1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ’Kişi, noksanın bilmek gibi irfan olmaz..’ -2
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

’Kişi, noksanın bilmek gibi irfan olmaz..’ -2

18 Ekim 2012 Perşembe 20:30A+A-

[email protected]

 

 (Konunun bütünlüğünü sağlamak için, önceki yazının son paragraflarını tekrarlıyayım..)

(…) / Geçen hafta, Viyana’da bazı kardeşler de, benzer konuları dile getirip; ’İnqılab’dan yüz mü çevirdiniz veya ümid mi kestiniz?’ diye soruyorlardı. Anladığım mânâda inqılabî çizgiden asla ayrılmadım ve ümidimi de kesmedim.. Ancak, inqılabî çizgiden anlaşılan nedir, o daha bir ayrı konu..

Bazıları da, ’böyle bir devlet yönetiminde şia mezhebinden olmayanların durumu nasıl olur ve onların bey’atleri ekseriyetin mezhebindeki gibi midir, istisnaları var mıdır?’ diye soruyordu.

*

14 Ekim günü de, Frankfurt Enternasyonal Kitab Fuarı’nda, İran standını, bölümünü ziyaret ederken, orada bir yayıncı ile sohbete daldım.. Biraz sohbet ettikten sonra, ’mezheb’imi sordu..

Kendimi muslim/ müslüman dışında isimlendirmeyi doğru bulmadığımı söyleyince, muhatabım, ’Evet, evet, doğru.. Aga-y’ı Khameneî (İnqılab Rehberi) de aynen sizin gibi düşünüyor ve bu yolda ilerliyor..’ dedi.. ’İnşaallah öyledir..’ diye temennimi ifade ettim.

Sonra.. Suriye Buhranı’na gelince, sohbet..

*

Evet, önceki yazının bu son paragraflarını tekrarladıktan sonra konuya devam edebiliriz..

*

Ancak, sıradan bir yayıncı olmayıp -kendince- İslamî dikkat sahibi olduğu anlaşılan muhatabım mezhebimi sorarken, ’Alevî misin?’ demekten de kendisini alamamıştı..

Bu, İran’lı şiî müslümanlardan bir çoğunda görülen bir yanlış..

Çünkü, onlar, ’alevî’ sözünün Ali’yi sevmek mânâsına geldiğini biliyorlar elbette.. Kezâ, ’şiî’ kelimesinin de tarafdar demek olduğunu, (şia-y’ı Ali/ Ali tarafdarı gibi) biliyorlar elbette.. Ama, şiî sıfatından ayrı olarak, ’alevî’ terimini bir de, kendilerinin, yani, 12 İmâm / İmamiye-i İsna- Aşeriyye/ Caferiyye veya Şia  mezhebi dışında olanlar için özel bir isimlendirme olarak kullanıyorlar.

Böyle olunca da, ’alevî’ denilenlerden bazı grupların, kendilerinden farklı ve itiqaden yanlışlıklar ve hattâ, tarafdarlıkta sınır tanımaz bir aşırılık yüzünden, ’gulûvv’ / taşkınlık ve sapkınlık içinde oldukları da anlatılmış oluyor.. Ama, bununla birlikte, o taife ile aralarında, Hubb-i Ali/ Muhabbet-i Ali, (Hz. Ali’ye muhabbet) açısından yine de bir müştereklik  bulunduğunu düşünüyorlar.

Nitekim, son zamanlarda, İran medyasından  stratejik değerlendirmeler yapan bazı yayınlarda Suriye’deki Beşşar Esed Hükûmeti’nin, ‘dowlet-i alevî /alevî hükûmeti’ olduğu vurgusu yapılırken, böylece, onunla kendileri arasındaki benzerlikleri kadar, uzaklıkları da işaretlenmiş oluyordu..

