1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Karmaşık Bir ‘Ortadoğu Buhranı’ Eşiğinde...
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Karmaşık Bir ‘Ortadoğu Buhranı’ Eşiğinde...

21 Eylül 2011 Çarşamba 11:19A+A-

 

İç ve dış diye ayırımının yapılamadığı, karmaşık bir ‘Ortadoğu Buhranı’ eşiğinde..

 [email protected]

(Üstad Burhaneddin Rabbanî’nin öldürülmesi üzerine: Ulaşan bir son dakika haberine göre,  Üstad Rabbanî, 20 Eylûl günü, öğle üzeri, evinde bombalı bir saldırıya maruz kalarak dünya hayatından ayrılmış bulunuyor..

Önceleri, Kabil Üni.’de Hadis Profesörü olan Üstad Rabbanî’yi, özellikle 1978’deki komünist ihtilal ve Sovyet Rusya işgalinden sonraki dönemde yakından tanımıştım..

Onunla, gerek Afganistan’da, gerek Peşaver’de ve gerekse -her gelişinde- Tahran’da uzuuun sohbet ve değerlendirmelerimiz olurdu..

Komünist dönemde, Afganistan’daki cihad hareketleri içinde, Cemiyet-i İslamî’nin başkanı olarak ve Afgan cihad hareketleri içinde, Sovyet Ordusu’na karşı verdiği çetin savaşlar ve vurduğu öldürücü darbelerle şöhret bulan ve  9 Eylûl 2001 günü, bir suikasdde öldürülen Ahmed Şah Mes’ud’la birlikte yıllarca bellirli bir çizgide cihad eden ve tabiatiyle öteki cihad teşkilatlarıyla zaman zaman ihtilaflara da düşen ve amma, müslümanlar-arası mücadelelerde kan dökülmemesi için olanca dikkatini sergilediğine defalarca ve bizzat şâhid olduğum Üstad Burhaneddin Rabbanî, komünist rejimin çökmesinden sonra, Tâlibân’ın iktidara gelişine kadar 6 yıl kadar bir süre, oldukça muhataralı bir dönemde, bir iğneli fıçı mesabesinde olan Afganistan cumhurbaşkanlığını da deruhde etmişti..

Üstad Rabbanî, son zamanlarda da, Afganistan Meclisi ile Tâlibân arasında yapılan barış görüşmelerini yürüten heyete başkanlık yapıyordu ve bu vazifesinden, sonuç çıkmayacağını düşünerek, iki hafta kadar önce ayrılmıştı..

Bu cinayetle, Afganistan müslümanları başta olmak üzere, bütün ümmetin bilgi, tecrübe ve hizmetlerinden mahrum kaldığı Rabbanî için, Allah’dan rahmet diliyorum.)

***

-İRAN’LA TÜRKİYE KARŞI KARŞIYA GELİRLER Mİ?

Bir dost, ‘İran ve Türkiye karşı karşıya gelebilir mi?’ diye sordu, geçtiğimiz günlerde..

‘Askerî bir karşı karşıya gelmekten mi söz ediyorsunuz?’ dedim, susmayı tercih etti. 

Elbette onun maksadı da oydu, ama, bunu telaffuz etmek istememişti.. 

Çünkü, 1639’da imzalanan Qasr-ı Şirin Andlaşması’ndan bu yana, bu iki devletin, hem sınırdaş olup, hem de -birçok diplomatik zıdlaşmalara rağmen- 370 yıldır savaşmamış olmak açısından, askerî olarak karşı karşıya gelmemiş olması, dünyada örneği az olan bir durumdur. İnşaallah böyle bir durum şimdi ve hiç bir zaman da olmaz..

Yine de unutmamak gerekir ki, devletler ayrı güç, menfaat, strateji ve hedefleri temsil ederler ve birbiriyle aynîleşemezler. Aynîleştikleri anda, ayrı olmalarının mânası olmaz..

