1. YAZARLAR

  2. ABDULHAKİM BEYAZYÜZ

  3. İslami Hareket, Mezhep ve İhtilaflar
ABDULHAKİM BEYAZYÜZ

ABDULHAKİM BEYAZYÜZ

Yazarın Tüm Yazıları >

İslami Hareket, Mezhep ve İhtilaflar

29 Mart 2012 Perşembe 01:10A+A-

İSLAMİ HAREKET YAZILARI -4

Bismillahirrahmanirrahim

Yücelerin yücesi olan Allah'a hamd, resulüne selatu selam olsun.

İslamî hareket serisiyle ilgili son yazımızda, İslamî hareketin sünnet merkezli olduğunu ifade etmiş ve bunun ne şekilde anlaşılması gerektiğinin üzerinde durmuştuk. Şimdi de İslamî hareketin mezhep ve farklılaşmalarla ilgili tavrının ne şekilde olması gerektiğinin üzerinde durmaya çalışacağız.  

Bilindiği gibi insan aciz bir varlık. Evren içinde kapladığı yer, geçirdiği zaman sınırlı olduğu gibi, ulaşabildiği ilim de sınırlıdır. Yanı sıra ulaştığı ilimde (vahyin bildirimine dayanan bilgiler hariç olmak üzere) kesin olmaktan uzaktır. Çünkü insan içinde bulunduğu coğrafik ve kültürel yapıdan, mensubu olduğu ekonomik ve siyasi sınıftan, cinsiyetten, kavimden/halktan, düşünce ekolünden ve sairden etkilenen bir varlıktır. Bu nedenle meselelerle ilgili verilerin tümünü doğru bir şekilde okuması, değerlendirmesi ve bir bütünsellik içinde kesin bir sonuca ulaşması o kadar da kolay değildir. Buna düşünürlerin insani zaaflar nedeniyle içine düştükleri tepkisellikleri,  çekememezlikleri, mensubu oldukları ekollerini yüceltme taasubu da eklenince doğruyu bulma ve doğrularda ittifak etme doğal olarak daha da güçleşir. Bu ise tabii olarak ihtilafları/farklılaşmaları beraberinde getirir.

Bu nedenle İslam tarihinde, hayatın birçok alanında bu tür farklılaşmalara rastlamak mümkündür. Düşünsel alanda yoğun bir şekilde, kader, ru'yetullah, hidayet-delalet meselesi, zat-sıfat ilişkisi vb. tartışılırken, diğer yandan siyasi alanda hilafetin kimin hakkı olduğu ve halifenin nasıl özelliklere sahip olması gerektiği, biatin nasıl ve ne şekilde gerçekleşirse geçerli olacağı hususları tartışılmaya devam edilmiştir. Tıpkı fıkhî/amelî müzakerelerde, delil getirmelerin, tartışmaların, devam ettiği gibi. Nitekim karşılıklı delillendirmeler, sadece ferdi hususlarla sınırlı kalmıyor, usulle ilgili müzakereleri de içeriyordu. Örneğin fıkhî mezhep imamlarından İmam Malik (r.a) Kur'an ve sünnetten sonra, Medine ehlinin amelini merkeze alır ve hüküm çıkarmada Medine ehlinin amelinden yararlanırken, diğer imamlar sahabelerin dağılışı vb mazeretlerden dolayı bu usulü kabul etmeye yanaşmıyorlardı. Tıpkı imam Şafii (r.a), icma iddiasını yaygınlaştıranların icma anlayışını kabul etmediği ve neredeyse icmayı sahabelerin icmasıyla sınırlandırdığı gibi. Aynı şekilde imam Ebu Hanife (r.a), Kur'an'ın umumlarını rahat bir şekilde takyit ve tahsis edilmesine karşı çıkıyor ve usulünde Kur'an'ın umumlarına dayanmayı daha fazla tercih ediyordu. Doğal olarak bu usulüne ters düşen hadisleri de reddediyordu. Ayrıca Ebu Hanife (r.a) istihsana çokça başvururken, imam Şafii (r.a), istihsana başvurmayı yeriyor ve bunun sağlıklı bir metot olmadığını ifade ederek, bu usulde hevanın işe karışacağını iddia ediyordu.