Bu açıdan, muhatabım da,  İran ve İnqılab hakkında ilgi ve bilgileri olduğunu gördüklerinin önce, ‘alevî’ olmaları ihtimalini düşünüyor olmalı ki, ’Alevî misin?’ diye bir ortak bağ bulmaya çalışıyor gibiydi.. Ve bunu sorarken, Türkiye toplumu hakkındaki yaygın yanlış kanaatini, Türkiye’de alevî denilen kesimlerin çok büyük bir kesiminin İran’daki inqılab hareketine taa başından beri, kemalist-laik bir tepkiyle, çok uzak durduklarını bilmediğini de göstermiş oluyordu..  Kezâ, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’in -alevî veya şiî olmayan- diğer müslümanlarca da sevilip sayıldığı ve onlara düşmanlık beslemenin kabul edilemiyeceğinin bir inanç gereği gibi görüldüğü gerçeğinden de bir habersizlik sözkonusu idi..

Muhatabımın’Alevî misin?’ şeklindeki sorusuna, mezhebî mensubiyeti öğrenmek isteyenlere hemen daima yaptığım hatırlatmada olduğu gibi, ‘Ben müslümanım ve bunun dışında, İslam içindeki alt kimlik ve sınıflandırmaları yansıtmıyorum.. Gerçi, yanlış anlaşılmasın, hanefî-sünnî kültürüyle büyüdüm ve günlük ibadetlerimi de, -alışkanlıkla, kolayıma da geldiği için- genel olarak ona göre yerine getiriyorum..’ karşılığını verdim..

Muhatabım da, soruyu bu şekilde sormasının yanlışlığını zımnen kabul edercesine, ‘Evet, evet.. Doğru.. Aga-y’ı Khameneî  (İnqılab Rehberi) de aynen sizin gibi düşünüyor ve bu yolda ilerliyor..’ dediğinde, ‘İnşaallah öyledir..’ şeklindeki temennimi dile getirdim..

Ancaaak, gerçek böyle miydi?

Özellikle de, ‘Suriye Buhranı’ karşısında takınılan ve -İran içindeki durumu, resmî çizgi dışında, çok yönlü konuşulamadığından tam olarak bilemesek de- hemen bütün dünyadaki müslüman toplumlar tarafından tam bir hayal kırıklığı ile izlenen ve İslam İnqılabı’nın temel düsturlarına ve yükselttiği değerlere kurşun sıkarcasına takib olunan ve İnqılab Rehberi tarafından belirlendiği bilinen ‘dış siyaset’,  gerçekten de, bütün müslümanların birliğini, hayrını ve maslahatını mı gözetiyordu?

Muhatabım, epeyce zorlandı, ‘siyonist rejime karşı Direniş Cebhesi’nin zayıflatılmaması’ ve ‘Amerikan emperyalizminin planlarına âlet olunmaması’  gibi, bilinen bir takım te’vil ve izahlara yöneldi, önce..

‘Direniş Cebhesi’  iddiası çoktaaan bir masala dönüşen, bütün gücünü, kendi halkının ezilmesinde, kendi ülkesinin şehirlerinin ve zenginliklerinin tahribinde kullanan bir yarım asırlık diktatörlük rejiminin, 1967 Haziranı’ndaki 6 Gün Savaşı’nda kendisine aid Golan Tepeleri’ni siyonist İsrail rejimine kaptırıp, o yerleri kurtarmak için bile, -1973 Savaşı’ndaki neticesiz kalan teşebbüsünden ayrı olarak- 45 senedir, ciddî hiç bir şey yapamamışken; şimdi, böylesine hunhar bir şekilde, Saddamvarî hareket etmesi, beklenmiyen bir şey değildi..  Ama, şaşırtıcı olan, resmî medyada, zaman zaman, ‘Veli’yy-i Emr-i Muslimîyn-i Cihan’ / Dünya Müslümanlarının Ûl’ul Emri’  diye de anılan bir kimse tarafından belirlenen bir dışsiyasetin, böyle bir hunhar rejimi, böylesine desteklemesiydi..

