1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Kerbelâ Faciası, sadece ağlamak değil, anlamayı da bekliyor!
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Kerbelâ Faciası, sadece ağlamak değil, anlamayı da bekliyor!

27 Kasım 2012 Salı 23:15A+A-

[email protected]

 

Kerbelâ Faciası’nın, Hz. Huseyn ve bir avuç yarânı’nın alçakça entrikalarla -ve, müslüman takivminin başlangıcı olan- Hicret-i Nebevî’nin 61. yılında, yani Resul-i Ekrem (S)’in dünyadan ayrılması üzerinden sadece yarım asır geçmekteyken katledilişinin bir yıldönümü daha geride kaldı..

Bu büyük cinayet ve facia, müslümanların belli bir kesimi tarafından, 1300 küsur yıldır anılmakta..

Bu anmaların pek çok sahnelerinde, Hz. Huseyn’in bir kez daha öldürüldüğünü de unutmamak gerek..

Ayrıca, bu facianın sadece belli günlerde anılıp sonra unutulması ve Hz. Huseyn’in ‘qıyâm’ındaki yüksek mânâ ve ruha aykırı bir istikamette hareket edilmesi de, o faciayı basit bir kavga ve mücadele sanmaktan daha küçük bir facia olmasa gerektir..

Kerbelâ Faciası, basit bir mücadele veya bir takım kabileler veya taraflar arasında cereyan eden bir iktidar kavgası olsaydı, üzerinde durmaya gerek kalmazdı.. Çünkü, beşer tarihi, öyle mücadelelerde dopdoludur..  

Kerbelâ Faciası’nın önemi, Resul-i Ekrem (S) eliyle insanlığa sunulan ve  insanın, Yaratan’ından gayri hiçbir güç önünde eğilmemesini, insanın hürriyetini, özgürlüğünü hedefleyen bir hayat düzeninin, yaşayış tarzının, dinin, İslam’ın hedefinin gerçekleşmesi yolunda verilen bir çetin mücadele olmasından gelmektedir. Evet, Resul-i Ekrem (S)’in rıhletinin üzerinden henüz yarım asır geçmekteyken; bu dinin, bu hayat tarzının kendileri için büyük bir tehlike olduğunu düşünenlerce, O’nun neslinin yeryüzünden yokedilmesini kendi varlıklarını sürdürmek için yegane çare olarak görenlerce işlenen korkunç bir cinayet ve barbarlık olmasından gelmektedir, Kerbelâ Faciası’nin önemi..

O faciayı işleten iradenin başında Yezid bin Muaviye bin Ebu Sufyan’ın olması, elbette ayrı bir mânâ taşımaktadır, ama, o şahışlar da önemli değildir.. Çünkü, Yezid, fizikî bünye olarak 13 asır önce hayattan çekip gitmiştir, ama, Yezid’ler, Yezid zihniyetliler hep vardır. Bundan sonra da var olacaktır. O halde, asıl karşı çıkılması gereken, bu zihniyettir.. Tıpkı, Hz. Peygamber’in biolojik açıdan amcası olan Ebû Leheb’i bile Tebbet Sûresi’nde, ‘İki eli kurusun..’ diye 14 asırdır lanetle anmakta oluşumuzdaki mânâ gibi bir durum.. O ellerin kuruması üzerinden 14 asır geçti.. Ama, o zinhniyetler hâlâ var, ve bundan sonra da var olacaktır.

Çünkü, ‘hayır’ ve ‘şerr’, hayattan doğan iki temel kuvvettir ki, bu iki zıd  güç kutba arasındaki mücadele, insanlık tarihi kadar eskidir. Âdem Safiyullah ve İblîs, Hâbil ile Kabil, İbrahîm Khalîlullah ile Nemrud, Mûsâ Kelimullah ile Firavun, Îsâ Rûhullah ile döneminin güç ve servetine tapınan yahudi sermayedarları ve Muhammed Habibullah ile Mekke’nin Ebû Leheb ve Ebû Cehl ve emsali zorbalarının zihniyetlerinde ifadesini bulan odaklar arasındaki bir zihniyet savaşı, evet, insanlık tarihi kadar eskidir ve bundan sonra da hep sürecektir.. Bütün o güç odakları arasında verilen mücadele ne ise, Hz. Huseyn ile Yezid arasındaki mücadelenin aslî mihveri de aynı mahiyetteydi..