Baştan görülmesi gereken husus, İran ve Osmanlı’nın (ve bugün Türkiye’nin) tarih boyunca bölgenin iki temel gücü olduğudur.

Her ikisinin de tarih boyunca, kuzeydeki Rusya ile başı büyük derdlere girmiş ve her ikisi de, bu kuzey komşularından tarihlerinin en ağır darbe ve yenilgilerini almışlardır..

Her iki devlet de, müslüman halklara sahibdirler ve Sultan Selim- Şah İsmail dönemlerinden kalma bir saltanat rekabetinin, sünnîlik ve şiîlik mezhebleri arasındaki bir yarıştırma konusu olarak sunulması ise, İslam Milleti ve tarihi için bir talihsizliktir..  

Bu iki devletten birisi olan İran, son 32 yıldır, İslam Cumhuriyeti olarak anılan bir rejimle, bir yönetim mekanizmasıyla idare olunmaktadır. Yani, her türlü genel düzenlemelerde temel ölçüsünün İslam hükümleri olduğu iddiasını taşımaktadır.

(İlk kez) 1920’lerden itibaren tek bir etnisite’ye / kavme aid olduğu iddiasını bayrak edinen ve resmen Türkiye’ adını alan devlet ise, son derece katı bir jakoben, tepeden inmeci / dayatmacı ve karşı çıkanları dârağaçlarıyla susturan kemalist-laik bir rejimle yönetilmektedir. Ki, özü itibariyle diktatörlük olan bu rejimin zencirleri halk tarafından zaman zaman gevşetilmeye çalışılmış ise de, 90 yıla varan ömrünün ancak üçte birlik bölümü, biraz normalleşme tablosu gösterebilmiş; üçte ikisi, tekparti diktatörlüğü, ihtilaller, sıkıyönetimler, olağanüstü hal kanunları altında geçmiştir..

Her devlet, kendisine hâkim olan yönetim mekanizması, rejim ve o rejimin kendine seçtiği, bayrak edindiği inanç veya ideolojiye göre değerlendirilir.. Her rejim, kendi hükmettiği halkın inanç ve düşünce dünyasıyla ne kadar bütünleşebilirse, o kadar tutarlı ve güçlü kabul edilir..

Bu açıdan bakıldığında, T.C.’nin laikliğinin, kendi halkı açısından tutarlığı olduğu sözkonusu bile edilemez. Çünkü halk, yüzde 98’i aşan kesin bir ekseriyetle müslümandır..

T.C.’nin laikliğinin mantıken tutarlı olup olmadığına gelince, bu uygulamanın, laiklik anlayışının aslî sahibi olan Batı dünyasında bile totaliter bir laiklik olduğu değerlendirmelerinden kurtulamamaktadır.

İran’ın, kendisini nisbet ettiği İslam Cumhuriyeti rejiminin kriterlerine göre ne kadar tutarlı olduğuna gelince.. Bunun değerlendirmesini yapmak daha bir zordur.. Çünkü, İran’da halkın ekseriyeti İslam’ın şia mezhebindendir, bu açıdan diğer çoğu müslüman toplumların İslamî yorumlarından farklı bir bakış açısı olabilir.

Öte yandan, İİC, kendisini İslam’a nisbet ettiği için, her tasarrufunun İran adına değil, aynı zamanda İslam adına da yapıldığı gibi bir önkabulü sunmaktadır, muhatablarına...

Ve T.C.’de ise, her olumlu veya olumsuzluk, laikliğin kâr hanesine yazılacaktır, lokomotifin şefmakinisti kim olursa olsun..

Bu iki devletin rejimleri, böylesine birbirinin tam zıddı istikamette olmasına rağmen, iyi komşuluk ilişkileri ve başta PKK-PJAK  örgütlerinin silahlı eylemlerine karşı girişilen etkisizleştirmek yönündeki ortak çabalarıyla, ilginç bir işbirliği sergiliyorlardı.. Buna rağmen, yönetim mekanizmalarında son aylarda, özelilkle Suriye Buhranı üzerine kesin bir zıddiyet meydana gelmiş bulunuyor.

