1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ‘Kâfir Güler, Bizim Ahvâl-i Perişânımıza..’
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

‘Kâfir Güler, Bizim Ahvâl-i Perişânımıza..’

11 Kasım 2014 Salı 05:50A+A-

[email protected]

Yazının başlığındaki cümle, bir eski şiirde, ‘Kâfir ağlar, bizim ahvâl-i perişânımıza..’ şeklindedir. Ama, bu şekilde değiştirmek daha münasib olsa gerek..

Bugün, İslam Milleti’nin yaşadığı perişanlık karşısında küffâr, evet, gülüyor ve gülmekte de haklıdır. Ama, daha da acı ve traji-komik olanı, bu emperyalist güç odaklarının bugünkü bütün bu olumsuzlukların planlayıcısı olmasına rağmen, başrolde olduklarını gizleyip, sahneye ‘kurtarıcılarımız’ olarak çıkmaları..

*

Bazı müslümanlar ya da müslüman olduklarını söyleyenlerden niceleri bu durumdan çok büyük bir umutsuzluğa kapılıyorlar ve bu durumu, müslümanların yetersizliği yerine, İslam’ın bir kusuru ve yetersizliği gibi sanıyorlar. Ve çoğu yerde, ‘N’olacak bu müslümanların hali?’ yakınmasını duymak, yapılan uluslararası propagandaların da etkisiyle giderek daha bir yoğunluklu olarak dile getirilmekte.. Tabiatiyle, fatura da kurnazca, İslam’a çıkarılmakta..

İslam ve müslümanlar aleyhinde bir ‘soğuk savaş’ oluşturma peşinde olan mâlum emperyalist - şeytanî odaklar bu tabloyu daha da olumsuzlaştırmak için ellerinden geleni sergiliyorlar. 

*

Gerçekte, hata müslümanlarda elbette.. Ama, asla İslam’da değil..

Müslümanlar, evet hele de son 100 yıldır ve bugün bir dağınıklık, bir perişanlık sergiliyorlar, amma, kurtuluş reçetesi yine İslâm’da bulunuyor. Ve hele de İslam’dan başka bir yerde aranması halinde, bugünkü perişanlık tam bir tükenmişliğe, bitmişliğe dönecektir.

Geçmiş asırlarda da, tarihte, müslümanlar pek çok büyük felaket ve musibetlerle karşılaştılar.

Ve belki niceleri, o musibetler karşısında da, ‘Galiba artık İslam’ın ve İslam Milleti’nin sonu geldi..’ gibi zannlara kapıldılar. Ama, İslam’a ebediyyet/ sonsuzluk va’dolunmuştur. O küllerinden yeniden tutuşan bir sönmeyen ocaktır.

İsterseniz, şöyle bir hatırlayalım, son 1000 yıla yakın tarih kesimini ve zaman tünelini..

800 yıl öncelerdeki Moğol İstilâsı, müslümanlar için büyük bir felaket olmuştu. Bugün coğrafyadaki yerini, sınırlarını ve halkını çoğumuzun bilmediği Mogoliston’tan harekete geçen Moğol orduları, bütün müslüman coğrafyalarını çiğneyerek, yakıp yıkarak, ‘taş üstünde taş, omuz üstünde baş’ bırakmamayı şiar edinen bir vandallıkla bütün Horasan ve İran’ı ve Anadolu’yu ezip geçmiş, oradan da Suriye ve bugünkü Irak’a yönelmiş, Abbasî Halife- Sultanlığı’nın başkenti Bağdad’ı yakıp yıkmıştı.

Sadece Bağdad’da öldürülenlerin sayısını tarihler, o günkü nüfus açısından daha bir korkunç olan 750 bin rakamı ile ifade etmektedirler.

*

Tarih Baba’nın anlattığı acı gerçek bugün de yaşanmıyor mu?

O dönemin tarihçilerinden Qudbeddin Nehrevanî ise, o korkunç istilâ öncesi Bağdad’ın sosyal durumunu, ‘Dicle’nin kenarında, koyu gölgelikler altında yumuşak minderler ve yataklar üzerinde otururlar, sabahtan akşama ve akşamdan sabaha kadar bütün vakitlerini zevk’u safa içinde yeyip içmekle, eğlenmekle geçirirler.’ şeklinde anlatır.