Kaldı ki, Amerikan emperyalizmiyle aynı istikamette olunmaması gibi bir kayguyla da böyle davranıldığı kabul edilemezdi.. Çünkü, Amerikan emperyalizminin karşısında Rus emperyalizminin de hangi kazanımlar peşinde olduğu ve olacağı bir ayrı konu, ayrıca USA emperyalizminin, -Tûnus ve Mısır’da olduğu gibi- Suriye’de de, ‘halk kitleleri, İslamî eğilimli kadroları işbaşına getirecekse, Beşşar Esed rejimi kalsın..’ görüşüne ağırlık verdiği,  ve Rus lideri Putin’in de geçen ay Tel-Aviv’de Netanyahu ile görüşürken, bu konuyu açıkça dile getirip, ‘Tûnus ve Mısır gibi, Suriye de İkhwan-ul’Muslimîyn hükûmetinin eline geçecekse, bugünkü durum korunmalıdır..’ dediği hatırlatılınca.. Muhatabım epeyce sıkıntılı bir duruma düştü.. Halbuki, niyetim, onu sıkıntılı duruma düşürmek değildi. Ama, o, ne yapıp edip, durumu kurtarmaya çalışıyor, ‘Veli’yy-i Emr-i Muslimiyn bu konuları benden elbette daha iyi düşünür..’  diyerek sözü taca atmaya çalışıyordu.. Ayrıca, ‘Allah’a, Resulüne ve sizden olan Emir sahiblerine itaat ediniz.’  meâlindeki âyeti de okuyor, Rehber’in siyasetine karşı çıkacak olursa, Resul’e ve de Allah’a karşı çıkmak gibi bir noktaya gelebileceği korkusunu yansıtıyordu, sözlerinde..

Mısır’da hiç de küçümsenmiyecek bir büyük sosyal değişiklik meydana geldiğini söylediğimde ise, muhatabım, ‘Muhammed Mursî’nin de Mubarek’den farkının olmadığı’ şeklinde, İran medyasında -yazık ki-, manşetlerden dile göterilen görüşleri tekrarlıyor ve Mursî’nin İran’da, Bağlantısız Ülkeler Toplantısı’nda yaptığı konuşmanın tahrif edilmesini, o Suriye rejimini suçlarken, mütercimin ısrarla, Suriye kelimesini defalarca, Bahreyn şekline dönüştürmesindeki hokkabazlığı hatırlatıldığında, söylediklerine kendisinin de inanmadığını hissettirircesine, ironik yüz hatlarıyla resmî açıklamayı tekrar ediyordu: ‘Mütercimin yorgun ve işlerinin çokluğundan dolayı öyle davranmış olabileceği..’

‘Mursî Mısırı’nın, Amerikan Başkanı Obama tarafından, ‘düşmanımız değil, ama, artık müttefikimiz de değil..’ diye nitelendirilmesine karşı ise.. Muhatabım, ‘Bunun bir aldatmaca olduğunu’ söylüyordu..

*

Görüşlerini, düşünmeksizin, lider’ine uydurmaya çalışmanın dayanılmaz ağırlıktaki hafifliği..

Muhatabım ve çevresindekiler, aynı şeyi söylemekte birbirleriyle yarışmak istercesine bir söz birliği ile hareket ediyorlardı.. Birisi, İslam fıqhını iyi bilen,  faqih birisinin velayetini kabullenmenin ne mahzuru olduğunu sordu..

Velayet mes’elesinin, başkalarının görüşlerini ibtal edecek şekilde anlaşılmaması gerektiğine dair bazı görüşleri aktardığımda ise, muhatablarım tam teslimiyetten söz ediyorlardı.. ‘Velâyet-i mutlaka-i faqih’  (Faqih’in, yönettiği toplum üzerindeki velâyetinin mutlaklığı) anlayışına gore..