İşte İslam tarihindeki bu tartışmalar zamanla ekolleşmiş, tanınmış, benimsenmiş ve siyasi yapıların hükümran oldukları bölgelerde bu usulleri tercihi ve tebaalarına uygulamaları da buna eklenince daha da yaygınlaşarak kurumsallaşmış ve bildiğimiz anlamda mezhepler oluşmuştur. Bu çerçevede kuzey Afrika çoğunlukla Maliki mezhebindeyken, Hicaz ve civarı selefi/Hanbeli, Mısır, Kürdistan ve Irak genellikle Şafii, Horasan ve yakınlarındaki yerler (Maveraünnehir) ile Türkiye'nin orta ve batısı Hanefi mezhebindendirler. Ehlisünnet paradigmasının dışında kalan Şia'ya mensup nisbeten mutedil bazı mezhepler ise daha çok İran, Irak ve Yemen'de kümelenmişlerdir.

İslamî hareket İslam ümmetinin bu yapısından yeterince haberdar olmakla beraber, aynı zamanda bu farklılıklara takılmayarak mezhepler üstü olmayı da becerebilmelidir. Zira İslamî hareket mücadelesinin merkezine, en ciddi ve en temel itikadî, amelî ve ıslahî meseleleri almalıdır. İslamî hareketin kabir azabı, Allah'ı görme meselesi, zat-sıfat ilişkisi, Sırat Köprüsünün varlığı-yokluğu,  Allah'ın arşının mahiyeti gibi detay inanışları merkeze alma gibi bir lüksü yoktur. Tıpkı detayla ilgili bazı fıkhî meseleleri gündeminin başına alma gibi bir hakkının olmadığı gibi. Bütün bu konularda İslamî hareket ihtilaflı meselelerden uzak durmalı ve ümmettin temel meselelerine kilitlenmelidir. Bu hususlar, ulûhiyetin özelliklerinin sadece Yüce Allah'a has kılınması, hayatın gayesinin başına ahiretin konulması, temel belirleyici bir kıstas olarak Kur'an'ın merkeze alınmasının sağlanması, İslam ümmetinin ıslahının/ihyasının ve vahdetinin sağlanması suretiyle, siyasi, sosyal, ekonomik vb. alanlarda ümmetin yeniden şanlı rehberlik görevini yapabilme gücüne ulaştırılmasıdır.(3/110, 2/143). Bugün İslam ümmeti, çeşitli parçalara bölünmüş, işgal, cehalet, tembellik ve açlık içinde boğulurken, adı Müslüman olanların gayri İslamî yönetimleri altında inin inim inlerken, İslamî hareketin detay meselelerle uğraşma gibi bir tercih hakkının olabileceği düşünülemez.

Bir örnek vermek gerekirse; bugün TC Anayasasının 24. maddesinde "Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz." denilmektedir. Halkının neredeyse tümünün Müslüman olduğu iddia edilen bir coğrafyada, hayatın en küçük bir parçasının bile İslam'a dayandırılmasının yasaklanmasından daha büyük bir felaket olabilir mi?  Müslümanların iliklerine kadar bu zilleti yaşadığı bir yerde kelamî, fer'i fıkhî farklılıkların bir önemi olabilir mi? Elbette ki hayır. Bu nedenle Türkiye'deki İslamî hareketin öncelikli sorumluluğu; Müslümanlar arası vahdeti sağlamak, Kur'an'ın rehberliğinde kendisini ve toplumunu yeniden inşa etmek suretiyle peygamberî davanın ete kemiğe bürünmesini sağlamaktır. Bunun için de İslamî hareketin mezhepler üstü ve tüm bu değişik kesimleri kuşatıcı olması zorunludur.

