürt hükümranın ise..’ 

Evet, Alınak’ın sözlerinde eleştirecek yerler de bulunabilir, ama, bunlar doğruların görülmesini engellemeli mi?   

 

Ve, Türkiye Kürdistanı etrafında..

Alınak, 2 Ekim günü de, Türkiye’deki gelişmelerle ilgili olarak, 15 Mart 2013 günü yazdığı ve ilginç tesbitleri bulunan bir yazısını tekrar yayımlıyordu. Bu yazıyı da,  -Bazı yerleri siyahlaştırarak ve özetle- buraya almakta fayda olsa gerek..  

‘Kürt Hareketi iyimserlikle tedirgin bir karamsarlık arasında gidip geliyor. Bir bocalama içinde, şüpheci, kaygılı ve tereddütlü. Tayyip Erdoğan’ın ne yapacağını ve ne yapmak istediğini kestiremiyor. Kendisini kuşatan puslu havayı aralayamıyor, önünü göremiyor. Tayyip Erdoğan’a sert çıksa  “hassas süreci” baltalamış olmaktan çekiniyor. Alttan alsa direksiyonu büsbütün AKP’ye kaptırmaktan ve bir bilinmezlikte irtifa kaybetmekten korkuyor. 

Suyun başını Tayyip Erdoğan kesmiş, Kürt Hareketi ise ona kilitlenmiş, ne söyleyecek, ne yapacak onu bekliyor.

Eskiden ümitler ABD’ye bağlanmıştı. “ABD bu baharda çözecek,” deniyordu. ABD’ye heyet üstüne heyetler gidiyor, ABD başkanlarına peş peşe mektuplar yollanıyordu. O zamanlar Kürt siyasetinde diplomasi rüzgârları esiyordu. Böyle nice baharlar tüketildi.

(…) ABD hayali suya düşünce gözler bu defa da AB’ye çevrildi; AB kapılarında kurtuluş arandı. Diplomasi adına gidilmedik, kapısı çalınmadık Avrupa devleti bırakılmadı.

Ancak siyasetin amansız çarkı çok geçmeden o beklentileri de tuzla buz etti. Dışarıdan ümitler kesilince bu kez devletle doğrudan görüşmenin yolları arandı. Bunun için seçimlere girildi (…) Milletvekillerinin devletle diyalog ve müzakere kanallarını açacaklar düşünülüyordu. Geçen zamanda bu hayal de suya düştü.

Yıllar böyle yanlış hesaplar üzerinden akıp giderken nice ocaklar söndü, iki taraftan nice gençler öldü. BDP’ nin son Karadeniz gezisiyle de gün ışığına çıktığı gibi geçen zaman içinde Türkler Kürtlere düşman kesildi. (…) Bunda elbette Kürt hareketinin payı da vardır. Kürt siyaseti Karadeniz’e ne ekmişti ki biçmeye gidiyordu! Hareketin öncüleri nedense kendilerini çocuklarını kaybeden Türk insaninin yerine hiç koymadılar.  Ne yazık ki Türk insani da kendisini tüm ulusal ve sınıfsal hakları gasp edilen Kürtlerin yerine koymadı, empati kurmadı, kuramadı.

(…)Legal Kürt siyaseti bu hukuksuz izolasyonu kıracak sivil bir proje geliştiremeyince, cezaevlerindeki PKK’ li tutuklular devreye girdi. Açlık grevleri sürerken ortalık bir anda hareketlendi. Dışarıdan ümidini kesen Öcalan meğer o günlerde, “MIT başkanı Hakan Fidan’a sahip çıkmak gerek,” diye düşünerek ona bir mektup yollamış. Bunu Öcalan’ın İmralı’da görüştüğü milletvekillerine söylediği sözlerden öğreniyoruz. MIT başkanı Hakan Fidan, Öcalan’dan gelen mektubu alınca soluğu başbakanlıkta alıyor. (…) İşte Tayyip Erdoğan’ın, “Çözüm süreci” adini verdiği masal böyle başlamış oluyor. (…) Erdoğan’ın yapmak istediği şey, bir tasla birkaç kuş vurmaktır. Neredeyse herkesi beklenti içine soktu. Türk yoksulları artik çocukları ölmeyecek diye bekliyor, Kürtler hem hakları verilecek, hem de çocukları ölmeyecek diye bekliyor, dağda ve cezaevlerinde olanlar ailelerine kavuşacaklar diye bekliyor. (…) Artik içeride ve dışarıda tüm ilgili kişi ve çevreler Tayyip Erdoğan’ın ağzına bakıyor. O da kanı durduracak bir kahraman edasıyla il il dolaşıp, (…) şatafatlı konuşmalar yapıyor. 

(…) Şimdi hangi yakıcı neden, hangi etkili güç onu çözüme zorladı ki sorunu çözsün?