Kerbelâ Faciası’nı da bu insanlık trajedisinin bir kesiti olarak görmek gerekir. Yoksa, sadece Sufyanî Emevîlerin, Beni Umeyye zorbalarının, Resul-i Ekrem (S)’in nesline karşı işlediği ailevî, kabilevî bir düşmanlıktan kaynaklanan bir kavga olarak görmek hatasına düşülür. Halbuki, o cinayet, Resul-i Ekrem (S)’in yolunun -biolojik açıdan da nesli olan- en seçkin temsilcilerine karşı, O’nun dininin, yolunun vurulması için tezgahlanmıştı..

Eğer, bu cinayet, ‘Niçin gerçekleşmişti?’ sualini anlamak yerine, sadece ‘Nasıl gerçekleşmişti?’ denilir ve sadece orada kalınırsa, orada mes’elenin özü unutulup gidebilir. Gerçi, ‘Nasıl?’ı unutmak da bir tehlikedir. ‘Nasıl?’dan hareketle ise, ‘Niçin?’e varılması, yine de mümkündür.

Bu bakımdan, müslüman kitlelerden bazı kesimlerin sadece ‘Nasıl?’ı unutmayıp, o faciayı bu yönüyle canlı tutmalarını da anlayışla karşılamak gerekir. Ama, orada kalınmaması şartiyle..

Çünkü, sadece ‘Nasıl?’da kalınırsa; o zaman, sadece, Şam Sarayı’nda 13 asır öncelerde oturan Yezid’in Kerbelâ’da 13 asır  öncelerde en zâlimce usûllerle işlettiği cinaye ve akıttığı kana ağlarken; Şam veya başka saraylardaki zamâne Yezidleri’nin döktüğü onbinlerce mazlûm ve mâsum insanın kanını görmemek gibi bir körlüğe de düşülebilir. Ki, bunun en çarpıcı örneklerini bugünlerde, üstelik, Hz. Huseyn’in dâvasına sahib çıkmak adına gözyaşları akıtılırken de  görmekteyiz.. Bu da, ‘Nasıl?’da kalınıp, ‘Niçin?’e ulaşılamadığını gösterir..

Açıktır ki, Hz. Huseyn’in de Kerbelâ’da karşılaştığı ve müslümanların tarihinde kara bir leke olan facia, onun şahsına duyulan şahsî düşmanlıktan değil, Resul-i Ekrem (S)’in dâvasının o zaman dilimindeki en yetkin ve seçkin temsilcisi olmasından kaynaklanıyordu.. Esasen, o, Yezid düzeninin onbinlerce kişilik güçlerine karşı, bir avuçluk yakın dostlarıyla ve dünyevî ölçülerle yenilginin kaçınılmaz görülebileceği bir zaman diliminde, ‘Zilleti kabul edenlere yazıklar olsun!’ mânasında ‘Heyhat, min’ez-zilleh!’  derken de bu mânâyı öğretiyordu.. 

*

Yine de, Kerbelâ’ya nasıl gelindiğinin bazı hassas noktalarının yine de hatırlanması zarurîdir. O zaman görülecektir ki, bu noktaya durup dururken gelinmemişti..

Şöyle .. Resul-i Ekrem (S)’in rıhletinden sonra, ümmete kimin riyaset edeceği temel problem olarak çıktı ortaya..

‘Bu noktada, bir açıklık yoktur..’ iddiası pek tutarlı görülmemektedir. Nitekim, bir taraf, Resul-i Ekrem (S)’in son rahatsızlığı sırasında, cemaate Hz. Ebubekr’in imamlık edişini de, gelecekteki riyaset/ başkanlık için onun işaret edildiği şeklinde göstermektedir.. Diğer taraf ise, Resul-i Ekrem (S)’den ve hemen bütün tarafların naklettiği, ‘Ben kim üzerinde mevlâ /  velayet sahibi isem,  Ali de onlar üzerinde mevlâdır / velayet sahibidir ve her kim Ali’ye düşman olursa bana düşmandır..’ şeklindeki hadîs rivayetini esas almaktadır.

Ki, müslümanlar üzerinde, Hz. Peygamber’in mevlâ / velâyet sahibi olduğu, ümmet arasında tartışmasızdır.