Onlara, Yezîd gibilerin bile mel’un /lanetli kabul edilmekle birlikte,  hükûmetlerinin meşrû’ kabul edilmesi gibi bir görüşü asırlarca geliştiren bir kültürden gelen birisi olarak, bir faqîh’in yönetiminden asla rahatsız olamıyacağımı izah ettim..

Ayrıca, İnqılab’ın başında, en hızlı inqılabçılardan sayılan, hattâ ulemâ’dan bazı kimselerin şimdilerde yurt dışında, çok sert karşı görüşler dile getirdiklerini, bugün geliştirilen yönetim şeklinin Emevî sistemi olduğu iddiasında bulunanlara karşı çıkmanın da  fakir’e düştüğünü anlatmaya çalıştım.. Ama, onlar daha çok da, itiqadî açıdan sorumlu duruma düşmemek kaygusuyla hareket ettiklerini hissettiriyorlardı..

Onlara,  İnqılab Rehberi’nin geçenlerde, ‘Veli-yy’i Faqih’e karşı görüş belirtmenin mutlaka Velayet-i Faqih’e karşı çıkmak demek olmadığı..’ şeklindeki açıklamasını da hatırlattım.

Ama, bırakalım, İran’dakileri, İran dışındaki bazılarının da, hattâ, -Rehberlik makamı’ndan ayrı olarak-, İran C.başkanlığı makamında bulunan kişi hakkında bir eleştiri dile getirildiğinde bile, ’Yahu,  koskoca Cumhurbaşkanı, onu nasıl eleştirirsin?’ diyebildiklerini hatırladım..

Bu tartışmalar kardeşçe bir atmosferde cereyan ederken, onlara, yurt dışında görmemiş olabileceklerini düşünerek, 13 Ekim tarihli Cumhurî-i İslamî gazetesinde yayınlanan ’Hatanın itiraf olunması kültürü..’ başlıklı başmakaleden söz ettim.. O makalede, bugünkü müslüman toplumlarda yönetici kesimlerin hatalarını itiraf ettiklerine dair pek az örnekler olduğuna değinilmekte, bu durumdan yakınılmaktaydı... Daha da ilerisi, aynı makalede, İnqılab Rehberi’nin, 10 Ekim günü Khorasan eyaletinde yaptığı konuşmada,  ‘…geçmişte takib olunan bir takım siyasî kararların başlangıçta doğru; ama, onların daha sonra devam ettirilmesinin yanlış, hatalı olduğu’nu dile getirdiğine değiniliyordu.. İnqılab Rehberi, ‘-sözünü ettiği bir konudaki- O kararların, İİC nizamının bütün yetkili makamlarının kararıyla uygulandığını ve onların herbirisinin bugün o yanlıştan dolayı Allah’dan af dilemeleri gerektiğini’ dile getiriyordu..

İşin daha da ilgi çekici tarafı ise, İnqılab Rehberi’nin bu görüşleri dile getirirken, bizzat kendisinin de hata ettiğini net olarak ifade etmesi ve Allah’dan af dilemesi idi.. Onun cümlesi aynen şöyle idi: ’İcra’y-i an siyaset, ( …) der ewail (…), kar-i sahihi bud, amma, idame ân, (…) iştibah bud ve mes’ulîyn-i keşver ve ezcümle Rehberî, der in iştibah sehîm hestend ve bâyed, ez Khudavend taleb-i afv konend..’.. Yani,  ’O siyasetlerin uygulanması, başlangıçta sahih idi, (….) amma, onların sürdürülmesi hata idi; ve bundan dolayı, ülkenin sorumluları, ezcümle, Rehberlik makamı bu hatada ortakdırlar ve Allah’dan af dilemelidirler.’

Te’vilin böylesine de pess.. Beşşar Esed niye mi destekleniyormuş..

Arkadaşların,  bu konuşmadan haberleri yoktu.. Ancak, yine de teenni ile yaklaşıyorlardı.. ‘O büyüklük göstermiş.. ‘ diyorlardı..  O zaman, ‘Pekiy, yarınlarda, bugünkü Suriye siyasetinden dolayı yine özür dilenmek ve Allah’dan af taleb etmek durumuna düşülmeyeceğine dair kim garanti verebilir?’ dediğimde..