ABD -kendi çıkarlarına hizmet edecek bir çözüm için de olsa - bu sürecin içinde ya da yanında mi? Hayır! Peki AB?  O da yok. İçte bir baskı var mı? (…) Kürt siyaseti içte ve dışta yarattığı çok yönlü sivil baskı ile AKP’yi köşeye mi sıkıştırmış? Tayyip Erdoğan boş alanlara seslenir hale mi gelmiş? Meydanlarda anneler ve babalar tarafından protesto mu ediliyor? (…) Kimse boşuna hayal kurmasın ve halkı da kendi yanıltıcı hayallerinin peşinden koşturmasın. Tayyip Erdoğan bu süreçten faydalanabildiği kadar faydalanmaya, siyaseten rant sağlamaya çalışacak. Kürt Sorunu da ne yazık ki bir defa daha bilinmez bir geleceğe ertelenecek. (…)’

Evet, Alınak’ın bu tesbitlerinde de ilginç tesbitler, itiraflar, umutsuzluklar ortaya konuluyor.

*

Dilerseniz, bir de ‘Diwanxane’ isimli sitede,  ‘Diyarbakır Etrafında Surlar Var..’ başlığıyla 20 Eylûl tarihli bir yazıya bakalım, özetle ve bazı yerleri siyahlıyarak..:  -Ki, fakir de, Bağlar başta olmak üzere, Diyarbekir’de 1964-68 arası yaşamıştım. Dahası, askerliğimin büyük kısmını yaptığım Malazgirt’te, çantamdaki bazı İslamî kitabların kürdçülük propagandası içermiş olabileceği ihtimaliyle alınıp götürülüşünü ve arkadaşlarım arasında, üzerimde bir mahalle baskısı oluşturulmak istenişini de bu vesileyle belirteyim. Herhalde kürd kavminden olmayışım dolayısiyle fazla ilerletememişlerdi, o baskılarını..-

*Diwanxane’de yayınlanan ve benim e-mail adresime de gelen yazısında, Tayfun İşçi imzalı arkadaş da şunları yazıyor:

Diyarbakır’dayım, Diyarbakır’ın Amedleşmediği yıllarının anılarında koşuşturuyorum. (…)

 Sonra halk gerçekliğinden habersiz sosyalist kulvarda devrimcilik oynadığım gençliğim geliyor aklıma, anarşist olmakla suçlanıp nezarethanelerinde konakladığım Çarşı, Bağlar, Mardinkapı karakollarını ve birinci şubenin (Siyasi Şube) İşkence hanelerini hatırlıyorum. Çoğu biraz değişimle birlikte yerli yerinde. 70’li yıllarda en yüksek duvarlarına ”Kürt Türk kardeştir, Amerika Rusya Kalleştir” yazdığım Urfakapı surlarının altından geçiyorum. Sonra eskiden Saray kapısında olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ndeki yargılanmalarım geliyor aklıma..

Geçmişte yerelması topladığım toprak arazi üzerine kurulmuş azametli adalet sarayına ulaşıyorum. Diyarbakır’ı yeniden Amed’leştiren arkadaşlarım yargılanıyor. 6. Ağır Ceza mahkemesinde KCK davasından. (…)

Diyarbakır’ı biliyorum tanıyorum. Amed’i tanımak anlamak istiyorum.  40 Yıldır Amet’leşmek için koşturmama rağmen yabancısıyım Amed’in.

Diyarbakır iki parçaydı eskiden  bajari (Şehirli) ve Gundi (Köylü) bunu üretim ilişkileri değil, Diyarbakır surlarıydı  ayıran. Biz Bağlar çocukları Şehirlilerin alay konusuyduk, biraz da yabanisi.  Devlet bizim için şehirdi. Jandarması, polisi, bürokrasisi ve eşrafıyla. Gönüllü korumaları esas olarak “pexas”larıydı Diyarbakır’ın. Her küçenin başında “alikıran başkesendi” onlar.

Diyarbakır’ı surlar ayırırdı önceden. Zaman geçti, Şehir taştı, tren yolu sınır oldu biz Bağlar’lılara. Biraz olsun kaynaşmıştık. Ama biz yine de Bağlar’lıydık.

Bağlar’a dönüyorum eskinin izlerine basarak. (…) Geçmişimi, tarihimi gençliğimi özlemimi memleketimi buluyorum. Diyarbakır’ın saflığını temizliğini berraklığını, Candaşlığını buluyorum. Çok özlemişim. Özlediğim sadece onlar değil. Onlardaki kendimi özlemişim. Mevzu anılarda dolaşırken bu güne Amed’e ulaşıyoruz. (…)

Laf lafı açıyor. Söz dönüp dolaşıp Diyarbakır (sur) bedenlerine geliyor.