Ancak, bilindiği üzere, Resul-i Ekrem (S)’in rıhletinden hemen sonra Hz. Ali, Resul-i Ekrem’in defni ile meşgulken, yani onun yokluğunda, Medine’deki müslümanların, ‘Benî Saide Sakifesi’ denilen mekânda toplanan seçkinleri arasında, riyaset/ başkanlık konusunda sert tartışmalar yaşandı.. Kimisi, ‘Ensâr (Medineli müslümanlar)’dan olmalı’ derken; kimisi, ‘Muhacirler (Mekke’den hicret eden mü’minler)’den olmalı..’  diyordu.. Hattâ, bir ara, Ensâr’dan seçkin bir sahabenin, (Sa’d bin Ubâde’nin) seçilmesine bile ramak kalmıştı.. Ama, tartışmalar ilerleyince, riyaset, bir yıl Muhacirler’de olsun, bir yıl Ensâr’da, veya bir Muhacirler’den bir Ensâr’dan, ‘iki kişi başkan olsun..’ gibi görüşler ileri sürüldü.. Hattâ, ‘Muhacirler’in 10 yıllık riyaseti, artık yeter!’ gibi tuhaf sözler edildiğini bile bazı kaynaklar zikretmiştir. Neredeyse kavga çıkmak, eller kılıçlara gitmek üzereydi..

Nihayet, Hz. Ebubekr’in, ‘İmâmet Kureyş’dendir..’ şeklinde naklettiği bir hadis rivayeti imdada yetişti. Hz. Ebubekr, bu vazifeye liyâkat sahibi bir Kureyş’li olarak Hz. Ömer’i gösterirken, Hz. Ömer de Hz. Ebubekr’e bey’at ettiğini bildiriyor ve onu diğerleri takib ederek problem hallediliyordu.

*

(‘Nasıl’ değil, ‘Niçin’  öldürüldüler?)’in cevabını düşünmek..

Tabiatiyle, bu konu, Resul-i Ekrem (S)in defni ile meşgul olan Hz. Ali’nin yokluğunda ve onun fikri alınmaksızın karara bağlanmış oluyordu ki, bunun ortaya bir kırgınlık çıkardığı, bir gönül koyma durumunun olduğu anlaşılabilir ve anlaşılmaktadır. Ama, Hz. Ali, bu konuyu bir mes’ele yapmamıştır.

Keza, Hz. Ebubekr’in 2,5 yıl kadar sonra vefatıyla, Hz. Ömer’in Halife olarak belirlenirken de, o, aynı tavrı sürdürmüştür.

Hz. Ömer’in 10 yıllık hılafeti sonrasında öldürülmesini müteakib, Hz. Osman’ın seçilişinde de, Hz. Alinin tavrı yine aynıdır. 

Ancak, Hz. Osman’ın da 12 yıllık riyasetinin özellikle son yarısında iyice artan yönetim bozuklukları, sosyal rahatsızlıkları ortaya çıkarınca ve Medine’yi basan isyancılar eliyle Hz. Osman da katledildikten sonra.. Ortaya çıkan yeni ve son derece buhranlı dönemde, Hz. Ali, Hılafet’e getirildi..

Ama, hemen arkasından..

Seçkin sahabelerden Talha ve Zubeyr gibi isimlerin bile, (Peygamber hanımı olması hasebiyle, Kur’an ifadesiyle Umm’ul Mu’miniyn /Mu’minlerin Annesi sıfatını da taşıyan) Hz. Aişe liderliğinde, Hz. Ali’ye karşı başkaldırmalarıyla meydana gelen ve Hz. Ali’nin onca yalvarmalarına rağmen, savaştan başka bir yolu kabullenmeyen Talha ve Zubeyr başta olmak üzere, onbinlerce müslümanın hayattan çekilmesiyle ve Hz. Aişe’nin de teslim alınmasıyla sonuçlanan Cemel Vak’ası faciası..

Öyle bir facia ki, Hz. Ali, meşrûluğu üzerinde hiçbir kimsenin iddiası ve şübhesi bulunmayan kendi hükûmetine karşı silah çekip savaşan ve yenilip dünya hayatından çekilen Talha ve Zubeyr ve diğer müslümanlar için gözyaşı döker..

