1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Korku, Susturanda Zulüm, Susturulanda Öfke Biriktirir
Korku, Susturanda Zulüm, Susturulanda Öfke Biriktirir

Korku, Susturanda Zulüm, Susturulanda Öfke Biriktirir

​​​​​​​Devlet ve örgüt gibi organizasyonların toplumları, değer vermek gibi ikna yöntemleri yerine korku duvarları üzerinden yönetmenin yollarını keşfedeli binyıllar geçti.

16 Ekim 2017 Pazartesi 19:32A+A-

Zafer Burakmak’ın Yazısı:

Korkunun terbiye etme ve hükmetmenin en kestirme yöntemi olduğunu bilmek için sosyolog olmaya gerek yok. Çocukları olan her anne baba dahi bu yöntemin kolaylığına şahit olmuştur. Ancak aynı şahitlik, bu yöntemin zararlarını da göstermiştir. Yine de bir iki çocuklu ailelerden, birkaç işçilik işyerine kadar küçük topluluklar üzerinden bu tecrübeyi yaşamış herkeste gelişen akıl, bin yıllık tecrübesi olan devletlerde çok daha komplike bir şekle bürünmüştür.

Devlet ve örgüt gibi organizasyonların toplumları, değer vermek gibi ikna yöntemleri yerine korku duvarları üzerinden yönetmenin yollarını keşfedeli binyıllar geçti. Bu topraklarda da Cumhuriyetin kuruluş yıllarında bu yöntem kanlı bir şekilde yaşanırken sonrasındaki yıllarda da bu korku psikolojisine sürekli başvurulmuştur. Yaptıkları bir yana yapacaklarının dillendirilmesi bile dehşet salmaya yeterliydi. Görece hakların geniş tutulduğu bir ortamın Kürt hareketlenmesine neden olacağı tartışmalarının yaşandığı 1960 yılında Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, eğer Türkiye’de Kürt huzursuzluğu olursa “Ordu kasabaları ve köyleri bombalama konusunda tereddüt yaşamayacaktır; yaşadıkları yerler ortaya çıkacak kan banyosuyla boğulacaklardır” ifadelerini kullanıyordu. Eski bir asker olan Gürsel, en kestirme yöntemin korkuyla sindirmek olduğunu biliyordu. Yine eski bir İçişleri Bakanı’nın “Dağları koruyan jandarma değil, jandarmanın korkusudur” sözü bu mantığın tezahürüydü.

Ancak toplumları yönetmenin tüm spesifik yönlerini tecrübe etmiş, hepsinden kimi zamanlar yararlanmış bir devlet geleneğinden söz ediyoruz. Kimi zamanlar sertleşen devlet yapısı, kimi dönemler görece daha yumuşak bir ortamı yaşatmıştır. Bu dönemlerden biri de AK Parti iktidarı ile başlayan süreçti. Sistemde öncesinden başlayan yumuşama eğilimi, AK Parti iktidarı ile toplumun tüm kesimlerine sirayet edecek tarzda gelişti. Öyle ki demokratikleşme denilen sürecin, Türkiye’de varabileceği en yüksek noktayı da müşahade etmiş olduk. Ancak yine aynı devlet, bugün yine aynı partinin iktidarında sert bir viraja girmiş bulunuyor. Ve bu viraj uzadıkça savrulmanın boyutu da genişliyor.

Her dönemin devlet tepkisi değişmekte, topluma gösterilen sopanın rengi tehlikenin seviyesine göre belirlenmektedir elbet. Cumhuriyetin ilk dönemlerinin kan rengindeki kırmızı sopası ile 28 Şubat post-modern darbe sürecinin yargıdaki “hakim tokmağı” arasındaki farkı görmemek mümkün değil. Yine de amaçlarına aynı yönde farklı yollarla gitmek istedikleri aşikar. Bunun yanında 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki süreçte yaşananların boyutu ve süreci, söz konusu devlet aklının yürürlükte olduğunu gösteriyor. AK Parti döneminde toplumun farklı siyasi fraksiyonlarından, devlet memurlarına kadar geniş bir kesimde sistemin kaldıramayacağı kadar bir demokratikleşmenin yaşandığı görülüyor. AK Parti ile başlatılan demokratikleşmeyi hem dindar hem de Kürt çevrelerine fazla gören ve yine bu parti eliyle sınırlamaya hatta geriletmeye çalışan bir devlet mantığı hortladı. 15 Temmuz darbe girişimi ardından FETÖ ile mücadele için ilan edilen OHAL kapsamında yayınlanan Kanun Hükmünde Kararnameler ile yüzbinlerce insanın etkilendiği operasyonlar bunun bir yansıması. Öyle ki, toplumun her kesimine bir şekilde dokunulmuş ve bir korku psikolojisinin salınması hedeflenmiş durumda. Devlet memurlarını , adaylarını ve memur yakınlarını etliye sütlüye karışmayacak tamamen apolitik bir seviyeye getirmenin çabası yürütülüyor adeta. Bu çaba, bugünle sınırlı kalacak bir etki oluşturmayacak, her devlet memuru ve adayında “bugün hukuki görünen ama yıllar sonra karşıma çıkabilecek tehlikeler” paranoyası oluşturacak şekilde gelişmektedir.