Benzer bir acı durum da Abbasî Sarayı’ndadır. Çünkü, Moğol İstilası’nın Bağdad’ı ele geçirdiği sırada Bağdad’daki Abbasî Saltanatı Sarayı’nda câriye durumunda bulunan kadınların 730 civarında olduğu bildirilir.

Bir daha ayağa kalkamaz sanılan müslüman toplumları, İslam’ın öz cevherindeki hayatiyet gücünün etkisiyle yeniden kendilerine gelmişler; önüne çıkan her şeyi bir sel gibi yıkıp yokeden o istilânın ve istilacı güçlerin çekip gitmesi üzerinden 100 yıl geçmeden, tekrar ayağa kalkmaya başlamışlardır.

Nitekim, o büyük felaketin ardından yaşanan büyük perişanlık içinde miladî-1299 yılında  Osmanlı Devleti boyvermiş, filizlenmiştir. Ama, o devlet de, henüz 100 yılını doldurduğu sırada; yine doğudan, bu kez de Timur’un saldırısına mâruz kalmış ve Horasan’dan, Semerqand’dan kalkıp gelen Timur, 1402’de Ankara önlerinde, Yıldırım 1. Bâyezid’i ağır bir yenilgiye uğratıp, esir almış; 100 yıllık Osmanlı Devleti parça-bölük olmuştu. Ne var ki, şehzadelerden Çelebi Mehmed duruma hâkim olup, yola devam etmiş; 50 sene sonra ise, torunu Sultan 2. Mehmed, Bizans İmparatorluğunun varlığına son vermiş ve İstanbul’u almıştır.

Yani, bir ölürüz, bin doğarız misali bir durum..

*

Aradan asırlar geçti.. Nice inişler-çıkışlar yaşandı..

Ama, açıktır ki, daha çok askerî üstünlük anlayış ve temeli üzerinde duran Osmanlı, bir çok etkenlerin yanı sıra, silah sanayii alanındaki teknolojik gelişmeleri bile zamanında yeteri kadar takib edemeyişinin de etkisiyle, hasımları ve rakibleri karşısında bocalamaya, geri düşmeye başladı ve 1683’deki ‘2. Viyana Kuşatması’ bozgunundan 13 sene sonra, düşmanlarına ilk kez toprak kaptırdığı 1699- Karlofça Andlaşması’yla sosyal bünyesinde yenilginin daha da ağır olan psikolojik travmalarını yaşadı.

*

1. Dünya Savaşı’nın bozduğu denge, hâlâ kendisine gelemedi..

200 yılı aşkın bir süre, devamlı irili-ufaklı savaşlarla hırpalanan ve kendine gelmesine engel olmaya çalışılan o sosyal bünye, nihayet, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, zuhûrundan 620 küsur sene sonra, miladî-1920’lerde, tarih sahnesinden el çektirildi. Böylece de, her ne kadar Osmanlı Devleti’nin müslümanların inançlarına uygunluk açısından ne kadar sıhhatli olduğu tartışılsa bile, müslümanların elindeki bir büyük güç olduğu, emperyalistlerin özellikle de bu gücün dağıtılması için ne büyük çabalar harcamalarından da belli oluyordu. (Henüz 50 sene öncelerde bile dünyadaki bağımsız devletlerin sayısı şimdiki gibi 200’ü aşkın değil, 90 civarındaydı; 100 sene öncelerde ise, bu rakam daha da az idi. Nüfusunun ekseriyetini müslüman halkların teşkil ettiği bağımsız devletlerin sayısı, denilebilir ki, 2,5-3 civarındaydı. Yani, Osmanlı, İran ve de biraz da Afganistan, Sudan vs. gibi coğrafyalardaki bağımsız olma yolundaki çabalar.. Diğer müslüman coğrafyaları, bütünüyle emperyalist ülkelerin elindeydi..)