Suriye’de Baas ideolojisi / Baas Partisi ve Hâfız Esed (ve oğul) Beşşâr  liderliğindeki Esed Hanedanı’ın, aile saltanatının ve de yüzde 10’luk bir Nusayrî   azlığının 41 yıllık tahakkümüne karşı yükselen sivil halk protestoları, tank, top, savaş uçağı ve savaş gemileriyle bastırılmak istenip, binlerce insanın katledilmesi devam ederken;  İİC’nin, -Arab Baharı denilen halk hareketlerini sempatiyle karşıladığı halde-  stratejik gerekçelerle Suriye rejimini desteklemesi ile, T.C. ile İİC arasında ciddî bir zıdlaşma ortaya çıkmış bulunuyor.

Her ne kadar, zaman zaman İİC makamları da son günlerde Suriye’ye, muhalifleriyle görüşmeleri çağrısında bulunuyorsa da, bunlar daha sonra yapılan açıklamalarla hafifletilmektedir.  

Ama, İran medyası, son zamanlarda Tayyîb Erdoğan’a karşı yoğun bir karalama kampanyası başlatmış bulunuyor..

Hemen her gün, Erdoğan’ı hedef alan bu yayın çizgisi bu zamana kadar bu çapta görülmüş şey değildi.. Şimdi ise, sadece direkt eleştirilerle yetinilmeyip, dış medyada Erdoğan aleyhinde yazılmış olan yazılar da İran toplumuna yansıtılıyor..

Bunlara bir örnek olarak, Tahran’da yayınlanan Cumhûri-i İslamî gazetesinde 18 Eylûl 2011 tarihli bir özel haber metnini zikredebiliriz.. Aynı gün, başmakalesinde de Tayyib Erdoğan’a eleştiriler getiren bu gazete, Mısır’dan geçtiği bir özel haberde de aynı konuya değiniyor ve  ’Mısır Devrimi’nin hatibi olarak şöhret bulduğu’ belirtilen Şeyh Mazhar Şahin’in, 16 Eylûl Cuma günü Tahrîr Meydanı’ndaki Mescid-i Mukerrem’de Cuma hutbesinde, ’Erdoğan müslümanların Halifesi değildir..  Ama, o, maalesef müslümanların bir fatihi gibi karşılandı.. Sanki o, Mısır’ın kurtarıcısıydı.. Erdoğan’ın, İslam dünyasının bir kahramanı olarak karşılanması kabul edilemez, vs..’ dediği aktarılıyordu..

’İslam İnqılabı Muhafızlar Ordusu’nun savaş yıllarındaki başkomutanı olan Muhsin Rızaî kontrolünde olduğu bilinen ’tabnak.ir’in 20 Eylul günü verdiği bir haberde ise, İİC Meclisi’ndeki parlamenterlerden Ali Muhammed Bozorgvarî’nin, 20 Eylûl sabahı yaptığı  ve Tayyîb Erdoğan için yakışıksız sözler kullandığı konuşmasında, Erdoğan’a gerekli tepkiyi vermediği için Ahmedinejad’ı da eleştirdiği bildiriliyordu.. Adı geçen m.vekilinin, ayrıca Ahmedinejad’ı, ’Bilmiyor musun ki, Veli’yy-i Faqih (Rehber) kanunun, anayasa’nın üstündedir..’ diye eleştirdiği de hatırlatılıyordu..  

Keyhan gazetesi ise, 20 Eylûl tarihli sayısında, El’Hayat isimli arabça gazeteden aktardığı uzuun bir yorumda, ’Mısır İslamcılarının Erdoğan’ın Mısır’da tavsiye ettiği sekularizme karşı çıktıklarını ve İslamî demokrasi peşinde olduklarını belirttiklerini’ dile getiriyordu.. Erdoğan’a benzer eleştiriler Lübnan’da yayınlanan ’Es’Sefîr’ gazetesinden de aktarılıyordu..  

