1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Kemalist Rejimi, Sünnîliğe Taraf ve Alevîliğe Karşı Zannetmek!
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Kemalist Rejimi, Sünnîliğe Taraf ve Alevîliğe Karşı Zannetmek!

17 Mart 2014 Pazartesi 23:56A+A-

[email protected]

Taksim- Gezi Hadiseleri ve devamı mahiyetinde, Türkiye’de son 8-10 ayda meydana gelen sosyal karışıklıklar sırasında hayatını kaybedenlerin sayısı 10’u geçti.

Trafik kazalarında hayatını kaybedenlerin bir günde ortalama 10’u bulduğu bir ülkede, 8-10 ay içinde ölenlerin sayısının 10 kadar olması kıyaslanacak olursa.. 

Konu fazla büyütülüyor denilemez mi?

Hele de, hergün onlarca, silahlı mücadelelerde, bombalamalarda, bombardımanlarda, hattâ yüzlerce insanın öldüğü Ortadoğu bölgesindeki durum ortadayken..

Ama, sosyal hadiselerin bu özelliği görülmelidir. Çünkü, o hadiselerin arkasında bir inanç, ideoloji, bir dünya görüşü ve o inanç veya ideolojilere gönül vermiş veya karşı olan büyük kitleler vardır ve bu yüzden, bu gibi durumlarda, meydana gelen karışıklık veya çatışmalar sırasında hayatını kaybeden her bir insanın cenazesi, bir bayrak haline getiriverilir. Hattâ, bazı sosyal hadiselerde, o hadiseleri yönlendirenler bir cenaze olsa bekleyişi içinde bile olurlar.

Bunu, 1980 öncesi anarşi yıllarından da biliriz.

Çünkü, sahiblenilebilecek bir cenaze ‘kazananlar’  hemen onun tâbutunu alır; İstanbul’un, Ankara’nın anacaddelerine çıkar, yüzlerce - binlerce insanın duygusunu sömürürlerdi. Ki, bazen örgüt içi hesablaşmalarda veya kaza kurşunuyla ölenlerin bile karşı tarafın üzerine atıldığı olurdu. (Bu gibi örnekler, o dönemlerin marksist öğrenci liderlerinden -sonraların gazetecisi- Hasan Cemal’in hâtırâtında da vardır.) 

Cenaze elde edenler, ne istedikleri veya istemediklerine dair taleblerini ve ideolojik sloganlarını bu yolla toplumda daha geniş kesimlere ve daha etkili şekilde sunmak imkânını bulurlar ve bu duruma içerleyen karşı tarafdan bazıları da, ‘Keşke bizim de bir cenazemiz olsa..’  bekleyişi içinde olurlardı. Hattâ, çatışmalarla ilgisi olmayan şekilde meydana gelen genç ölümleri bile, bir şekilde ideolojik bir kalıba sokulur ve topluma öyle sunulurdu.

Taksim- Gezi Hadiseleri sırasında ve sonrasında, İstanbul’da, gösterilere yetişmek için hızla araba kullanırken kaza geçirip vefat eden bir kişinin de hadiseler sırasında öldürülenler tablosuna eklendiğini hatırlayalım.

Bu arada, bu hadiseler sırasında çeşitli şehirlerde üç polis de hayatını kaybetti, ama, bu canlar, o karışıklıkları destekleyenler açısından aziz olmadığından, hattâ düşman bilindiğinden bir önem taşımıyordu.

*

Ancak, bu hadiseler sırasında ölenlerle ilgili olarak ortaya çıkan tablo ilginç, düşündürücü ve hattâ ürkütücü bir noktayı daha işaret ediyordu.

Bu, ölen sivillerin hepsinin de ‘alevî’ olmasıydı.. Bu da o cenazelerin ‘cemevi’ denilen mekanlardan kaldırılmasından daha bir net olarak anlaşılıyordu..

Bu nasıl böyle olabiliyordu?

Ölenler niçin hep alevî mezhebine mensub oluyorlardı.

Onların ‘alevî’ olduklarını gösteren herhangi bir dış işaret, alâmet olmadığına göre.. Bir kargaşa ânında özel olarak seçilmiş olmaları çok zayıf bir ihtimaldir.