Birinci Dünya Savaşı’nda mağlub olan hiçbir başka devlet, Osmanlı Devleti gibi toptan bir yıkıma uğratılmadı. Osmanlı hâkimiyetinde olan coğrafyalarlarda ise, yığınla devletçikler ortaya çıkarıldı. (Bu satırlar, ‘Ahh Osmanlı- vahh Osmanlı..’ yakınması olarak algılanmamalı.. Burada anlatılmak istenen, kendi içimizden baktığımızda bir çok yanlışlarına ve hatalarına rağmen, onun yine de müslümanların elindeki ve ıslahı mümkün büyük bir güç olması ve geniiiş coğrafyalardaki büyük müslüman toplumları yönetmekteyken, bütünüyle parça parça edilmesidir.)

Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulan ve devlet denilen herbir parçanın tepesine emperyalist güçler diliyle, derisinin rengiyle yerli halktan, ama, kalb ve beyinlerindeki değerleri itibariyle kendi halkları karşısında mankurtlaşan kişi ve kadroları, kuklalarını oturttular.

Bu kişi- lider veya etraflarındaki kadroların herbirisinin ipleri Londra’larda, Paris’lerde, Berlin’lerde, Moskova’larda veya Washington’lardaydı.

Yığınla devletler, karar merkezleri/ başkentler, ayrı kumanda  ve beyin merkezleri bulunan yığınla ordular, ulusal bayraklar ve sınırlar diye kutsanan düzmece kavramlar ve etnik unsurlara üstünlük veren ilkel  ve câhilî anlayışlar..

Bu devletlerin hemen herbirisinin arkasında da, sırtlarını dayadıkları bir takım emperyalist güç odakları.. Neyin nasıl olması gerektiğine o odaklar karar veriyor. 

O merkezler bunları istedikleri /gerekli gördükleri zaman oynatıyorlar, onları birbirleriyle dövüştürüyor- savaştırıyor ve barıştırıyorlar.. Üstelik bunların çoğunun bir devlet geleneği ve kültürü de yoktu. Böyle olunca, onların herbirisinin, birbirinin düşmanı haline getirilmesi de daha bir kolaylaşıyor. 

Bu durum genellikle gözden kaçırılıyor ve çoğumuz da yakınıyoruz, ‘Müslümanlar niye birlik olamıyor?’ diye..

Nasıl olsunlar?

Su başlarını, kendi halklarına ceberrut ve diktatör kesilen emperyalist kuklaları oturtulmuş..

Buna bir de birbirinden kopuk ve sadece kendisini en hakkta ve haklı; kendileri gibi düşünmeyen müslümanları ise, rahatlıkla bâtılda ve hattâ tuhaf ve ilgisiz yorumlarla şirkle, küfürle suçlayan ve imha edilmeleri için kendi kafalarından fetvâlar üreten anlayışları ekleyebiliriz.

Bu durumun ne mânâya geldiğini -haydi İran- Irak arasında 1980-88 arasında 8 yıl devam eden ve her iki taraftan en az 1 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan savaşta taraflardan birisinin Baas ideolojisinee dayanarak savaşması yüzünden bir itiqadî aynîlik  temelinden sözetmiyelim, ama- Afganistan’da, mücahid teşkilatları arasındaki ve onbinlerce-yüzbinlerce müslümanın hayatının sönmesine ve sonunda ortaya Tâlibân’ın çıkmasına yol açan korkunç boğuşmalarda gördük..

*

1990’lardan itibaren daha bir azgınlaşan emperyalizm karşısında..

1990 Ağustosu başında Saddam Irakı’nın, Kuveyt’i bir gecede işgal ve o küçük Emirliği Irak’a 19. eyalet olarak ilhak ettiğini, kattığını açıklaması üzerine ortaya çıkan ve emperyalist dünyanın gelip Irak’ı korkunç şekilde ezdiği 1991-Körfez Savaşı’nda, Irak’ın müslüman halkından yüzbinlerce insanın ölümü.. O savaşta sadece Irak Ordusunun insan kaybının 215 bin asker olduğunu hatırlayalım.

Arkasından, Irak Kürdistanı’nda meydana gelen ayaklanmaları Saddam rejiminin kimyasal silahlar kullanarak bastırmaya kalkışması, yüzbinlerce- milyonlarca insanın İran ve Türkiye’ye sığınması sırasında yaşanan büyük perişanlık, kaos ve büyük sosyal travma..

Bu da yetmedi..