Ama, mes’ele bitmez ki.. Hz. Ali’den, makamından azledildiği hükmünü alan Şam Valisi Muaviye de Hz. Osman’ın kaatillerinin cezalandırılması adına Hz. Ali’ye itaatsizliğini ve bunun için 60 bin kişilik bir ordu hazırladığını bildirmiştir.. Bunun üzerine, isyancı güçler üzerine harekete geçen Hz. Ali, Sıffîn Savaşı’nda Şam Ordusu’nu yenilgiye uğratmak üzereyken..

Makamından Hz. Ali tarafından azledilmiş olan Mısır Valisi Amr ibn-ul’Âs’ın nicelerince hâlâ da övülen ‘müthiş’ (?!)zekâsıyla, ‘Biz bu ihtilafın Kur’an hükümlerine göre, onun hakemliğinde halledilmesini istiyoruz..’ mânâsında, Kur’an sahifeleri kılıçların ve mızrakların ucuna takılarak, hakem istenmesi durumu ortaya çıkar.. 

Hakem Vak’ası ise, yine Amr ibn-ul’Âs müthiş bir kurnazlıkla ve Hz. Ali’nin temsilcisi olan Ebû Musâ el’Eş’arî yaşlılığından istifadeyle, tam bir entrika yumağı halinde noktalanır ve Eş’arî, Hz. Ali’yi -öyle bir hakkı ve yetkisi de yokken- Hılâfet’ten azlettiğini açıklarken; Eş’arî’nin, aynı mahiyette Muaviye’yi azletmesini beklediği Âs  ise, temsil ettiği kişiyi Hılâfet’e getirdiğini bildirir ve film kopar..

Bunun üzerine, Hz. Ali‘nin ordusundan ayrılan ve artık O’nun bey’atinden çıktıkları için, ‘Khevâric/ Hâricîler’ diye anılan önemli bir bölüm, hem Ali’yi, hem Muaviye’yi kâfir olarak niteleyip öldürülmelerini ve riyasetin, başkanlığın şart olmadığını, kendi kendilerine Kur’an okuyup, ona göre amel edebileceklerini iddia ederek, ayrı bir baş çekerler..

Hz. Ali, bu kez de kendi eski askerleri olan Hâricîler üzerine yürür ve Nehrevan Savaşı’nda binlerce kılıçtan geçirilir..

Daha sonra ise, geride kalan Hâricîler, hem Hz. Ali’nin ve hem Muaviye’nin katledilmesini planlamaya başlarlar. Ve, çok dindar olduğu rivayet olunan ve zâhid birisi olarak bilinen Abdurrahman ibn Mulcem, Hâricîler adına gelip Kûfe’de Hz. Ali’yi mescidde katleder..

Onun yerine geçen Hz. Hasan ise, Muaviye ile savaşmamak üzere anlaşma yaparak, hükûmet işlerinden kenara çekilir.

Muaviye, 17 yıl kadar süren sultanlığının son döneminde, yapılan anlaşmaya aykırı olarak, yerine oğlu Yezid’i veliahd / kendisinden sonra, geleceğin sultanı olarak gösterir ve kendisi hayattayken onun için bey’atler almaya başlar.. Karşı çıkan ve ‘saltanat kuruyorsun..’ diye itiraz eden ulemâ’ya ise, maksadının saltanat olmadığını, ama, ondan daha lâyık kimse olmadığından onu seçtirdiğini iddia eder..

Yezid ise, babasının ölümü üzerine, derhal, bey’at etmesi için, Hz. Huseyn üzerine adamlarını gönderir ve Hz. Huseyn de, İslam’ı temelden bozmaya çalışan ve fâsidliğiyle meşhur Yezid gibi birisine bey’at etmemek üzere bey’at etmemek için, Medine’den ayrılıp önce Mekke’ye ve oradan da Kûfe’ye doğru yola çıkar; arkasında da binlerce insan..

Çünkü, Peygamber torunudur, gitmekte olan..

Ama, çetin çöl yolcuğulunda ve savaşın ayak izleri alınmaya başladıkça o binlerden bir avuç kalır.. Esasen, Hz. Huseyn de ayrılmak isteyenlerin sorumlu olmayacaklarını bildirir.

Sonunda, ünlü arab şairi Ferezdaq’ın, Kufe’den Şam’a giderken, bir kafileye rastlayıp, bu kafilenin Hz. Huseyn’nin kafilesi olabileceğini düşünerek, Hz. Huseyn’le görüşmesi sırasında, önceden davetiyeler, bey’at mektubları gönderen Kûfe ehlinin korku içinde sindiğini bildirmesi ve ‘Onların kalbleri seninle, ama,  kılıları sana karşı..’ şeklinde özetlenebilecek şekilde dile getirdiği meşhur cümlesi, ‘Qulûbihim ma’k, suyufihim aleyk..’ sözü, durumu ifade eder.