O halde, bu gösteriler genelde sadece veya büyük çapta alevîlerin mi bir tertibiydi?

Bu durumda, o gösterilere katılanların çok büyük bir kısmının ‘alevî’lerden oluştuğunu düşünmek akla daha yakın olsa gerek.. (O günlerde, Başbakan Erdoğan’ın sık sık, alevî vatandaşların bir takım tahriklerden özellikle kaçınmaları gerektiği yolunda yaptığı ikazların sebebsiz olmadığı; elindeki bir takım verilere göre böyle dolaylı bir uyarı yapmak gereği duyduğu düşünülebilir.) Ayrıca hatırlayalım ki, Gezi Hadiseleri’ni başlangıçta tabiî çevrenin, yeşil tabiatın korunması adına başlattıklarını söyleyenlerden niceleri, daha sonra, eylemlerinin, bir takım anarşist gruplarca ‘çalındığını’, başka hedeflere yönlendirildiğini söylemişlerdir.

*

Gezi Hadiseleri sırasında başından yaralanan ve 270 gün kadar komada kaldıktan sonra geçen hafta ölen ve ölümü bütün topluma, haliyle çok etkileyici bir dramatik uslûbla ve ekmek almaya gittiği sırada vurulduğu şeklinde sunulan 14-15 yaşındaki bir gencin de ‘alevî’ olduğu, cenazesinin ‘cemevi’den kaldırılmasıyla anlaşıldı. (Başbakan Erdoğan ise, kimliğini gizlemek için yüzünü gözünü sarmış ve polise taş veya molotof kokteyli atan kimselerin yaşının kaç olduğunun, o hengamede polis tarafından bilinmesinin imkânsız olduğunu söylüyordu, haklı olarak..) Ve bu çocuğun cenazesinin ardından, onbinler mezarına kadar gitti.

Hayatın ne olduğunu anlamadan, sürüklendiği veya kendisini iradesi dışında içinde bulduğu bir karışıklığın veya çatışmanın içinde, henüz 14-15  yaşında hayatını kaybeden bir genç insanın ölümüne acınmaz mı?

Ama, bu cenazeyi bahane ederek, İst.- Okmeydanı’nda  yapılan gösteriler sırasında, -üstelik de, polisin hadise sahnesinden uzak tutulduğu bir sırada- karanlıkta açılan bir ateş sırasında, Giresunlu, 21-22 yaşında Burakcan isimli bir genç de vurularak öldürüldü.

Lakin, bu ölüm, toplumda bu gibi sosyal hadiselerde öldürülen ötekilerin cenazeleri gibi bayrak  yapılmadı, büyük kitlelerce sahiblenilmedi. Çünkü, bu gencin ‘alevî’ olmadığı, cenazesinin bir ‘cemevi’inden değil, bir mescidden, bir câmiden kaldırılmasından da anlaşıldı ve büyük kitlelerin bu cenazeye niçin sahib çıkmadıkları da.. Mâbedlerin ve mezarlıkların bile bölünmesi ve sonra da birlikten, kardeşlikten, barıştan sözedilmesi!

Bu, birilerine illâ da bir mâbed dayatması şeklinde anlaşılmayıp; ‘Ben müslümanım’ diyenlerin, İslam’ın kabul ettiği tarihen sâbit olan mâbed anlayışı dışında, yeni mâbed şekilleri icad etmemeleri mânâsında değerlendirilmelidir. 

Eğer gerçekten de sevgiden, barıştan söz ediyorsanız, katledilen her insanın ardından da yürek sancısı çekmelisiniz.

Polis veya karşıtlarınızdan birileri öldürüldü mü, ohh olsun..

Kendilerinizden birileri hayatını kaybettiğindeyse, vaah-vahh..

Bu, bölücülüğün, insan hayatının anlaşılmasında bölücü ve ayırımcı bir sefil anlayışın ve kan akmasına susamışlığın ta kendisidir.