PKK ile ilişiğinden kaynaklı tutuklamaları bir yana bırakarak değerlendirmek gerekirse Kürt illerinde Eğitim-Sen ve belediyeler üzerinden yaşanan ihraçlar ve açığa almaların da aynı mantıkla yürütüldüğü görülmektedir. Bölgenin özel dengelerinden ötürü biraz daha dikkatli yürütülen süreç, 1990’lı yılların hatasına düşülmeden ilerletilmeye çalışılıyor. Öyle ki siyasi aklın direttiği bu direnç, güvenlik bürokrasisini kimi noktalarda frenlemek zorunda kalıyor. Ancak yine de çatışmalı ortam nedeniyle güvenlik bürokrasisine yapılan yetki devri, güvenlikçi mantığın kendi raconunu hissettirmesine neden oluyor. Devlet memurlarının siyasi faaliyetlerinde yaptıkları eylemlere KHK ihraçlarıyla bir ket vuran akıl, şehirlerdeki kesimlere OHAL üzerinden bir korku psikolojisi yaratmış durumda. Bu psikoloji hem memur yakınlarını hem de memur olmak için uğraşan gençleri sınırlıyor. Özellikle PKK’nin şehirlere taşıdığı savaşın yıkımından duyulan rahatsızlıkla birleşen bu devlet sınırı, şehir sosyolojisine hakim olmuş durumda.

Ancak hem şehir merkezlerindeki savaşın verdiği yıkıma şahit olmamaları hem de OHAL ve KHK’lara yansıyacak bir devlet aidiyet ve ilişiklerinin bulunmaması nedeniyle kırsal kesimlerde istenen sonuç yaratılamamıştır. PKK üyelerinin kırsal kesimdeki ilişkilerini bloke etmek isteyen güvenlik bürokrasisi ise, Çözüm Süreci’nin oluşturduğu rahatlama psikolojisini ve bu psikolojinin kırsal kesimlerde verdiği cesareti kırarak kontrolü tekrar bütünüyle ele almak istemektedir. Bir güvenlikçi kafa için bunun en kestirme yolu da korku salarak yapılabilir. Bu nedenle bölgedeki köylerde gayri insani tavırlar gittikçe artıyor. Şapatan köyündeki toplu dayak olayı, bu çabanın somut göstergesi olarak medyaya yansıyan bir örnek. Bu yaklaşımın tek sonucu Şapatan değil elbet. Süreç, güvenlik bürokrasisinin gittikçe sertleşen eylemleriyle korku üzerinden kontrol sağlamak istemesi, buna karşın siyasi erkin ise gittikçe artan hak ihlalleriyle karşı karşıya gelmesiyle sonuçlanıyor. Hükümet bu sürece müdahale etmediği müddetçe hem güvenlik bürokrasisinin insiyatifi ele geçirmesini hem de toplumun kısa süreli sindirilmesine karşın orta ve uzun vadede Türkiye’ye olan aidiyet bilincini yitirmesini durduramayacaktır.

Buna karşın Türkiye’deki Kemalist zihin kodlarına benzer bir mantıkla büyüyen PKK de aynı yöntemi, hukuka bağlı kalmak zorunda olmayışının verdiği rahatlıkla kanlı bir şekilde uygulamaktadır. Son dönemlerde etkinliğini kaybeden örgüt, topluma varlığını hissettirmek için kimi saldırılar düzenliyor. Örneğin karakollar için yol, elektrik hatları, yiyecek temini gibi çeşitli alanlarda çalışan işçilere yönelik saldırılar bu amaca matuftur. Bölgedeki AK Partili siyasetçilere yönelik saldırılar da hakeza. Devletle girdiği çatışmalarda ciddi kayıplar yaşayan PKK, işçiler ve siyasetçiler gibi kolay hedeflere saldırarak toplum üzerindeki hakimiyet alanını sürdürmek istiyor.

Şapatan Köyü, Kürt toplumunun sindirilmeye çalışıldığı tezinin somut bir kanıtıdır. Çünkü kimi polis memurlarının onlarca kişiyi meydan dayağından geçirdiği köyde, PKK üyelerinin de kendilerinden olmayanları korku ile sindirmeye çalıştığı saldırıları yaşandı. Şapatan’da köylülerin sıra dayağına çekildiği günden 46 gün sonra bu kez PKK, İslami kimliğiyle bilinen bir esnafın işyerini bombalamıştı. Örgüt kendinden olmayan muhalif bir kesimi korkuyla sindirerek zapturapt altına almayı hedeflemektedir.

“Boyun eğmenin dışsal görünüşü, baskının içsel olarak kabul edildiğinin bir kanıtı olamaz” demişti bir yazar. Kürt toplumunda korku ve şiddet ile yaşanacak bir suskunluk, susturanın zulmünü, susanın ise öfkesini çoğaltır. Bir toplumla gelecek planı yapan her güç için ise zulüm kara bir leke, toplumdaki öfke ise en büyük tehlikedir.

Kaynak: Yöneliş Haber

HABERE YORUM KAT