*

Yezid düzeni ise,  bey’at etmesi şartıyla Hz. Huseyn’in istediği yere gidebileceğini bildirir.. Ama, Hz. Huseyn, Yezid’in hükûmetinin meşruiyetini / şeriate uygunluğunu kabul mânâsına gelen bir bey’atten kesinlikle kaçınacaktı, tabiatiyle.. Bunun üzerine, Resul-i Ekrem (S)’in elinde büyümüş, onun terbiyesinden geçmiş olan Hz. Huseyn, bir avuç yarânıyla birlikte, nihayet Hicret’in 61. yılında, Muharrem ayının Âşûrâ (10’uncu) gününde, Kerbelâ’da Yezid’in komutanlarından Ömer bin Sa’d’ ve Şimr komutasındaki ordu tarafından Hz. Huseyn ve 72 silah arkadaşının Kerbelâ’da katledilişi..

Ve Ehl-i Beyti’nin de mâruz kaldığı nice alçaklıklarla ve Seyyid’uş-Şuhedâ Hz. Huseyn’in kesilip bir sırığa geçirilen başıyla birlikte Şam’da Yezid’in huzuruna götürülmesi.. Ve orada, Yezid’in kendisinin haklılığına, o tablo ve manzarayı delil olarak göstermesi alçaklığı..

Evet, bu hadise, nasıl olduğu şeklindeki ölçülerle bile, elbette acısı yüreklerde her zaman hissedilmesi gereken bir büyük trajedidir..

Bu faciaya, bu cinayete ağlanması da, gözyaşı dökülmesi de, aradan binlerce sene geçse de mümkündür ve insan yüreğini dağlar. Çünkü, İslam gibi bir yüce dinin Peygamberinin, Resul-i Ekrem (S) gibi bir yüce insanın Ehl-i Beytidir böylesine alçakça cinayetlere, zulümlere mâruz kalan..

Ama, ağlamak kadar ve anlamak da gerekir..

Bu hadise ‘Nasıl oldu?’dan çok, ‘Niçin olduğu?’ üzerinde düşünmek ve bu faciayı anlamak ve bunun için kafa yormak da gerekir..

Yoksa, sadece ağlamak merhalesinde kalınırsa, o zaman, mes’ele sadece, müslümanların, (İslam tarihindeki ihtilaflarda, Hz. Ali tarafında yer almak ve ona tarafdar olmak mânasında) şiî olup olmadıklarına göre anlaşılması ve dahası, 1300 sene önlerdeki o temelden hareketle, nice iktidarların da o anlayış temeline dayanmak iddiası adına meşruiyyet kazanmak çabası ortaya çıkar ve kezâ, nice zamâne Yezid’leri.nin işledikleri cinayetler görmezlikten gelinip, sadece tarihteki o faciaya gözyaşı dökülmekle yetinilmiş olunur..

Açıktır ki, Hz. Huseyn’in haklı mücadelesinin ruhunu  ve o özgürlük bayrağını taşımak şuûru, sadece ağlamakla da sağlanamayabilir; bu mücadelenin özünün anlaşılmasını da gerektirir.. Yoksa, HZ. Huseyn’e ağlarken, zamâne Yezidlerinin yanında yer almaya, o gözyaşlarının engel olamıyacağını da idrak etmek gerekir.

Nitekim, bunu anlayamamış olan bir küçük partinin lideri (ve bir tarikatın lideri olan H.B.) Berlin'de düzenlenen Ehl-i Beyt Sempozyumu'nda yaptığı konuşmada, o konuda esaslı yanıldıklarına ve yanıltıldıklarına inandığım niceleri gibi, ‘Beşşar Esed’in bugünün Hz. Huseyn’i olduğunu’ söyleyecek kadar şirâzesinden çıkmış laflar edebilmiş..

Hz. Huseyn’e ağlamanın yetmiyeceğini, onu anlamak gerektiğini ısrarla belirtmeye çalışmamız da işte bu gibi çarpık anlayışlar içindir..

YAZIYA YORUM KAT

15 Yorum