Bununla beraber, İslamî hareketin mezhepler/faklılıklar üstü olmasının yanlış anlaşılmaması için şu hususların altını çizmeyi de bir ihtiyaç olarak görüyoruz.

a-) İslamî hareketin mezhepler üstü olması ve Ehlisünnet diye bilinen mezheplerin birçok yanlışına itiraz etmesi, onun temel hususlarda Ehlisünnet paradigmasına daha yakın olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Zira en temelde İslamî hareket, Kur'an'ın resul(a.s.)'ın dışında hiç kimseyi masum göstermediğine ve istisnasız her insanın sözünün tartışılabilineceğine inanmaktadır. Bu durum başkaları bir yana Ebu Bekir, Ömer, Ali için de geçerlidir. (Allah hepsinden razı olsun.) 

b-) Yine İslamî hareketin mezhepler üstü olması, mezhepçi olmaması, mezhep mücadelesine iltifat etmemesi ve herhangi bir mezhebi tutup diğerlerini mahkûm etmemesi anlamındadır. Yoksa bu ifadeden mensuplarının herhangi bir mezhebi tercih etmeyecekleri şeklinde bir anlam çıkarılmamalıdır. Elbette İslamî hareket mensupları detayla ilgili meselelerde ihtisas sahibi değillerse kendilerine en yakın buldukları mezheplere ya da ilmine güvendikleri 'müftülerin' (fetva veren) görüşleri doğrultusunda hareket edeceklerdir.  "Avamın mezhebi olmaz, onların mezhebi kendilerine fetva veren müftünün mezhebinden ibarettir" sözü fakihler arasında haklı bir kabul görmüştür. Zaten bilindiği gibi mezhepler asla bir din değildirler; kişi veya toplumlarının kendi algılarının etkisi altında oluşturdukları, dini anlama yolları ve yöntemleridirler. Bu nedenle İslamî hareket var olan mezheplerden usul açısından daha fazla gelişmiş mezhepler/metotlar ortaya çıkarmadığı ve bu usul doğrultusunda insanların ihtiyaçlarını giderecek eserler üretmediği sürece mensupları zorunlu olarak var olan mezheplere veya müftülere tabi olacaklardır. Zira her ferdin miras, ceza, ticari ve ibadetler hukukunda ihtisas sahibi olması beklenemez. Dolayısıyla böyle bir durumda olan insanların, çok basit ve kulaktan dolma bilgilerle hareket etmek yerine, ihtisas sahibi âlimlere/mezheplere tabi olmaları elbette daha doğru olacaktır.

 c-) Ayrıca İslamî hareketin mezhepler üstü olması, mezheplerin tümünü aynı gördükleri anlamına da gelmeyecektir. Nitekim gulat Şia'sına mensup Nusayri vb. bazı mezheplerin tümüyle din dışı kabul etmeyi hak edecek bir sapkınlığın içine yuvarlandıkları ortadadır. İslamî hareket böylesine mezheplerden ve yollarından beri olduğunu,  tabii olarak açıkça ortaya koyacaktır.

c-) Diğer yandan farklılıklardan uzak durmak temel hususlar konusunda İslamî hareketin bir görüşünün olmadığı ya da olmaması gerektiği şeklinde de anlaşılmamalıdır. Nitekim binlerce insanın düştüğü vahdet-i vücut, Allah'ın dışındakilere aracılık için dua etme, gaybın bazılarınca bilinebilineceği gibi batıl inanışlar, İslamî hareket tarafından en net şekliyle reddedilmeli ve toplum bu hususlarda Kur'an'ın apaçık hükümlerine göre ıslah edilmelidir. Aynı durum insan iradesini yok hükmünde kabul eden kader anlayışları için de geçerlidir.