1995’lerde, Irak Kürdistanı’nda, Celâl Talebânî ve Mesud Barzanî güçleri arasında iki tarafında da müslüman kürd halkının gençlerinin bulunduğu ve iki yıla yakın bir süre, onbinlerce insanın birbirini korkunç şekilde öldürdüğü boğuşma..

Tabiatiyle bu arada, her buhran zamanında, sionist İsrail rejimi, fırsattan en iyi şekilde istifade ediyor ve kendisi için ileride tehlike teşkil edeceği gerekçesiyle, ikide bir Filistin’i ve Filistin’in müslüman halkını ezmeye ve yüzlerce-binlerce insanı katletmeye devam ediyor ve o cinayetler de, başta B. Amerika olmak üzere, emperyalist güç odakları tarafından ‘İsrail’in kendisini savunma hakkı’ olarak ‘anlayış’la ve hattâ sempatiyle karşılanıyordu.

Ve 11 Eylûl 2001 tarihinde B. Amerika’da, iç güvenlik zaafından kaynaklanan dünya çapındaki o büyük saldırılar olduğunda, birileri bunu hemen El’Qaide gibi bazı İslamî örgütlerin üzerine attı, bazıları da o şekilde dolaylı kabullenmeler içine girdi ve arkasından, Amerikan emperyalizmi, o saldırılarda Amerika’daki saldırılarda ölen 3 bin kadar insanının ve saldırıya uğramış olmanın intikamını almak ve iç-kamuoyunu yatıştırıp tatmin etmek adına hemen Afganistan’a saldırdı, ağır bombardıman ve füze saldırılarıyla viraneleri daha bir virane eyledi ve yüzbinleri katletti..

Müslüman dünyasından etkili bir itiraz çıkamadı..

Bununla da yetinmeyen USA emperyalizmi, bu kez de o saldırıların ardında Saddam Irakı’nın bulunabileceği  ve ayrıca bu rejimin elinde kitle imha silahlarının olabileceği gibi iddialarla Irak’a da saldırdı ve bu ülkeyi tekrar yerle bir ve işgal etti; 35 yıllık kanlı Baas rejimi diktatörlüğü çökertildi, Saddam da yakalanıp idâm olundu..

Böylece Irak ülkesi, Amerikan Başkanı G. W. Bush’un deyimiyle, ‘özgürleştirildi..’  Çünkü, Bush, ‘Tanrı’sının kendisine,  ‘Git, Irak’ı özgürleştir!..’ diye emrettiğini açıkça beyan etmişti.

Irak, henüz de 12 senedir kan-revan içinde.. Bombalamalar, patlamalar, silahlı çatışmalar ve hele de şu veya bu İslamî mezhebe mensubiyet adına işlenen ve günlük ortalama 30’dan aşağı düşmeyen öldürülmelerin pençesinde..

Buna bir de, çaresizlik içinde, ‘kurtarıcılık’  iddia, hayal ve ümidiyle, İslam adına diyerek silaha sarılan çeşitli örgütlerin sergiledikleri ve insana dehşet veren, İslam’ın üzerine de dünya halkları zihninde kocaman soru işaretleri konduran korkunç kanlı boğuşmaları ekleyelim.

Ve ‘Arab Baharı’ diye ortaya çıkan büyük sosyal patlamaların ortaya çıkardığı kanlı tablo ise, zaten her türlü izahtan vareste..

*

Arab diyarlarındaki sosyal patlamaların faturası ağır oldu..

Tunus’da başlayan ve Habib Burgiba ve Zeynelabidin bin Ali’nin 55 yıllık diktatörlüklerinin sona ermesine müncer olan sosyal patlamalardan sonra.. Tunus’un müslüman halkı, Râşid Gannuşî liderliğinde ‘en’Nahda (en’Nıhzeh) Hareketi’ seçimleri kazandı. Ama, üç yıllık nisbeten problemsiz bir uygulamadan sonra, Ekim-2014 seçimlerinde yapılan seçimlerde, kenara konulmanın eşiğine geldi..  

