1. YAZARLAR

  2. Nuray Mert

  3. İslam ve demokrasi: Bir aşk hikâyesi (2)
Nuray Mert

Nuray Mert

Yazarın Tüm Yazıları >

İslam ve demokrasi: Bir aşk hikâyesi (2)

18 Mart 2010 Perşembe 16:39A+A-

Salı günkü yazımda, ‘İslam ve demokrasi’nin, yurdumuzda, bir kurt masalından bir aşk hikâyesine nasıl dönüştüğüne dikkatinizi çekmeye çalışmıştım. Aslında, bu aşk bize ve bizim iktidar aşkımıza mahsus değil, cihanı kaplamış vaziyette.
Bir süredir, ‘Post-seküler çağda İslam siyasetleri’ başlıklı akademik bir çalışma yapıyorum. Bu konuda, gözden geçirdiğim çalışmalar, kitap ve makaleler inanılır gibi değil. ABD dış politika raporları düzeyinde olanlardan, basbayağı teorik deneme mahiyetinde olanlara kadar bir sürü çalışmanın ortak kanaati; laikliğin Müslüman coğrafya için bir ‘tarihi hata’, ‘yanılsama’ olduğu yönünde. Bir zamanlar, ‘Batılı’, ‘laik’, ulus’ olacaksınız diyen Batı literatürü bunun bir ‘dayatma’ olduğuna karar vermiş, şimdi bu dayatmaya karşı, ‘hayır, boşuna uğraşmayın, bunlar size uygun değil, başka bir yol izlemek lazım’ dayatmasına girişmiş vaziyetteler.
‘Müslüman coğrafya’da zaten uluslaşma yapay ve zorlamaymış, ‘laiklik’ bir ‘aydınlanma dogması’ veya ‘saplantısı’ imiş. Bu nedenle, uluslaşmaya, laikleşmeye çalışan Müslüman ülkelerde bu girişimler hep otoriter rejimler yaratmış ve yaşatmış. Şimdi bu ilişkiyi yeniden düşünmenin zamanı gelmiş. Doğrusu, İslam ve demokrasiyi buluşturmakmış. Bunu yapmak için de İslam’ın içinden konuşmak, İslam’ın bu yöndeki yorumlarına ön vermek gerekiyormuş. Gerekirse, buna ‘İslami demokrasi’ diyebilirmişiz.
Bu türden değerlendirmelerde, nedense, başından beri laikleşmeye hiç de hevesli olmayan Suudi Arabistan gibi örneklerin neden otoriter rejimler olduğu konusuna değinilmiyor. Tabii, Batı dünyasında radikal, fanatik diye nitelenen İran’ın, ‘ılımlı’ ve dolayısı ile demokrasiyle bağdaşmaya daha elverişli bulunan birçok İslam ülkesinden demokrasiye daha
yakın durduğu da hatırlanmıyor.
Bizim kamuoyunda ‘Ilımlı İslam modeli’ denilen ve Türkiye’ye yüklenen misyon, işte bu çerçevede beliriyor. Türkiye’de demokratik seçimle işbaşına gelen eski İslamcılar, İslam ve demokrasinin nasıl bir arada yaşayabileceğinin en iyi örneği olarak görülüyor. Bu arada, İslam dünyasında en gelişmiş demokrasi olarak ‘birinci’ ve model seçilen Türkiye’nin, aynı zamanda İslam dünyasının resmen laikliği benimseyen ve bu yönde kurumlaşan tek ülkesi olduğu pek hatırlanmak istenmiyor. 
Bu yeni ekole göre, Türkiye başta olmak üzere, Müslüman ülkelerde laiklik derdine düşenler, ‘toplumuna yabancılaşmış bir avuç seçkin’ kesim. Onlar da tarihi bir yanılgı içinde ısrar edip, debelenip duruyorlar, ülkelerinde demokrasinin gelişmesi önünde engel olmak dışında bir şey yapmıyorlar.
Bir zamanlar, Müslüman ülkelerde kadın deyince, sadece kendilerine benzeyenleri görüp gösterenler, kadın hareketi deyince, sadece kendilerine benzetmeyi anlayanlar, şimdi ha bire İslamcı çevrede kadınların ne kadar ‘toplumsallaştığı’, başörtülü kadınların aslında nasıl bir ‘özgürleşme’ sürecini temsil ettiği üzerine analizler yapıp duruyorlar.
Söylediklerinde doğruluk payı yok değil. Sorun, muazzam bir yok sayma, doğru yola getirme çabasından, nasıl ve neden bu kadar hızlı bir ‘anlayış’ zeminine geldikleri. Bir zamanlar, bu coğrafyada tek muhatap aldıkları kesim olan Batılılaşmış, modern, laik kesimleri, nasıl birdenbire ayak bağı sayılmaya başladıkları.
Keşke tüm bu değişim, gerçekten de, daha önce ihmal edileni yeni fark ediş ve anlama çabasının bir sonucu olsaydı. Ne yazık ki, büyük ölçüde öyle değil. Bu değişimin asıl nedeni, Soğuk Savaş sonrasında dünya sisteminde, ‘yeni düşman’ın radikal İslam olması, bunun panzehirinin ise ‘ılımlı’, Batı dünyası ile barışık İslam olarak düşünülmesi. Yaşadıkları toplumlarda marjinalleşen laik kesimle ittifakın artık hemen hiçbir getirisi yok, dahası bu ülkelerde yükselen muhafazakârlığın tepkisini Batı üzerine de çekmek gibi bir riski var.
Bu Batı dünyasının, Müslüman ülkeler, İslamcı politikalar ile ilk defa ittifaka girişmesi hadisesi değil. Soğuk Savaş dönemi boyunca, Batı dünyasının en büyük müttefikleri Suudi Arabistan gibi koyu bir dini rejim ve onun da mali desteğini alan İslami hareketlerdi. Ancak, artık, bu ittifakları kapalı kapılar ardında sürdürme imkanı kalmadı. Hem bu karanlık ittifaklar Batı karşıtı hareketler halinde kontrolden çıkabildiği için, hem de Batılı kamuoylarının fazla gözüne battığı için.
Şimdi, Müslüman ülkelerdeki müttefikleri demokrasi ile vaftiz etme zamanı. Son aşk hikâyesinin ardında bu var. Gözler önünde yaşanan ise, tüm aşkların ilk dönemi gibi, karşısındakine olmadık değerler atfetme, bunun heyecanını ‘keşif’ olarak yaşama ve yine, bu aşkın önüne çıkan engelleri birlikte aşma azmi.
Not: Salı günkü yazının dipnotları teknik bir nedenden dolayı çıkmamıştır. Dipnotlar şöyle:
* Çoğunuz bilmeyebilirsiniz, ‘mülellife-i kulüb’;
‘kalpleri İslama açık olanlar’ demektir. Buradaki kulüb bildiğimiz kulüp manasında değil. Arapça’da ‘kalp/kalb’ kelimesinin çoğul biçimidir.
** Burada ‘halk-ul Kuran’ meselesine gönderme yapmıyorum, yanlış anlaşılmasın.

RADİKAL

YAZIYA YORUM KAT