1. YAZARLAR

  2. FUAT DEĞER

  3. İslam Düşüncesi ve Yabancılaşma -4
FUAT DEĞER

FUAT DEĞER

Yazarın Tüm Yazıları >

İslam Düşüncesi ve Yabancılaşma -4

19 Mayıs 2011 Perşembe 18:22A+A-

İslam Düşüncesi Ve Somutluk Problemi

Soyut kavram ve değerlerin somutlaştırılması; onu görünürleştirmek, yani tanımlanmış ve ölçülebilir algı dünyasına indirgemek demek olacağından, aynı zamanda sınırlanması da demektir. Soyut anlam ve değerler ancak ilkesel bağlamda asli anlam ve değerlerini koruyabilirler. Bu yönüyle müşahhaslaştırıldıklarında, mesaj ve içeriklerinin de daraltılması riski her zaman mevcut ve olasıdır. Bu yüzden gaybi hakikatlerin kavratılması ve algılanması icab ettiğinde "teşabüh" yolu kullanılır ki, bunun tek mümkün yolu budur. Kur'an'daki müteşabihler de bu düzlemde görülmektedir. Çünkü şehadet alemi sınırlı ve tanımlıdır. Bu alemin araçları da burada bulunanlarla sınırlı olduğundan ancak, buradaki üzerinden, ötedeki ile bağ kurmak suretiyle bir anlam alanına ulaşılabilir. Hal böyle olunca buradakinin, ötedeki için araç olma durumu aynı zamanda taşıdığı imkânlar ölçüsünde buna ulaşılmasına izin verecektir. Hakikati, yani ötede ve külli/bütün olanı kuşatma kudret ve imkânına sahip olamadığımız için -daha evvel de söylediğimiz gibi-, ulaşabildiklerimiz ancak "ona dair" olacaktır.

Bu gerçek, aslında soyut ve gaybi olan her düşünce için geçerli bir durumdur. Kur'an Mekki ayetlerinde; bilhassa hedeflediği kimlik, inanç ve kişiliği oluşturmak için özellikle soyut ve gaybi kavramlar üzerinde durmuştur. Ahiret, diriliş, nübüvvet, yaradılış, melek, kitab vs. gibi değerler etrafında gelişen birçok kavram ve anlam, hep sınırlandırılamayan, ufuk isteyen, hayal gücü ve havsalayı zorlayan içerikler ile bir hitabe kurmuştur. Bunun temel sebebi; insan açısından kuşatılamayan ve kontrol edilemeyen bir alandan, onun tarihsel gerçekliğine değen, ona ve onun koşullarına uygun bir başlangıç için ilkesel bir zemin tesis etmek, bu hedefler doğrultusunda somut bir toplumun nüvelerini oluşturmaktı.

Mekke döneminde hep değerler ve ilkeler vardır ve bunlar düşünmeye, akletmeye, kavramaya matuf bir okuma istemekte, toplumda yaşanan reel durumlar karşısında bile, biçimsel değil değer merkezli ahlaki öğretiler vazetmektedir. Yasalar değil ilkeler doğrultusunda bir retorik kurmaktadır.

Medine döneminde ise; artık yapılanmış bir toplum ve oluşmuş bir otorite olduğundan, onların gerçekliğine ve somut sosyal sorunlarına birebir temas eden, hüküm vazeden, bazen şahısları ve olayları gündemine alan ve yaşanan gerçekliğe olanca açıklığı ile değinerek, bireysel ve toplumsal konuları gündemine almakta ve buna dair bir dil kullanmaktadır. Bunun temel sebebi de; artık temelini almış ve bir gerçeklik olarak inşa olmuş toplumu, model olarak hukuki değeri, tarihsel somutluğu ile hayatın içinde, görmezden gelinemeyecek güç ve dengeleri vahyin arzusu doğrultusunda yönlendirmekti. Hem kazanılmış bir güç ve tesis edilmiş bir iktidar vardı artık. Medine toplumu, bir gerçekliği olan, ayakları yere basan, siyasal varlığı ve bir ağırlığı olan, mücessem ve kendini ibraz eden bir konumdaydı çünkü.

Bu yüzden bazı konular o günün koşulları içinde salt o toplumun karakteri ve yapısı ile doğrudan ilişkili bir konu olduğundan, başka toplumları bağlayıcı bir durum arz etmiyordu. Mesela "süt anneliği" gibi. Buna dair örnekleri arttırma imkânı var, zira Arap toplumsal kimyasına dair birçok ayet sözkonusu. Sudanlı düşünür Mahmud Muhammed Taha, işte Medine'deki bu çerçeveye "İslam'ın birinci mesajı" derken; soyut olan değer ve ilkeler üzerinde bir muhayyile ve zihniyet inşa eden Mekki perspektife ise, "İslam'ın ikinci mesajı" der ve esas olanın ve kendisinden kalkılarak yol alınması gerekenin ikinci mesaj olduğuna dikkat çeker.

İslam medeniyeti sonraki dönemde, Medine döneminde gelişen salt hukuk formuna bağlı kaldığı ve bir fıkıh toplumu konsepti içinde düşündüğü için, bunun evveliyatını inşa eden sürece ve bu süreçte vurgulanan temel postulatlara yeterince yoğunlaşmamış ve ciddiyetle üzerine eğilmemiş; bunun için güç ve iktidar odaklı bir politik izlek oluşturarak İsrailoğulları benzeri bir tarihsel serüvene karışmıştır. Toplumun çıplak gerçekliğine değen yasalar, ruh ve ilke yönünden bağımsız olsalar da, bir su gibi, içine girdiği kabın kalıbına uyarlar. Bu da kabul edelim ya da etmeyelim insanın ve yaşantılarının tarihselliği oranında bir örneklem oluşturur.