"SULTAN SELAHADDİN'DEN SONRA BİR İLK"

Halbuki, Batı dünyasının gazeteleri ise, hâlâ, Erdoğan’ın Ortadoğu üzerindeki karizmatik etkisini yansıtan yorumlara ağırlık vermeyi sürdürüyorlar.. Nitekim, Kanada’da yayınlanan etkin gazetelerden ’Globe and Mail’, 'Erdoğan Ortadoğu'nun yeni imparatoru' diye başlık atıyordu, 18 Eylûl günlü sayısında..

Mezkur gazete, Erdoğan'ın uçağının Kahire Havaalanı'na indiği andan itibaren binlerce Mısırlı'nın onu ’Allahuekber!’ sadâlarıyla sevinçle karşıladıklarını, bu karşılamanın, bir yabancı devlet adamına ilk kez gösterildiğini belirtiyordu.

Erdoğan'ın, Arab Baharı hareketi ile muhalif kitlelerin kontrolüne geçen Mısır, Tunus ve Libya'nın başkentlerinde, eşine ancak dünyaca ünlü pop yıldızlarında rastlanan popülarite ile karşılandığı kaydedilen makalede, "Ortadoğu'nun hemen hemen her ülkesinde en popüler politikacı olan Erdoğan, bölgenin tek Müslüman demokrasisinin lideri olarak, bir fatih gibi görülüyor. Arablar, 1100'lü yıllarda Mısır, Suriye ve Kudüs'ü fetheden Sultan Selahaddin'den bu yana arab olmayan bir lidere ilk kez bu denli hayranlık duyuyorlar. Avrupa Birliği’ne üyeliği yıllardır bekletilen Türkiye'nin lideri, neo-Osmanlı çıkışı ile de şimdi Avrupalı liderleri endişelendiriyor" görüşlerine de yer veriliyordu..

İng. ekonomi gazetesi Financial Times ise, 18 Eylûl 2011 günü yorumunda, “Türkiye’nin karizmatik ve hırslı başbakanı” dediği Erdoğan’ı övüyor; İtalyan gazetelerinden İl Messsaggero ise “Yeni Libya Sarkozy ve Cameron’u değil, Türkiye ve İran’ı tercih ediyor. Erdoğan’ın gezisi öncesi baskın yapan iki Avrupalı liderin menfaat gösterilerine rağbet etmeyen yeni yönetim Müslüman Türkiye ve İran’a kucağını açtı”  diye yazıyordu.

Bu gibi yorumlar zihinlerde ister-istemez, İran ile Türkiye arasında Ortadoğu üzerinde bir stratejik üstünlük kazanma yarışının olduğu gibi bir anlayışı da gündeme getiriyordu..

Böyle olunca da, resmî adı, siyaseti ve proğramı İslam Cumhuriyeti olan İran ile, resmî ideolojisi laiklik olan Türkiye arasında bir güç yarışı mı var gibi değerlendirmeler kaçınılmaz olarak gündeme geliyor..

Nitekim, İran medyasında ve siyaset adamlarının dilinde de, müslüman ülkelerin, NATO’nun hizmetinde olmamaları gibi ikazlar dile getiriliyor.. Halbuki, halkı müslüman ve amma, NATO üyesi olan tek ülke Türkiye olduğu için, bu ikazlardan hedefin kim olduğu açık..

Bu tartışmalar, bölgenin bu iki güçlü ülkesinin Suriye Buhranı’ndanki zıd tutumlarından ayrı olarak, özellikle de, ’Füze Kalkanı’ konusuyla daha bir gündeme gelmiş bulunuyor..

Çünkü, son günlerde birden gündeme geliveren Füze Kalkanı konusunda asıl hedefin İran olduğunu bilmeyen yok..

 

İsrail,  NATO üyesi olmadığı halde, NATO üstü bir statüdedir.. Yani, ‘Füze Kalkanı’ tartışmaları, boş..