*

20 yıl öncesine kadar ‘alevîlik’ sözkonusu edilerek dernekleşme mümkün değilken ve bu yoldaki bazı teşebbüsler, bazı yargı organlarınca, ‘o zaman başka mezheblere bağlı insanların örgütlenmesinin de yolunu açacağı’ endişesiyle, kamu düzenini tehdid edecek unsurların devreye girebileceği gerekçesiyle reddedilmişti. Çünkü, laik rejim, alevîliğin böyle bir örgütlenmeye gitmesi karşısında, sünnîlik adına bir örgütlenmeye gidilmesi yolunun da açılabileceğinden korkuyordu.

Aradan geçen bunca yıllar içinde, kendilerini Hz. Ali’nin çizgisinde bir müslüman olarak gören ve o samimiyetle İslam’ı kendi anlayabildikleri kadarıyla yaşamaya çalışan alevî müslümanların oluşturduğu örgütlerden ayrı olarak; onlardan fersah fersah uzak ve hattâ Hz. Ali’yi bile kabul etmeyen, ateist olduklarını açıkça beyan eden veya kendilerinin müslüman olmayıp, başlı başına bir ayrı dine mensub olduklarını ileri süren yığınla alevî örgütleri bile ortaya çıktı. Ama, henüz sünnîlik adına bir örgütlenme durumu sözkonusu değil.. Bu, böyle bir örgütlenmenin ortaya çıkmamasından dolayı eseflenmek mânâsında anlaşılmamalıdır. Ama, böyle bir örgütlenme durumu ortaya çıkarsa, bunun müsebbisi de, o tek taraflı örgütlenme olacaktır.  

Ayrıca, kendilerini devamlı olarak alevî olarak niteleyen ve bunu iftiharla belirtenlere karşı, birileri de sünnîliği iftihar konusu olarak dile getirirse, bundan da rahatsız olunmaması gerekir.

Ayrıca, birileri kendilerini alevî olarak nitelerken, iyi; ama, başkaları onları alevî olarak niteleyince, ayrımcılık yapılıyor diye feryad ediyorlar, anlaşılmaz bir mantıkla..

En doğrusu ise, hiç bir müslümanın kendisini müslüman olarak nitelemekten öteye bir başka isimlendirmeye itibar etmemesi gerekir. Çünkü, Kur’an’ın en net isimlendirmesi de böyledir.

*

İmdi..

Ülkede solcu ve kemalist-laik  kesimlerin toplumun geneli içinde fazla bir etkisinin olmadığı ve onların ancak askerî darbelerle ve zorbalık yöntemleriyle toplumun yönetiminde sözsahibi olmak geleneklerinin de büyük çapta zayıflatıldığı görülünce..

Kezâ, kürd etnisitesi adına ortaya çıkan silahlı hareketlerin de çözüm sürecine girmesi ve silahlı mücadeleden elçekmesi ve 15 aydır, silahların sustuğu bir döneme girilmesi hasebiyle; ülkenin güçlenmesini istemeyen şerr odaklarınca devreye sokulabilecek en etkili sosyal kesimin ‘alevî’ler olduğu ortaya konulmak istenmektedir.

Bu konuda, Suriye Buhranı’nın da itici bir gücünün olduğu ortadadır.

Şimdi, Suriye’de yüzde 15’lik kadar bir azlık oluşturdukları halde, kendilerinin en seçkin temsilcileri saydıkları (Baba-Oğul) Hâfız- Beşşâr Esed Hanedanı’nın 45 yıllık iktidarının beslediği ‘çok özel âlevî’ cereyanının, Anadolu’daki ‘alevî’ kesimleriyle hele de itiqadî bakımdan çok büyük farklılıkları olsa bile; yine de onlarla dirsek teması kurup, ‘ateist -laik, solcu -ulusalcı’  kesimlerle işbirliği içinde olan ‘alevî’leri cür’etlendirmeleri üzerinde düşünülmesi gerekir.

*

Şehir Üni.’den Prof. Mesut Yeğen, 17 Mart günlü Hürr.’deki yazısının, ‘Ölümlerin alevîleri bulmasının sosyolojik bir zemini var’  başlıklı bölümünde, ‘Gezi direnişi sırasında ölen gençlerin neredeyse hepsinin Alevi olması bir tesadüf olabilir mi?’ dedikten sonra, şunları söylüyordu: ‘...Aleviliğin mekânsal ayrışmaya denk düştüğü ve yoksulluk ve kentsel dışlanma gibi başka türden toplumsal mağduriyetlerle buluştuğu mahallerde Aleviler daha keskin direniş biçimleri gösterebiliyorlar. Hem Gezi sırasında ölenlerin neredeyse hemen hepsinin Alevi oluşunun ama hem de direnişin en sert ve sürekli olduğu yerlerin Okmeydanı, Gazi Mahallesi, Tuzluçayır ve Hatay gibi yerler oluşunun ardında bu var.’ Ölümlerin Alevileri bulmuş olmasının ardında bu türden bir sosyolojik zemin var sanırım. (...)