Mısır’da da, 62 yıl önce 1952’de Kral Faruk’un sadece zâlim değil, aynı zamanda soytarıca olan yönetimine karşı gerçekleştirilen ve amma, kısa zamanda sahneye Cemâl Abdunnâsır ve Enver Sedat gibi yeni diktatörlerin çıkmasına zemin hazırlayan 62 yıllık rejim ve hele de 1981-2011 arasındaki son 30 yıllık Husnî Mubarek yönetimi çökertildikten sonra..

Halkın hürr iradesine başvurarak yapılan seçimlerden, müslüman halkın hayallerine, ümidlerine yakın olması açısından İkhwan-ul’Muslimiyn (Müslüman Kardeşler) Teşkilatı,  zafer kazanarak çıkıp, Muhammed Mursî’nin de halkın yüzde 51’inin reyi ile cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra..

Bu zafer karşısında karşılaştıkları yenilgiyi bertaraf etmek için, şeytanî güçler,  Abdulfettah es’Sisî isimli ve yazık ki Mursî’nin de güvenini kazanmış bir general eliyle, henüz iktidarının birinci yılını bile dolduramamış olan Mursî yönetimine karşı, ‘pahalılığı ve işsizliği önlemeyemediği ve iç huzuru sağlayamadığı’ gibi  tuhaf gerekçelerle,  kanlı bir askerî darbe yaptılar ve sadece Kahire'de Rabia-t-ul’Adeviyye Meydanı’nda bile, askerî darbeye karşı çıkan halktan 2500 civarında insan, kurşunlar altında can verdi, ama, emperyalist dünya, bütün bunları ‘demokrasinin kurulması yolunda ödenmesi gereken bedeller’ adına  desteklemek yolunu seçti.. Darbeci general, demokrasiyi kuruyordu.

Libya’da 42 yıllık Gaddafî rejimi de o sosyal patlamalardan nasibi alıyor ve emperyalistlerin de yardımıyla, iktidardan düşürülüyor, Gaddafî linç yoluyla öldürülüyordu.

Aradan geçen üç yıl içinde ise, Libya, henüz de durulmadı ve nihayet geçtiğimiz aylarda, Bingazi’nin de doğusunda, Tobruk’da, başkent Trablus’dakinden ayrı, yeni bir Meclis oluşturulmaya çalışıldı, çalışılıyor; Mısır’daki darbeci General Sisî’nin ve emperyalist odakların himayesinde.. Bu ülkedeki iç savaş da kanlı şekilde sürüyor.

Yemen’de ise, 34 yıllık bir Ali Abdullah Salih diktatörlüğü, kendisinin de mensubu olduğu güçlü Husî Aşireti içindeki iç iktidar kavgasının zirveye tırmanması ve çetin silahlı mücadelelerden sonra çökertildi.. Yerine gelenler ise, bir ‘Geçiş Hükûmeti’ mahiyetindeydi.. Ama, Hûsî Aşireti liderinin ‘5 İmam şiası’ olarak isimlendirilen Zeydîyye mezhebinden ayrılıp, 12 İmam Şiası olarak nitelenen İran’da yüzde 80’leri oluşturduğu bilinen şiî-müslüman halkın ekseriyetinin mensub olduğu Caferiyye mezhebine geçtiğinin açıklanmasıyla işin rengi değişti ve Caferiyye mezhebinin merkez üssü olan güç odağının da desteğiyle, başkent San’a işgal edildi, kendilerine karşı çıkanlar ‘terörist ve tekfirci’ diye nitelenerek.. Geçiş Hükûmeti  ise, şimdi, sadece Husî güçleriyle ve onların dış destekleyicileriyle değil, düne kadar diktatör olarak nitelenen ve öyle de olan Ali Abdullah Salih’in de şimdi kendisini deviren kendi aşiretiyle arasını düzeltip, Husî Aşireti güçlerinin yanında yer almasıyla, daha bir zorlaşan bir mücadelenin içinde..

Henüz de ortada bir ufukta bir çözüm yolu gözükmüyor..

*

Suriye ve Irak ise, daha bir içinden çıkılmaz halde..

Suriye ise, tam bir yangın yeri..