 

Tayyib Erdoğan gerçi, İran’ın hedef olduğu görüşüne de, bu Füze Kalkanı’yla elde edilen bilgilerin İsrail’e verileceği görüşlerine de karşı çıkıyor.. Ama, bunlara kendisi de inanmıyordur, herhalde..

Çünkü, Amerikan makamları (ki, NATO da Amerika demektir),  taa geçen yıllarda, Rusya’nın itirazıyla karşılaşan işbu Füze Kalkanı’nın hedefinin İran olduğunu açıkça belirtmişti..

Keza, NATO’nun en yüksek seviyedeki bütün gizli bilgilerinin İsrail rejimiyle paylaşıldığını yıllar öncesinden beri resmen açıklayan da B. Amerika idi.. Böyleyken, Erdoğan’ın, ’İsrail, NATO üyesi midir ki, askerî sır ve bilgiler paylaşılsın?’ gibi sözleri gerçeği yansıtmamaktadır.. Ve bunun böyle olduğunu Tayyîb Erdoğan da -adım gibi biliyorum ki-  biliyor.. O halde, susmayı tercih etmeyip de, inanmadığı bir takım görüşlerle kendisini bağlamasının mânası nedir? 

Elbette, bu noktada, Füze Kalkanı etrafındaki gelişmeler önemli..

Çünkü, tam da, M. Marmara  Saldırısı’nda İsrail rejimini suçsuz sayan  ‘BM. Palmer Raporu’nun açıklanmasının eşiğinde, T.C. Hükûmeti, İsrail’e sert bir tavır takınmak isterken..

Diplomatik satrançta birkaç hamle sonrasını düşünerek, karşı tarafın eline bir koz verir gibi bir taktiği devreye sokmak hesabıyla olmalı, NATO’nun uzun zamandır baskı yaptığı ‘Füze Kalkanı‘ konusunda beklenen kabulü açıklayıveriyordu.. Ve bununu hemen arkasından da, bazı üst derece Amerikan yetkilileri ise, 17 Eylûl günü yaptıkları açıklamalarda bu Füze Kalkanının Amerikan Radarı olduğunu ve İsrail’le bilgi paylaşımı olacağını açıklıyorlardı..

Nitekim, Beyaz Saray yetkilisinin bu görüşleri, New York Times ve Wall Street Journal’de de 17 Eylûl günü açıkça dile getiriliyor ve “Bu bir ABD radarıdır. Dünyanın her tarafındaki ABD radar ve sensörlerinden gelen veriler, füze savunmamızın verimliliğini artırmak için birleştirilebilir. Hiçbir anlaşma, bizim İsrail Devleti’ni savunma kabiliyetimizi kısıtlayamaz. Sistemin mimarisi, başta İran olmak üzere, Ortadoğu'dan gelecek balistik füze tehditlerine karşı koruma sağlanması için tasarlandı. Hedef asla Rusya değil.” deniliyordu..

Adı geçen yetkili, “Radar anlaşması Türkiye ile bir al-ver pazarlığı değildi. PKK ile mücadelede Amerikan insansız uçakları Predator'lar konusunda yapılan görüşmeler bu meseleden bağımsız” demeyi de ihmal etmiyor ve anlaşma imzalandıktan sonra Türkiye'nin Füze Kalkanı’nda bir karar değişikliğine gitmesinin söz konusu olmadığını’  da vurguluyordu..

Ahmed Davudoğlu ve Tayyîb Erdoğan ise, ısrarla bu radarın bir “NATO kalkanı” olduğu iddiasında ısrar ediyorlar; “Beyaz Saray’ın bu yönde son derece somut ifadeler içeren resmî açıklaması vardır. Buna göre, radar NATO kalkanıdır. Radarla alınacak istihbaratlar da sadece NATO müttefikleri ile paylaşılacaktır” diyorlar.. (Bir diğer konu ise, bu füze kalkanı sistemi ve radarının, sadece İran’dan gelecek füzelere karşı NATO coğrafyalarını savunmak olduğu gibi bir şeklî mantık oyunu sergileniyor ve ’İran da saldırmayıversin..’ deniliyor.. Halbuki, meselenin özü, şu: Bir çatışma ânında, NATO dünyası İran tarafına füzeler atabilecek, ama, İran karşılık verecek olursa, bu karşı saldırılar önlenecek, etkisizleştirilecek.. Yani, bu füze kalkanı sistemi ve radarı hiç de mâsum değil...