Alevilerin öfkesi kitlesel bir başkaldırıya dönüşür mü?

Yok, çok zannetmiyorum. Yaşadıkları büyük eziyete ve ayrımcılığa rağmen bir başına Alevilik üzerinden örgütlenmek yerine genel olarak CHP içerisinden toplumsal muhalefete katılma eğilimi gösteriyorlar. Orada çok büyük bir kopma olacağını zannetmiyorum. (...) Belki Okmeydanı’ndaki Alevi tipolojisi hacim olarak belki biraz daha genişleyebilir. Ama Aleviler HDP’ye bile çok muhabbet göstermediler. Çünkü Aleviler Türkiye’de toprağa dayalı, teritoryal bir topluluk olmadıklarından kendi kaderlerini Türkiye’nin sekülerlerinin kaderiyle çok birleştirerek ilerliyorlar.’

’Bu da bir yorum..’  denilip geçilebilir, ama, alevîler hakkında nasıl oyunlar kurulduğu ve planlar yapıldığından da haberler veriyor.

Ama, alevîleri anlatmakta yine de çok isabetli olduğu söylenemez.. Çünkü, ’Alevîlerin toprağa bağlı olan bir topluluk olmadıklarını, bu yüzden kendi kaderlerini sekülerlerin, laiklerin kaderleriyle birleştirerek ilerlediklerini’  ileri sürülüyor, bu yazıda.. Bu tesbitin, âdetlerine, geleneklerine, topraklarına sımsıkı bağlı milyonlarca alevîyi anlatmakta hiç de geçerli olmadığını sanıyorum.

*

Bir de asıl düşünülmesi gereken konu şu:

Sahi, kemalist-laik / seküler rejim, toplumun büyük kesimini oluşturan sünnî müslümanların inanç dünyalarına ve taleblerine göre mi şekillenmiştir?

Bir bölümü yukarıda aktarılan yazıda da işaret olunan mânânın değişik bir söylem tarzıyla ifade etmek gerekirse, Türkiye’nin sekülerleri 90 yıl boyunca, kendilerini alevîlerle aynîleştirerek yol almamışlar mıdır?

Evet, tekrar sorulması gereken asıl sual budur..

Laik rejimi kuranlar, büyük sünnî kitleleri, Osmanlı döneminde dışlandıkları açık olan alevî halk kesimini arkalarına alarak, büyük çapta onların yardımlarıyla da sindirmişlerdir. Yoksa,  kemalist-laik rejim, alevî olmayan müslüman kesimlerin inançlarına göre teşekkül etmiş değildir. Dahası, kemalist rejimin en güçlü dayanağı, inançlarını makam ve mansıblarla takas eden veya korkularından dolayı başeğen kimseler ve de onlardan ayrı olarak, alevî kesimden yüksek sorumluluk makamlarına getirilerek oluşturulan kadrolardı.

*

Mezheb farklılıklarından mezheb kavgalarına, ne zamana kadar?

Elbette, hem tarih boyunca her yerde ve hem de bu ülkede alevî müslümanların da zulümlere, baskılara uğradıkları açıktır. Ama, bu zulüm ve baskıları yapan rejimler sünnî müslümanların inancına göre teşekkül etmiş değildi.. Belki onlar sindirilerek vücud bulmuştu.

Yoksa, sünnî müslümanların, hem tarih boyunca, hem de hele şu son 80-90 yıllık katı laik uygulama boyunca, kendilerine işkence ve zulüm yapılmasından zevk alan, mazoşist eğilimli kitleler olduklarını düşünmek gerekir. Ki, bu da haksız ve ağır bir bühtan olur.