Muhatablardan birisi, ’Siz, Veli’yy-i Emr-i Muslimîyn’in, sırf, o zâlim rejimin ve Beşşar Esed’in müslümanları daha fazla ezmemesi için, onlara mülayemetle yaklaşmaya çalıştığını niye düşünmüyorsunuz? O öyle olmasa, belki,  Suriye rejimi de, tıpkı Şah rejimi gibi, yüzbinden fazla insanı katledecektir!.’ demez mi!..

Görülüyordu ki, her ne söylense, bir te’vili bulunabiliyordu, ‘Allah insanı halketti, insan da te’vili..’ sözünü hatırlatacak cinsten.. Böylesine bir tuhaf te’vili yine de beklemiyordum.. Hele de bu sözler karşısında söyleyecek söz bulamadım..

Tam o sırada, İran’ın resmî standının, bölümünün önüne 30-40 kadar kadın ve çocuk geldi.. Hanımlar İslamî örtüye riayet ediyorlardı.. Onlar, İran’ın Suriye siyasetini protesto ediyorlar, ’40 bine yakın insan öldürüldü, siz hâlâ bir kaatili savunuyor, ona destek veriyorsunuz; haram, haramm!..’ diyorlardı..

O sırada, 15-20 kişilik ayrı bir grup daha orada ‘bitiverdi’, kadınlı-erkekli.. Bu iki grubun birbiriyle ilgisi olmayan kimselerden oluştuğunu çoğu kimse anlayamamıştı.. Çünkü iki grup da  İran rejimini protesto ediyorlardı..

Gerçekte ise, bu ikinci grup, yurt dışına kaçmış olan İran’lılardı.. Hanımların İslamî tesettüre riayet etmemeleriyle, kimler olduklarını az-çok hissettiriyorlardı.. Ellerinde bir takım pankartlar ve fotoğraflar vardı.. Bu fotoğraflardan birisi, ‘recm’e mahkûm olduğu iddia olunan ve beline kadar toprağa gömülen bir zaniye’nin taşlanış sahnesini yansıtıyordu..

Özellikle Türkiye’li haberciler, bu sahneye pek ilgi gösterdiler, hayıflandılar.. Onlara, bu sahnenin bir film için uydurulmuş bir düzmece görüntü olduğunun isbatlandığını söylediğimde ise, içlerinden, benim iyi türkçe konuşan İran’lı memurlardan birisi olduğumu ’keşfedenler’ (!) oldu..

İran’lı memurlar ise, hiçbir tepki vermeden soğuk bir şekilde bakıyorlardı, protestoculara.. Alman polisi ise, herhangi bir saldırırın olmaması için, teyakkuz halinde idi..

*

Evet, iki yazı boyunca anlatmaya çalıştıklarımdan herkes kendisine göre bir sonuç çıkarabilir..

Ancaak, Fuar’daki Pakistan Standı’ndan aldığım Muhammed İqbal şiirlerinden bir demet içinde yer alan bir beyt vardı ki, onu burada aynen tekrar etmiyeceğim.. Sadece, özet olarak belirtmek gerekirse,  bugünün bazı müslümanlarının, kafir üreten mümin durumunda olduklarını, 100 yıl öncelerdeki duruma bakarak söylüyor ve hayıflanıyordu, İqbal.. Ve müslümanların, yeni neslin suallerine ve ihtiyaçlarına, tatbik kabiliyeti olan İslamî çareler üretip üretemediklerine dair 100 yıl önceki o soruya bugün gönül huzuru içinde cevab verebilecek bir durumda mıydık?

Sahi, değişen fazla bir şey var mı, yok mu;  bu 100 yıl içinde..

O da bir ayrı konu..

YAZIYA YORUM KAT

15 Yorum