Bu durumda iş galiba yine İran’a düşüyor,. Bu da, İran’ın da, kendi üzerine fırlatılacak füzeleri önceden gören radarları ve onları etkisiz hale getirebilelecek mukabil bir füze kalkanı sistemini oluşturmaktır..)

Davudoğlu ve Erdoğan tarafından dile getirilen bu gibi izahlar çok ince ve uzun vâdeli bir satranç oyununa dayandırılıyor olabilir, ama, kendimi ve halkımızı yanıltmak ihtimali daha da güçlü değil midir?

Bu beyanlar hangi taktikle olursa olsun, NATO müttefikliğinin bir gereğidir ve Türkiye NATO’dan çıkmadıkça, -bunu yapabilecek gücü var mıdır, o ayrı bir konu-  NATO’nun, yani Amerika’nın, yani onun Ortadoğu’daki yapışık ikizi ve uzantısı konumundaki İsrail rejiminin hizmetinden kendisini kurtaramıyacaktır..

Bu konuyu sadece Tayyib Erdoğan’la ve onun siyasetiyle sınırlı saymak gibi bir basit günlük siyaset malzemesi yapmadan, bu çerçevesiyle görmek gerekiyor..

Dahası, Erdoğan, Ortadoğu’daki başka güç odaklarını, halk kitlelerinin gücünü harekete geçirerek, bütün bir bölgeyi rehine almış olan bu Amerikan- İsrail tasallutunu zayıflatmanın yollarını arıyor bile denilebilir.. Çünkü, Türkiye ile İsrail rejimi arasındaki münasebetler, geçen 60 küsur yıl boyunca hiç bu denli soğuk olmamıştı.. Ve Türkiye ile Mısır rejimleri de, aynı şekilde son 60 yıl boyunca birbirlerine hiç bu kadar yakın olmamıştı..

Bu denge oyunlarını sadece İran, Türkiye, Mısır veya bir başka ülke açısından değil, bütün bir Ortadoğu dengeleri açısından değerlendirmek ve gelişmelere, temelsiz suçlamalara girmeden soğukkanlılıkla bakabilmeyi gerektiriyor..

Nitekim, Jerusalem Post’dan Ben Hartman, 20 Eylûl 2011 günü Hürriyet’te yayınlanan sözlerinde, ’İsrail’deki Türkiye karşıtlığının Tayyib Erdoğan’ın ülkedeki imajından beslendiğini’ belirtiyor,  “Bu klişe olabilir, ama Erdoğan, radikal muhafazakar bir Müslüman olarak görülüyor. Hamas’ı desteklediğine, Yahudi karşıtı olduğuna inanılıyor. Türkiye’yi zamanda geriye götürüp Atatürk’ün laik ülkesinden uzaklaştırıp, daha dindar bir yer haline getirmek istediği düşünülüyor. Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırmak istediği, Türkiye’yi bölgesel bir süpergüç yapmak istediği söyleniyor. Bir de, bir zamanların büyüyen laik Türkiye’sinin ikinci bir İran’a dönüştüğü inancı var” diyordu.

Evet, sırtını Amerikan emperyalizmine dayayan İsrail rejimi, Amerikan emperyalizminin zaafiyetinin artması ve gücünün kırılması durumunda, kelaynaklar gibi ortada kalıvereceğini de düşünmektedir, elbette.. Amerika ise, Ortadoğu’daki gücünün hele de İsrail siyaseti yüzünden, en zayıf noktalara doğru sürüklendiğini görmeye başlamış olabilir.. Çünkü, her ne kadar, yine güç mevkıinden konuşuyorsa da, yine de temkinli davranmayı ve Ortadoğu’da konrtrolü yitirebileceğinin korkusunu taşıdığını da yansıtıyor..