Evet, tarih boyunca, sünnî müslümanlar adına oluşturulan rejimlerin hiç birisi, gerçekte, bu müslümanların itiqadına göre değil, güç karşısında eğilen kapıkulu ulemâsının fetvâlarına dayanarak ortaya çıkmıştı.

Bu böyle de, Allah aşkına, bugün alevîlik adına yapılanlarla Hz. Ali arasında ne gibi bir bağ vardır? Elbette, aynı soruyu kendilerini sünnî olarak niteleyenler için de tekrarlayabiliriz. Ki, bugün, müslüman olduklarını söyleyenler bile, müslümanların mâbedlerinin mezheblerine göre ayrılmasını heyecanla savunuyorlar. Müslüman olduklarını söyledikleri halde, müslüman mâbedlerinin ayrılmasını isteyenler, gitsinler kitabî alevîliğin en güçlü olduğu bir ülke olan İran’a ve müslümanların, mescidler dışında bir başka mâbedlerinin olmadığını görsünler..

*

Alevî, yani, kelimenin lafzî mânâsı itibariyle Ali’yi seven, Ali’nin tarafında olan..

İslam tarihindeki ve kültüründeki bir terim olarak ise.. Hz. Peygamber (S)’in vefatından sonra müslümanlar arasında ortaya çıkan ihtilaflarda, Hz. Ali’nin haklılığına kail olup, onun tarafında yerini alanlar demektir; ama, bu isimlendirmenin içinde, sadece Hz. Ali’yi sevenler değil, aynı zamanda, onun tarafında yer alan ve bu taraf oluşun bedelini ödeyen ve buna rağmen bağlılıklarını sürdürenler mânâsını içinde barındındırdığını da gözden ırak tutmamak gerekir. Gerçi, sünnî müslümanlar da Hz. Ali’nin haksız olduğunu asla söyleyemezler, ama, tarihteki o tartışmayı bugüne taşıyarak, o tarafdarlığın bugünkü bir takım iktidarlara dayanak yapılmasını anlamakta zorlanmaktadırlar.

Ayrıca, eğer, kelime mânâsına bağlı kalınacak olursa, kendilerini Ehl-i Sünnet olarak niteleyen kitleler de Hz. Ali’ye besledikleri derin saygı ve muhabbet dolayısiyle ‘alevî’ olarak net nitelenebilirler; ve şia da, Hz. Peygamber’in sünnetini, İslam’ın anlaşılmasında Kur’an’dan sonraki ikinci temel kaynak kabul etmek açısından, sünnî sayılabilir. Ki, Hz. Peygamber (S) ve sonrasında, hele de- ilk yüzyıllık tarih dönemi boyunca, müslümanların bir takım ihtilafları olsa bile, yine de alevî/ şiî veya sünnî gibi isimlendirmelerle ayrı gruplaşmalar içinde olduklarından sözetmek mümkün değildi. Bu isimlendirmeler daha sonraki asırlarda ortaya çıktı ve sanki Hz. Peygamber ve hemen sonrasındaki dönemlerde de, sünnîlik ve şiîlik gibi ayrışmalar varmış gibi, ‘maqable şâmil’ (geçmişe de uygulanacak) şekilde, temelsiz olarak ortaya atıldı.

Bugün için asıl problem şu ki, asırlarca ve bugün de ne yazık ki, her iki taraf da, sadece kendilerinin tek doğru olduğunu ve İslam’ın en gerçek şeklinin sadece kendi anlayışları çerçevesinde anlaşılması gerektiğini ileri sürmekteler. Her iki taraf da, ‘Biz inancımızın doğru olduğuna ve İslam’ı en doğru yorumladığımıza inanıyoruz, ama, bizim gibi düşünmeyen müslümanların da İslam’ı en doğru şekilde yorumladıklarını ve buna inanmak haklarının varlığını kabul ediyoruz..’  noktasına gelememektedirler.

Bu anlayış geliştirilmedikçe, müslümanlar arasındaki itiqadî veya fikrî farklılık ve ayrılıkların anlayışla karşılanmasının bir yolu herhalde kolayca bulunamıyacak, bu kalb ve beyin sancılarından kurtulmamız daha bir sürecektir. 

YAZIYA YORUM KAT

4 Yorum