Heval (dostum, arkadaşım) ! diyor. M…, Eskiden bedenler (surlar) ayırırdı bizi şehirden, şimdi kadrolar beden olmuş şehre ulaşmanın önünde.

Önce pek anlayamıyorum.

‘Adamını bulmadan Partiye, Belediyeye ulaşmak derdini anlatmak imkansız heval!’

Allahıma doğrudur diye onaylıyor H… . Kendisine kadro “değer ailesi“ süsü verenler Şehrin etrafını kuşatmış, yaklaşılmıyor yanlarına.

 E… alıyor sözü, ’hoca beni bilisen, biz Egil Beğleri’nden az çekmedik. Kimliğimizi onurumuzu çiğnetmedik,Yüz yıl önce  geldik buralara. Şimdi bu beglerle uğraşıyoruz. Bunca bedel bunca zindandan sonra biz olmuşuz, hayın; onlar olmuş yurtsever. Allahıma bu bana zor geliyor.’

(…) Mahalle komitelerini soruyorum. Bu komitelerin olduğunu, ancak bunlarında ’değer aileleri’nin kontrolünde olduğunu açıklıyorlar. “Değer ailesi” ne demek diye soruyorum. Şehit ailesi gibi bir şey diye dönüyorlar bana.

M…”, ’Bak ortak, elbette bedel ödemiş, mağdur olmuş aileler başımızın tacıdır. Ama adam her türlü ihaneti yaşamış, ispiyoncunun teki; amcasının oğlu, dayısının kızı şehit düşmüş diye bize hükmediyor. Sen bizi tanisan, tonlarca akrabamız şehittir ve bizler bu dava uğruna az çekmedik. Şimdi gel bu  ruttolarla  uğraş..’

H…söze giriyor. ’Bilisen heval, eskiden Diyarbakır’da Kürtçe fazla yoktu. Şehirlilerin büyük bir kısmı Türkçe konuşurdu. Bunların çoğu Kürtçeyi unutmuş. (…) Kürtçe bilmediği için adam yerine konulmuyor. Anlayacağın ikinci sınıf vatandaş.  Anlayacağın’değersiz aile’.

Ardından hemen ekliyor, ’gerçek kadronun gözünün yağını yiyeyim. Onları bunlarla kıyaslama heval. Onlar herkesi kucaklamaya çalışıyor. Bir kişi bir kişidir, ama onlara ulaşmak için bu çemberi nasıl yarıp da buluşacağız vallahi bilmiyoruz. Bu yalaka takımı beden olmuş aramıza girmiş. Vallahi başa çıkamıyoruz.’

(…) Araştırmacı aydınlarımızdan biriyle buluşuyoruz Kürt sorunu nedeniyle cezaevlerinden işkencelerden geçmiş biri. Şehrin en tanınmış iş adamı, siyasetçi ve aydınlarıyla bir projede çalıştığını anlatıyor. Kapitalizmin Diyarbakır’da hızla yayıldığını ve her şeyi etkilemeye yönlendirmeye başladığını belirtiyor. Siyasi çevrelerde demokratik modernitenin konuşulduğunu ama yaşamda kapitalizmin şehri kuşattığını anlatıyor. Paranın gücünün zehirleyici ve kuşatıcı olduğunu ve bunun etkili çevrelerde etkili olmaya başladığını belirtiyor.

(…)  Sanat Sokağını soruyorum. Yanımdaki dostlardan biri, gevezeler sokağı mı diye yanıtlıyor. Diyarbakır’ın misafirleri orayı aydın yazar ve entellerin toplandığı sanat sokağı olarak tanır. Biz oraya gevezeler sokağı deriz. Amed’de mücadele içinde olanların oraya gidecek zamanı mı var? Orası mücadelenin dışında boşboğaz tartışmalarının yapıldığı bir mekân.  Sanat sokağında sanatsal faaliyet arıyor gözlerim. Sanata dair hiçbir şey bulamıyorum.

(…) Sonra çözüm sürecine geliyorum. Dostların harekete ve önderliğine güveni tam. Ancak aralarından biri. ’Biz bu devleti bize karşı hiç dost görmedik. Amed halkı devletin dışında olmayı gurur vesilesi sayar. (…) Kim devlete yakındır bizim gözümüz tutmaz..’ diyiveriyor.

Devlete güvensizlik açık, ama, bir an önce barışın yaratılmasında da herkes hemfikir.’

*

Evet, Ortadoğu’da onmilyonlarca kürd insanını ve tabiatiyle yüzmilyonlarca müslüman halkın herbirisinin geleceğini derinden etkileyebilecek Kürdistan coğrafyası üzerinde biraz olsun kafa yormak isteyenler için, bu alıntı yazılarda öğrenilecek ilginç bilgiler olsa gerek..

YAZIYA YORUM KAT

10 Yorum