52 yıllık Baas Partisi diktatörlüğü ve 45 yıllık Esed Hanedanı tahakkümü sonunda bu ülkede de büyük sosyal patlamalarla karşılaşılınca.. Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki tek üssü durumunda olan Suriye rejimi, İran’la da olan stratejik dostluğuyla, kendisinin en hızlı savunma gücü konumundaki Lübnan Hizbullah güçlerini de yanıbaşında bulunca, ömrünü biraz daha uzatmış oldu. Hizbullah lideri Nasrullah’ın ‘Biz olmasaydık, Esed rejimi iki günde çökerdi..’ gibi beyanlarıyla, bu ülkenin nasıl kan gölüne ve viraneye çevrilmesinde kimlerin etki ve payının olduğu da hatırlanmalıdır. Suriye’de ve Irak’daki rejimlere karşı direnen ve dışardan geldiği söylenen uluslararası ‘selefî’ savaşçılar olsa bile, asıl, yerli halkın desteğiyle etkinlik kazandıkları anlaşılan işbu Esed rejimi muhalifi güçlerin herbirisi de kendi başlarına bir ayrı İslamî hedef gözetiyormuş pozisyonunda, birbirleriyle de korkunç bir boğuşmanın içinde olmaları da bir ayrı facia..

Bunların en hızlılarının ise, IŞİD ve en-Nusra gibi örgütler olduğu biliniyor.

IŞİD (ya da, arabça kısaltmasıyla, DA’İŞ)  güçlerinin de, diğerlerinin de, birbirlerine karşı da nasıl amansız ve acımasız bir mücadele verdikleri ve Suriye rejimi askerlerinin usûl ve uslûbundan pek farklarının olmadığı ve Baas rejimi güçlerinin gerisinde kaldıkları söylenemez herhalde.. Ki, bu husus, kendilerinin dünyaya yaydıkları video görüntülerinden bile anlaşılıyor.

Ve 22 milyonluk bu ülkede, şimdi 7 milyon insan perişan evlerinden, barklarından, yurtlarından Türkiye, Ürdün ve Lübnan’a sığınmış durumdalar.. Ülkenin, başkent Şam/ Dımeşq dışındaki -en başta güzelim Haleb şehri olmak üzere- hemen bütün şehirleri ve bir harabe yığına dönüşmüş durumda.. Sadece Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı 2 milyonu buluyor.

Ve IŞİD güçleri Irak’ın batısı ile Suriye’nin doğusunda, 200 bin km. kareyi bulan geniş bir alanda hâkimiyetlerini sürdürüyor.

Ancak, Irak’da, Nurî Mâlikî hükûmetinin aklaşık 9 yıllık uygulamasının özellikle son yıllarındaki, dışardan telkınle sahnelenen yanlış uygulamalarının acı meyveleri devşirilmesi, yeni başbakan Haydar İbadî  döneminde geçmişteki yanlışların tekrarlanmaması için bir fırsat olabilir. Hatırlanmalı ki, Mâlikî’nin katı mezhebçiliğe doğru kayan siyasetlerine, Muqteda es’Sadr bile karşı çıkmış ve sonra Mâlikî’nin ‘Seni tutuklar yargılarım..’ tehdidi üzerine İran’a kaçmak zorunda kalmış ve daha sonra, bu iki isim, İran makamlarının çabalarıyla barıştırılmıştı.

Özellikle 2003’deki Amerikan işgalinden sonra, Irak başbakanlığına getirilmek zorunda kalınan ve  amma Amerikan emperyalizminin kendisine ancak 1,5 sene kadar tahammül edip sonra vazifeden uzaklaştırdığı İbrahîm Caferî’nin bu dönemde Irak Dışişleri Bakanı olarak kabinede yer alması, bir şans olamaz mı?

*

Suriye rejiminin, kuzeydeki 910 km.lik Türkiye sınırları boyunca yaşayan 2 milyon kadar müslüman kürde daha düne kadar kimlik bile vermezken, bu sosyal patlamaların Suriye’de de  ortaya çıktığı 2011’in sonbaharında, onlara geniş imkanlar vererek ve vaadlerde bulunarak, Türkiye’yi rahatsız edebilmek için, o şerit boyunca PKK’nın temsilcisi durumunda bulunan PYD isimli marksist örgütü yüreklendirmesi ise, bir başka boyut idi.