Çağımızın sorunları ve ihtiyaçları her dönem insanının temel sorun ve ihtiyaçları ile prensipte aynı olsa da, her bir insanın biricikliği ve kendi çağının öznel gerçekliği, kimyasal olarak farklı ve değişiktir. İnsanın, geçmişin biçimsel kalıplarına takılıp kalması, zihin ve mekân olarak aynı koşullara dönemeyeceği için, ancak geçmişin değerlerini formülasyonlar ve modellemeler üreterek kendi çağına taşıması ile anlamlı ve makul olabilir. Bunu yapamadığı takdirde dünyayı ve hayatı, yalnızca içinde bulunduğu muhit ve araçlardan ibaret sanma yanılgısından kurtulamaz. Bu da kendi ürettiği sistem ve mekanizmanın gerisinde kalarak, onun kendisi yerine geçmesi ile sonuçlanacak mekanik yabancılaşmanın bir başka zeminine kaynaklık edecektir. Bir otomobile hız veren bizizdir ancak, o hız arttıkça bu hızın tutsağı olmaktan kurtulamayız. Çünkü aynı koşullar ve istikamette devam eder ve sürekli hızını arttırırsa, eşyanın tabiatı gereği kontrol dışına çıkar ve bize hükmetmeye başlar.

Her düşünce, soyut ve teorik temelleri ile başlangıçta geniş ve evrensel iddialar taşır. Ne var ki hedeflediği sosyolojik kıvam ve güce ulaşınca, sistemleşmesi ve kurumlaşması artık onun belli somut kalıplar içerisinde ifade edilmesine ve taşınmasına yol açar. Soyut şeyler somutlaştırıldığında, aynı zamanda sınırlanmış ve tanımlanmış olurlar. Bu bir tür kristalize olma durumudur. Kristalizasyon da zorunlu olarak yoğuşma ve odaklanmayı getirir. Sistemleşen her şey, bir disiplin oluşturabilmek için esnemek ve bazı yerel dinamiklerle kaynaşmak durumunda kalır ki bu, evrensellikle bağın koptuğu dönemeçlerdendir.

Kuşkusuz bu sözler İslam için kâmilen sözkonusu değildir. Hele ki "vahiy" karakteri için söylenmek istendiğinde başka bağlam ve başlıklarla yeniden tartışmak gerekir. Ayrıca vahyin temel tabiatı ilahi olduğu için, bu konuda ancak "muktezay-ı hale mutabık" ve "yol gösterici" vasfını söze konu etmek gerekir. Ne var ki burada vahye dair olanı tenzih ederken, sözkonusu iddia "tarihsel İslam" için de geçerli bir durumdur ve bu asla ed-din olarak "İslam" için bir zül addedilemez. Aksine onun, insan hayatı ve gerçekliği ile ne kadar uyumlu, teorilerinin pratik düzeyde ne kadar gerçekleşebilir ve uygulanabilirliği tarihen sabittir.

"İslam" için söylediğimiz bu saptamalar, "İslam Düşüncesi" için aynı oranda geçerli olmamakla birlikte, ne kadar soyut ve tarihsel koşullardan azade olursa o kadar özgürleşme, bağımsızlaşma, arınma, yükselme ve ufuk verme şansına sahip olacağını söyleyebiliriz. Elbette ki bunun kendi gerçekliğinden kopması ve ayakları yere basmayan, vehmi ve öbür tür yabancılaşmayı örnekleyen, köksüz bir durum oluşturmasından bahsetmiyoruz. Ancak kendi gerçeğini fıkhedebilmek için, öncelikle onu zehirleyen ve determine eden tarihsel ve kültürel vasatından kopup özgünlüğünü arama, rafine etme gereğinden söz ettiğimiz anlaşılmalıdır.

Elde ettiğimiz bilgi ve tecrübenin bizi alaycı yapmasına müsaade edecek koşullar yine bizim meseleyi hangi derinlik ve seviyede algılamamıza/değerlendirmemize ve ciddiyetimizin ölçüsüne bağlı bir sonuçtur. Salt düşünce, hissetmeyle birlikte yürümüyorsa, insani olanın dışta kaldığına hükmedebilir ve bilgisayar ile insan arasındaki farkı bulamayabiliriz. Hakeza düşünce, hissetmeyle birlikte yürümüyorsa insanlık ve iyilik olmaz.

İslam düşüncesinin yabancılaşma tehdidi ve tecrübesi karşısında, onu ortaya çıkaran içsel (enfusi) ve dışa dönük (afaki) dinamikleri konusu keza insani imkanlar çerçevesindedir. Bugün İslam düşüncesinin çağın yakıcı ve bunaltan sorunlarına özgün ve sahici reçeteler sunamaması, kaygısını güttüğümüz bu yabancılaşma sendromunun doğru teşhisine bağlıdır.

İnşallah nasip olursa, dilimiz döndüğünce ileriki buluşmalarımızda birlikte düşünelim.

İslahHaber

YAZIYA YORUM KAT