d-) Aynı şekilde Allah ve resulünün hükmü dışında, başka imamların veya insanların hükmünü de tartışılmaz kılan anlayışların, Kur'an'ın (33/36, 4/59) hükümlerine açıkça ters düştüğü hususu bilinmeli ve bu deklare edilmelidir.  Bu çerçevede şia mezhepleriyle olan farklılığın basit bir farklılık olmadığı da bilinmelidir (Bu mezheplerin nispeten en mutedili Zeydiye'dir.) Nitekim bu gerçeği fark etmeyen ve meseleyi basit bir ihtilaf olarak algılayıp, Ehlisünnetin de, Şianın da mezheplerini bırakıp Kur'an'da ittifak etmeyi, büyük bir samimiyetle teklif edenlerin nasıl şiddetle reddedildikleri ortadadır. Zira Şia mezheplerine mensup insanlarımız için mezhepleri; dinin anlaşılmasında yollardan bir yol değil, belki itikadî ve temel bir tercih olarak görülmektedir. Bu nedenle, mezhebi din gibi görmeyip gerektiğinde mezheplerinden vazgeçerek vahdete yürümeye çalışanlara asla olumlu cevap veremezler. İslamî hareket mensupları gerekirse, vahdet için mezheplerinden vazgeçebilmelidirler. Bununla beraber, İslamî hareket vahdet adına Kur'an'a açıkça ters düşen hususları kabul edebileceği gibi bir yanlış duruma da, asla düşmemelidir.

Bu nedenle burada İslamî hareketin kuşatıcılığı, mezhepler arası mücadeleyi merkezine almamak, diğer yandan ehli kıblenin tekfir edilmemesi prensibine riayet etmek ve rivayet kültürünün oluşturduğu farklılaşmalardan kendisini kurtararak, Kur'an merkezli diyalog ve müzakerelerle vahdete gidecek yolun alt yapısını oluşturmaya çalışmak şeklinde olmalıdır. Zira bilinmelidir ki iki tarafın, Kur'an dışı rivayetlerin sağlamlığı tartışmalarında anlaşmaları mümkün değildir. Yapılacak şey iki tarafın sağlamlığında ittifak ettikleri Kur'an'ın diyalog ve müzakerelerde merkeze alınmasıdır.

İslamî hareket bir yandan bunları yapmaya çalışırken, diğer yandan İslam düşmanlarının farklılaşmalarımızı büyütmeye ve onları kullanarak bizi zayıflatmaya çalıştıklarının bilincinde olmalı ve tüm Müslümanların amansız düşmanı olan küresel istikbara karşı şia ve Ehlisünnet mensuplarının birlikteliklerini, ittifaklarını artırmanın ve tek cephe olmanın yollarını aramaktan asla geri durmamalıdır. Bilinmelidir ki,  iki tarafın birbirinden vazgeçme şansları da, lüksleri de yoktur.

Sonuç olarak bu yazının tümünde söylemek istediklerimizi özetlersek; İslamî hareket çok temel meseleler hariç olmak üzere farklılıkları ve mezhepsel ayrılıkları önemsememeli ve çeşit çeşit mezhebî anlayışlara, farklılıklara sahip İslam ümmeti mensuplarını kuşatarak onların güç ve imkanlarını, İslam ümmetinin ana sorunlarının (eğitiminin, ıslahının, vahdetinin) çözümüne sevk edebilmelidir.

Yazımızın başında olduğu gibi, sonunda da Yüce Allaha hamd eder, Resulüne ve ehli beytine selatu selam olsun deriz. Şüphesiz söylediklerimizden isabet ettiklerimiz Rabbimizin lütfünden ve bize öğrettiklerindendir; yanlış olanlar ise bizim kendi acizliğimizden ve meseleleri karıştırmamızdandır. Ey yüce Rabbimiz! Bizleri farklılıklarıyla beraber senin sıratı müstakiminde buluşabilen ve binay-ı mersus gibi mücadele edebilen kullarından eyle. Âmin ya Rabbelalemin…

YAZIYA YORUM KAT

11 Yorum