Ancak, nereden ve nasıl beslendikleri objektif olarak ortaya konulamıyan IŞİD güçleri, bir taraftan Irak’da Musul’u alıp, Bağdad’ı bile tehdid ederken, ve Felluce, Tikrit ve hattâ Kerkük’ün bazı noktalarında bile üstünlük sağlarken; diğer taraftan da Suriye’nin doğusundaki Rakka ve diğer yerleşim birimlerinde hâkimiyet kurması, ve  en kuzeyde, PYD güçlerinin üssü olarak görülen Ayn-ul’Arab/ Arab Çeşmesi veya Kobani diye anılan şehri de ele geçirmek üzereyken, devreye Amerikan emperyalizmi ve müttefiklerinin girmesi tabloyu daha bir renklendirdi..

*

Yeni bir Mogol İstilası veya Haçlı Seferi ile karşıya karşıyayız..

Suriye rejimi bağımsız devlet olduğu iddiasıyla, Amerika’nın kendi ülkesindeki hava sahasında cirit atmasına bir de alkış tutuyor.. Kürdçü bir takım gruplar da Kobanî’de PYD güçlerinin, el kaşığıyla içilen çorba misali kazanacağı bir zaferi kutlamaya hazırlanıyorlar. Bu arada, bir HDP m.vekilinin (S. Tuncel’in), 8 Kasım günü bir gazeteci tarafından, ‘Hem IŞİD'e ABD silah verdi diyorsunuz, hem de ABD'den silah istiyorsunuz’ sözleri üzerine, "Bunu isterseniz toplantı bittikten sonra baş başa konuşalım" demesi dikkat çekiyordu.

Üzerinde büyük gürültüler koparılan ve gerçekte ise, sırf marksist-kürdçü bir hareket için bir güçlü üss olarak kullanılmak imkânı olduğu düşünülen Kobani’de iki aya yakın zamandır her iki taraf da bir netice elde edemedi. Ama, Amerika ve müttefiklerinin bombardımanları altında, Kobani’den bir virane yığınından başka bir şey kalmadı. Kobani ve çevresinin kürd müslüman halkından 200 bin kadarı ise, Türkiye’ye sığınmış bulunuyor.. 50 bin kadarı da daha önce, Irak Kürdistanı’na kaçmıştı; PYD’nin marksist bir kanton yönetimi oluşturmaya çalışması karşısında..

Ve şimdi, Türkiye, Amerika’yla NATO’da müttefik olmasına rağmen, Amerika’nın diktelerine, dayatmalarına karşı direnmeye çalışıyor.

Düne kadar Amerika’ya karşı direniyor durumda olan İran ve bazı ülkeler ise, Amerikan emperyalizmi ve nice müttefiklerinin yeni bir Moğol İstilası ve Haçlı Seferi anlayışıyla  bölgede yaptığı bütün bu efeliklere zımnen destek veriyor. Velev ki, ‘Allah, bir haşereye karşı bir başka haşereyi musallat etti..’ mantığına sığınarak da olsa..

Ama, Amerika’nın IŞİD’i ortaya çıkaran aslî etkenlerden olan Suriye Buhranı’nda Esed rejiminin iktidarda kalmasını tercih eden bir tablo sergilemesi karşısında NATO üyesi bir Türkiye’yle zıd noktalara düşerken; İran’ın ise, IŞİD’e karşı mücadelede, Suriye rejiminin başı olan Esed’in diktatörlüğüne gözyuman bir siyaset izleyen Amerika’yla aynı paralele düşmesi, ilginç bir gelişme olarak kaydedilmelidir.

*

Öte yandan, Suûdî rejimi de, korkular içince.. IŞİD’çilerin ve benzeri güçlerin, Suûdî rejimine yönelttikleri, selefiliği- vehhabîliği saptırdıkları iddiasının Suûd rejiminin tahakkümü altında yaşayan Hicaz halkı içinde de tarafdar bulduğu ve amma sesini yükseltecek olanların derhal kellerinin gideceği gibi ‘kemalist yöntem’le hareket edileceği korkusuyle bir kıpırdama yok..

*

Filistin ve Kudüs, hamâsî nutuklardan başka bir şey bekliyor..

Bütün bunlar olurken..