İsrail rejimi ise, Amerika’nın bir zaafa uğraması halinde her şeyi büyük çapta kaybedebileceğinin korkusu içinde, kendisine Ortadoğu coğrafyasında yeni müttefikler bulmaya çalışıyor ve bir bakıma Türkiye’ye haddini bildirmek için, Kıbrıs Rûm kesimiyle Doğu Akdeniz’de, Türkiye’yi tahrik edecek şekilde petrol ve doğalgaz sondajlarına girişiyor; Yunanistan’a daha geniş askerî işbirliği teklif ediyor ve hattâ, savaş uçaklarını Yunanistan askerî havaalanlarında barındırmayı teklif ediyor.. Elbette bunların Yunanistan gibi, iflasın eşiğinde olan bir ülkeye büyük getirilerinin olabileceğini de hissettirmeyi de ihmal etmiyor..

Ama, Yunan tarafı da,  ezelî Osmanlı-Türkiye korkusuyla bu konulara bodoslama dalmaya yaklaşmıyor..

Bu konuda, Yunanistan’ın önde gelen sivil toplum örgütlerinden Avrupa ve Dış Politika Vakfı (ELIAMEP) Genel Direktörü Thanos Dokos, 20 Eylûl günü medyaya yansıyan görüşlerinde, Doğu Akdeniz'de doğalgaz arama çalışmalarıyla ilgili muhtemel senaryoları değerlendirirken, Doğu Akdeniz’de yaşanması muhtemel senaryoları da şöyle sıralıyordu:

-- İsrail insansız hava araçları bölgeyi izliyor, Dolphin sınıfı denizaltıların da Kıbrıs Rum yönetiminin doğalgaz aradığı 12’nci parsel çevresinde görev yapması bekleniyor. Eğer gerekirse İsrail Sa’ar 5 sınıfı hafif savaş gemilerini de bölgeye gönderebilir. Kıbrıs Rum yönetiminin deniz gücü çok az, İsrail’in ise firkateyn göndermesi beklenmiyor.

 -- Türkiye’nin de bölgeye savaş gemileri göndermesi sürpriz olmaz, ancak sondaj çalışmalarına müdahale etmesi çok düşük bir ihtimal. İsrail bunu doğrudan provokasyon olarak görecek ve karşılık verecektir. Ama, iki taraf da bunu istemez. Dahası iki ülke arasında tansiyonun yükselmesi Washington için de büyük bir baş ağrısı olur. Tansiyonun yükselmesi durumunda hava kuvvetleri arasında çatışmalar yaşanabilir. Bu çatışmalar muhtemelen İsrail için yüksek maliyetli bir zaferle sonuçlanır. Ancak Tel Aviv, düşmanları listesine bir ülkeyi daha katmak istemez.

 -- Ankara askerî bir yenilgiyle sonuçlanacak doğrudan bir çatışmaya girmek istemez. En olası senaryo Kıbrıs Rum yönetimi ve Yunanistan’a karşılık olarak Türkiye’nin adanın kuzeyinde kendi arama çalışmalarını başlatması olur. Türkiye aynı zamanda İsrail’e karşılık  olarak Gazze ablukasını kırma girişimlerini destekler, Arab devletleriyle yakınlaşır ve Filistinlilerin bağımsız devlet olma taleplerine destek verir.’

Evet, soğukkanlı bakıldığında, Ortadoğu krizlerinin sadece bir vechesi, bunlar..

Ve her güç merkezi, hayatta ve ayakta kalmak isteyen her halk veya rejim, birçok taktikler ve planlar yapar.. Ve bunlar sadece hamâsî sözler söyleyerek halledilemiyecek kadar ciddî ve hayatî konulardır..

 

YAZIYA YORUM KAT

13 Yorum