Sionist İsrail rejimi, geçtiğimiz 5 ay öncelerde, Ramazan ve devamında, savunmasız ve ordusuz bir şehir olan Gazze’yi 55 gün boyunca ağır bombardımanlar ve füzeler altında döverken ve 500 kadarı çocuk ve gerisi de savunmasız kadınlar ve erkeklerden oluşan 2400 kadar müslüman insanı katlederken, Amerikan emperyalizmi ve onun yanında yer alan NATO dünyası ve bu korkunç katliâm ve cinayetleri, kitlevî imhaları seyrediyor ve ‘İsrail’in kendisini koruma hakkının gereği’  adına anlayışla karşılıyorlardı. Nitekim,  Ağustos başında, İsrail rejiminin Gazze’deki katliâmını protesto eden Penelope Cruz isimli ünlü bir sinema oyuncusunun sionist güçler tekelindeki emperyalist medya tarafından dünya kamuoyuna ‘haftanın salağı’  diye lanse edilmesi yetmiyormuş gibi şimdi de, Amerikan Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey 8 Kasım günü yaptığı açıklamada, ‘İsrail’in Gazze’de sivil kaybını önlemekteki başarısını incelemek için uyguladığı taktikler (!?)’den övgüyle sözediyordu.

Ve bütün bunlara geçtiğimiz hafta, Kudüs’de, Mescid-i Aqsâ’ya sionist İsrail rejimi askerlerinin girmesi ve müslümanları bu kutlu mâbedde ibadetten bile alakoymaları eklendi.

Bu kutlu mâbede yapılan saldırı bile müslüman coğrafyalarında pek ilgi uyandırmadı, yazık ki..

Sadece Türkiye’den Cumhurbaşkanı ve Başbakan seviyesinde itiraz sesleri yükseltildi.

Bu itirazlar elbette yetmez; keşke bu feryadlar müslüman coğrafyalarının herbir tarafından da yükselseydi, dünyaya..

Ancak, Davudoğlu’nun, hızını alamayıp, sadece kendi Hükûmetinin ve mensubu olduğu partinin değil, bütün Türkiye Cumhuriyeti hükûmetlerinin de devamlı olarak Filistin’in ve Kudüs’ün yanında olduğundan söz etmesi ne kadar doğru idi? Hele de, TC’nin İsrail rejiminin kurulduğu geçmiş 67 yıllık siyaseti gözönüne alınınca, bu iddia ne kadar gerçekçi idi?

Ayrıca, bu itirazların dile getirilmesi yerinde ve gerekli, ama, bazı bakanların, başta AB Bakanı Volkan Bozkır’ın, İsrail rejimi askerleri için, Burdur’da yaptığı bir konuşmada "Oraya (Mescid-i Aqsâ’ya) postalla giren bu askerlere mesaj yolluyorum. Eğer oradan hemen çıkmazsanız postalınızı elinize veririz, Türkiye, ne Filistin'de, ne dünyanın başka bir yerinde, bizim kurduğumuz huzur düzenlerini bozmaya yeltenenlere izin verir. Bugüne kadar vermedi, bundan sonrada vermeyecektir!." şeklindeki içi boş, hamâsî sözler etmesi ve bunu diğer bazı bakanların da izlemesi hiç de sağlıklı bir tepki değildir, bazılarını memnun etse bile..

Çünkü, NATO’ya üye olan bir Türkiye’nin bu gibi tepkileri, NATO üyeliğiyle de, Türkiye’nin resmî ideolojisiyle de bağdaşmıyor ve bu sözlerin pratikte bir mânâsı ve değeri bulunmuyor.

Bu gibi sözleri söyleyenlerin, önce NATO çengelinden ülkeyi NATO çengelinden kurtarmaları gerekir. Ayrıca, Ortadoğu’da İsrail diye bir rejim ve güç odağının olmadığı;  gaayet net olarak, Amerikan emperyalizminin ve Batı’daki bütün müttefiklerinin Ortadoğu’daki uzantısının bulunduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

O  halde, gerektiğinde Amerikan emperyalizmiyle ve onun müttefikleri olan bütün Batı ve NATO dünyasıyla karşı karşıya gelmeyi göze almadan, böyle nutukların içi boş kalmaya mahkûmdur.

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum