1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. İran’dan Akdeniz’e, Ortadoğu içten içe, yeniden şekillenirken
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

İran’dan Akdeniz’e, Ortadoğu içten içe, yeniden şekillenirken

20 Ağustos 2011 Cumartesi 00:39A+A-

[email protected]

İran’dan Akdeniz’e, Ortadoğu içten içe, yeniden şekillenirken; Türkiye bunun dışında kalamaz..

dunya-bomba.20110819234051.jpg

Geçenlerde, bir yazımın içine yerleştirdiğim bir saatli bomba resmi vardı, onu tekrarlamanın tam vakti..

Hakkârî’de meydana gelen son saldırıda öldürülen askerler için, elbette büyük halk kitlelerinin yüreği bir daha yandı..

Ama, savaş böyledir..

1980-88 arasındaki  ‘İran- Irak Savaşı’  esnâsında, bazen bir günde 3 bin cenazenin geldiğini yaşamış; birgünde 10 bin kayıb verildiğinin haberlerini almış birisi olarak, bu 8-10 kişinin hayatının sönmüş olmasını kanıksadığım sanılmaya.. Ve daha aynı gün, Irak’ın muhtelif yerlerinde meydana gelen patlamalarda hayatını kaybeden sivil halktan insanların sayısı 80’i aşıyordu ve yüzlerce de yaralı.. Bugün de, Pakistan’da, bir camie yapılan bombalı saldırıda Cuma namazı kılmakta olan müslümanlardan 50 kadar insan hayatlarını kaybettiler..

Onların acısını da duyduk mu yüreğimizde..

(Dün, TRT-Haber’de de bir hanım, 17 Ağustos 1999’daki büyük Marmara Depremi’nin yıldönümü dolayısiyle konuşurken ilginç sözler ediyordu.. 15-16 saat sonra yıkıntıların arasından kurtarılan bu hanım, ‘eskiden, haberlerde, filanca yerde deprem oldu denilince, sıradan bir haber olarak ilgimizi fazla çekmezdi.. Ama, şimdi nerede bir deprem olsa, orada yaşananların durumunu daha derinden anlıyorum, çektiğim ve yaşadığım acıları, dehşeti hatırlıyorum..’  diyordu.. Bizim durumumuz da böyle..) 

Hele de, ne için öldüklerinin farkında bile olmayan, gencecik insanların cenazesidir, karşımızda duran.. İnsan o zaman daha bir yanmaz mı?

Yûnus Emre,  ‘Şu dünyada göynür gönlüm, yanar özüm; / Yirmisinde ölenlere, göğ ekini biçmiş gibi..’ diyordu, 750 yıl öncelerde..

Ama, bu öldürmelere sevinenlerin sadece ‘teröristler’ olduğunu mu sanıyoruz?

Bizzat kendi halkımızın içinde, asırlarca birlikte yaşamış, aynı idealler için savaşmış, ağız dilleri farklı, ama kalb dilleri aynı olan insanlardan milyonlarca insan da, bugün, içine düşülen kavmiyetçilik fitnesi ve sarmalından dolayı bu ölümler karşısında sevinmektedirler..

Bu, ‘kemalist-laik-türkçü’ rejimin ve resmî ideolojinin devedikenleri, zakkum çiçekleri mesâbesindedir.. Sen, bu müslüman halkların resmî metinlerde, devletin adı olarak asırlarca duymadıkları bir ismi, ülkenin bütün kavimlerini, o kavimlerin kalblerine aykırı ve düşman, laik ve şovenist  bir pota içinde eritmeyi hedef edinecek şekilde yüceltir; ‘Elhamdulillah müslümanım..’ potasında bütünleşmiş kavimler arasındaki bu aslî temeli tahrib eder ve onun yerine ‘Ne mutlu türküm diyene.. Türkiye türklerindir..’ gibi fitne çıkaracağı açık olan ve türk etnisitesinden olmayanları dışlayan, teslim olmaya çağıran, kendi kavmî kimlik ve özelliklerini redde çağıran lafları baştâcı eder isen..

Bu bataklıkta, türkçülük kadar tehlikeli başka kavmiyetçilik cereyanları da birgün elbette yeşerecekti.. O türkçü sloganların milletin hiçbir derdine merhem olmadığı gibi; başka kavmiyetçi anlayışlarının da sadre şifâ olmayacağı anlaşılamaksızın, bir gece karanlığında bir kör yürüyüşü devam ediyor..

Bu kör yürüyüşünde, bu akıl tutulmasında neler olmaz ki..

Daha da ilginç olan şu ki, bir taraf ‘gerilla- çete savaşı’ taktiğiyle hareket ederken; karşı taraf, nizamî birlikler halinde.. Yani, asimetrik bir savaş.. Ve böyle bir savaşta, terörist, içinde bulunduğu şartlara göre, ânında kendisi karar verebilir ve hiç bir sorumluluk duygusu taşımaksızın hareket edebilirken, askerî birlikler, karar mekanizmasını en dikkatli şekilde kullanmak istedikleri zaman bile, belli bir zaman dilimine muhtaç olmaktadırlar.. Bir de yaptıklarının hesabını vermek gibi kayguları da, cabası..

Böyle bir durumda, tabiatiyle, ‘terörist veya gerilla’lar ile, nizamî/ askerî birlikler arasındaki savaşta, terörist daima daha avantajlı durumda olur.. Çünkü, iki-üç gerilla, bir tuzak hazırlar; 100 kişiyi bile etkisiz hale getirebilirler.

Nitekim, Çukurca’daki son tuzak da böyle olmuştur.. Önce mayınlar patlatılmış, orada hayatını kaybeden bir asker ve yaralılara ulaşmak isteyen bir diğer askerî tim geldiğinde ise, asıl saldırı yapılmıştır.. Saddam taktiği denilirdi, buna.. 

Çünkü, o, Tahran’a bir füze atar ve füzenin isabet ettiği yerdeki yıkıntıların arasından insanları çıkarmak için yüzlerce insan toplanır; ve tam o sırada, 10-15 dakika sonra, evvelki füzenin koordinatlarıyla, aynı hedefe bir füze daha fırlatılır ve böylece daha büyük kayıp insan kaybı hedeflenirdi.. Ve bazen aynı yere isabet eden bu ikinci füze, 100-150 kişi insanı kana bular, toprağa gömerdi..

Şimdi de, aynı taktiği izliyor, teröristler..

Savaştır, yapar..

Savaş hiledir denilmiştir..

O hileye, o tuzağa düşmeyecek kadar teyakkuz halinde bulunulması gerekiyor..

*

Niçin öldüğünü ve öldürdüğünü bilenlerle, bilmeyenlerin savaşı..

Ve dahası, gerilla-çete savaşı verenler, yıllardır dağlardadırlar, en çetin yaşama ve mücadele tarzları için idmanlı ve hazırdırlar; gerekli eğitimi almışlardır. Ayrıca, ne için öldürmeleri ve ölmeleri gerektiğinin farkındadırlar.. Hınçları vardır, hedefleri, idealleri vardır..

Er, onbaşı ve çavuşlar ise; büyük çapta, sırf, hayatlarına sağlıklı bir şekil vermek için mutlaka yapmaları gereken bir engeli aşmak üzere, askerdedirler..

Gerilla veya teröristler ise, -tekrarlıyalım-, niçin ölmeleri ve öldürmeleri gerektiğinin farkındadırlar.. Askerler ise, haydi dindar olanlara, çarpıtılmış bir şehidlik anlayışıyla, vatan ve millet uğrunda diyerek, ölmekte - öldürmekte.. Ama, laik eğitimden geçtikleri için, boş kalblerle ve ne için öleceklerini ve öldüreceklerini bile bilmeden, sadece, karşı tarafın elinde silah olduğuna göre, öldürülmemek için öldürmek gibi bir anlayışla hareket edenler küçümsenmiyecek derecede fazladır..

Yani, savaşan taraflar arasında, ruhî ve fikrî açıdan müthiş bir dengesizlik bulunmaktadır..

Ayrıca, terör eylemlerine kalkışanların arkasında da, hiç de küçümsenmemesi gereken bir kitle vardır ve son seçimlerde, 3 milyona yakın insanın o yönde oy kullandıkları görülmüştür.. Onlar da kendilerinin kürd kavmine mensubiyetlerini, en azından, türk kavminden olanların yaptığı derecede gururla ortaya koymak istiyorlar..

Halbuki, hiç kimse, ırkını, kavmini, rengini, cinsiyetini, doğduğu coğrafyayı, sosyal çevreyi, ana-babasını, ne zaman doğacağını ve öleceğini kendisi seçerek gelmedi dünyaya.. Kitabullah bize, ‘Sizin en hayırlı, en üstün olanınız, Allah’ın emirlerine en fazla tutunan ve ona aykırı düşmekten en sok sakınanlarıızdır..’ meâlinde buyuruyor; ‘inne ekremekum indallahi etqâkum..’ âyetinde..

Ama, bugün evet, bazılarımızın sadece kürdçülerde vehmettikleri bir kavmiyetçi çarpıklığın türk kavminden olanlarda çok daha güçlü olduğunu bir türlü kabullenmek istemiyoruz.. Başkaları kavmiyetçilik yaparsa, bu haram; kendimiz yaparsak caiz imiş gibi!..

7 Ağustos günlü Taraf’ta,  A. Altan, 13 askerin ölümüyle sonuçlanan Silvan Baskını’yla ilgili olarak şöyle diyordu:

’Dün, bir kardeşini dağlarda, bir kardeşini de “yargısız infazda” kaybetmiş bir Kürt dostum uğradı.

“Geçen gün memlekete gittim” dedi, “Silvan baskınından söz ediyorduk, çocukluk arkadaşlarımdan biri dedi ki ‘Ne on üç ölüsü, ben her gün elli kişi ölsün istiyorum, ya biz bitelim, ya onlar bitsin ama artık şu Türklerden kurtulalım’, masadaki diğer bütün arkadaşlarım da ona hak verdiler.”

Kendisini ezilmiş, haksızlığa uğramış hisseden insanların duyguları bunlar, “bölgede” bu öfkeyi ve intikam duygusunu paylaşan çok insan bulmak mümkün sanıyorum.’

Evet, bu gibi sözleri söyleyenler de bu ülkenin vatandaşları..

Onları yok mu sayacağız?

Aramızda bu ifriti uyandıran, İslam Milleti’nin anadolu coğrafyasındaki bölümünde, sosyal  bünyemize bu mikrobu bulaştıran etken, ülkemize 100 yıla yakın bir süredir ârız olan kavmiyetçilik hastalığıdır;  tek ulusun, tek kavmin, tek bir etnisitenin hâkimiyeti anlayışından ortaya çıkan  ‘ulus-devlet’ hastalığıdır..

Tedaviye de oradan başlanmadıkça.. Bu kanlı, irinli yaranın temizlenmesi gerçekleşemiyecek ve zevahiri kurtarmaya yönelik pansuman tedbirleriyle bir uzun vâdede sağlıklı bir sonuç elde edilemiyecektir.. 

Çünkü, beyinlerimizi felç eden, duygularımızı çarpıklaştıran, düşüncelerimize kelepçe vuran bir resmî ideoloji derdine mübtelâyız ve bünyemiz, bir ‘septicémie’ ile, bir kan zehirlemesiyle ağır şekilde hastalıklı hâle gelmiştir.. Maddî kalkınma örneklerine bakarak kendimizi kandırmamalıyız..

Biz müslümanlar bir ümmetiz, bir milletiz, hangi kavim ve ırktan olursak olalım.. Bu anlayışı, bu inancı sosyal hayatımızın temeli olarak vazgeçilmez saymak zorundayız.. Hattâ, müslümanlarla birlikte yaşamayı kabul edenler de, aynen müslümanlarla birlikte sayılırlar..

*

Unutmayalım ki, 100 yıl önce bugünlerde, içinde bulunulan ağır şartlara rağmen, Osmanlı’nın dağılacağı söylendiğinde bile niceleri buna inanmak istemiyorlardı.. Ve bir ‘arab devleti’ kurulması fikri çok çok tehlikeliydi..

Bugün ise, 25 kadar ‘arab devleti’ var, hattâ bazıları yarım milyon-1 milyon nüfusun altında.. Ve onların herbirisiyle düşmanca ilişkiler içinde bulunulması için, emperyalist güçlerce telkın ve dikte olunan siyasetlerle, onları aşağılayıcı tavırlar üççeyrek yüzyıl sürmüşse de, şimdi, onların herbirisiyle dostça ilişkiler kurulabiliyor..

100 yıl sonrasının Ortadoğu’sunun nasıl olacağına dair, kim kesin garantiler verebilir?

Bu gibi farklı devlet oluşumları ortaya keşke hiç çıkmasaydı..

Ama, bugün bu durumu tartışmanın bir mânâsı yok..

‘Filanca kavimlerin herbirinin adına birer veya birçok devletler ortaya çıktı, ama, filan kavim  böyle bir istekle ortaya çıkmasın..’ demenin bir mentalitesi  var mıdır?

Bu söze bile, ‘Sen devletin bölünmesini mi istiyorsun?’ diye karşı çıkanlar olabilir..

Hemen belirteyim, bu satırların sahibi, tam tersine, 35 yıldır boyunca, müslüman coğrafyaları üzerindeki sınırları emperyalist güçlerin çizdiğini, bunların yok edilmesi gerektiğini yazıp- çizen, savunan ve Muhammed İqbâl’in nefîs beytini;

Qalb-i mâ, ez Hind’u Rûm-u Şâm nist..
Merz’u bûm-u mâ, be’cuz’ İslâm nist..

(Bizim kalbimizde Hind, Rûm diyarı /Anadolu, Şam vs. gibi çeşitli coğrafyaların sevgisi yoktur.. Bizim için İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da..) gibi yüksek bir anlayışı düstur edinmiş birisidir..

Bizim işimiz, falan veya filan devleti, falan veya filan bayrağı kutsamak da olamaz..

Bu bakımdan, herbir devlet’in yönetenlerinin kendi hâkimiyet alanlarında, ‘tek bayrak, tek devlet..’  söylemleri, işin mahiyetinin mantıken de kaçınılmaz gereğidir.. Nitekim, Silvan Baskını’ndan sonraki günlerde, BDP Gen. Başk. Selahattin Demirtaş bile, ‘Bizim tek devlet ve tek bayrakla bir  problemimiz yok..’ demek gereğini hissetmiştir..

Onların itirazı, ‘tek millet’ anlayışına..

Bunu da, onların ve resmî ideolojinin ve de laiklerin ve türkçülerin anladığı mânada bir millet anlayışına sahib olanlar açısından tabiî görmek gerekir.. Çünkü, tek millet denilince, bundan sadece türk kavmi anlaşılıyorsa, -ki, resmî ideoloji ve mevcud rejimin temel çerçevesi bu anlayışa göre şekillenmiştir-, bu anlayış, diğer kavimleri redd, inkar mânasına, yok saymak ve dışlamak mânasına geleceğinden,  böyle bir ‘tek millet’ söylemine karşı çıkılması tabiîdir..

Ama, bunun sarahaten dile getirilmesi bile tehlikeli olduğundan olmalı, Tayyîb Erdoğan ve Abdullah Gül, konuşmalarında, defalarca, bir çok kavimlerin isimlerini sayıp, onları bir arada tutan değerlere işaretle, ‘Biz bir milletiz..’ dediklerinde, onları teyid etmişimdir.. Çünkü, bizi bir arada tutan, kan bağı değil, kalb ve inanç bağıdır ve biz evet, türküyle, kürdüyle, arabıyla, farsıyla, çerkeziyle, gürcüsüyle, boşnağıyla, arnavuduyla, lazıyla, tatarıyla, pomağıyla, vs. hepimiz tek bir milletiz..

Ve bu mânada bir  ‘tek millet’ olduğumuza kendimizi inandırmamız için, önce bünyemizi 100 yıldır zehirlemekte olan kavmiyetçi bütün isim ve sembollerden temizlenmemiz gerekir.. Ülkenin adı, bir coğrafî isim bile olabilir.. Ama, bir devlet, tek bir kavme nisbet olunursa, o isimde yer almayan ve devletin bünyesinde bulunan bulunan öteki etnisitelerin kulağına kar suyu kaçması kaçınılmazdır.. (Sözgelimi, İran Devleti de, isim olarak bir coğrafyanın adını değil de, kendisini fars kavmine nisbet eden bir ismi alsaydı, azerîler, kürdler, arablar, belûclar, türkmenler, lezgiler, lorlar, gilekler, vs. gibi müslüman etnik unsurların herbirisi, ‘Bu devlet bizim değil, farsların..’ der; başka yollara yönelirlerdi.. Ama, İİC, vatandaşlarını bağlı oldukları inançlarına göre değerlendiriyor..  Bu vesileyle, Âkif Emre kardeşimizin Yeni Safak’ta 16 Ağustos günü kaleme aldığı yazıda yer alan ve ‘İran her ne kadar İslam Devrimi ilkeleri üzerine kurulmuş olsa bile bugün bölgedeki diğer ülkeler kadar bir "ulusdevlet"tir. Ulusdevlet refleksi ile kendi stratejik hesaplarını yapmaktadır. Bu nedenle İran'a yüklenen kutsiyetin uluslararası platformda, devrim sloganlarının aksine, pek geçerliliği yoktur.’ şeklindeki ifadesine katılmadığımı belirtmeliyim.. Çünkü, İran’da, evet, resmî dil, farsçadır, ama, fars kavminin diğerlerine üstünlüğü veya tercih edilirliği gibi bir görüş kesinlikle sözkonusu değildir.. Çünkü, İİC nizâmı, kendisini etnik temellere değil, bir inanç üzerine kurmuş bulunmaktadır..)

Biz de ülkemizi selamete çıkarmak istiyorsak, milletimizi, müslüman halkımızı ve müslüman halkla birlikte yaşamak isteyen gayrimuslim unsurları da, aynı inanç değerlerinin şemsiyesi altında toplaması ve ülkenin isminin ve resmî ideolojinin, -resmî dil dışında,- her türlü kavmî sembol isimlerden arındırılması, tek çıkar yoldur.. Bu kanlı, irinli yarayı ancak inanç oksijeniyle temizlemek ve her etnik unsurun doğuştan gelen, Allah’ın insanlara verdiği tabiî haklarının korku kaynağı  zehabına kapılmaksızın tanınması gerekmektedir.. 

Ama, bunu gerçekleştirmek elbette o kadar kolay değil..

Âkif’in benzetmesinde olduğu üzere, ‘Süleymaniye’yi kubbesini çolpa üç ameleye göstersen bile, hemen yıkıverirler; ama, gel yapalım deyince.. Bir Sinan daha lâzım olur, bir de Süleyman..

Aslolan da, zor olana tâlib olmak değil midir? Kolay elde edilenlerin, kolayca da elden çıktığı görülmemiş midir?

TC rejiminin bugünkü temel yapısı ile, bu hastalığa şifa sunması imkansızdır.. Ahmed Taşgetiren kardeşimiz, 19 Ağustos günlü Bugün’deki yazısında, ‘PKK’nın Peygamber Ocağı ve PKK’lı teröristlerin de mehmedçik olmadıklarını’  hatırlatıyordu, PKK’nın dayandığı ideolojik temellere, işaret ederek.. PKK için söylenenler öyle de, TC’nin dayandığı temel ilkeler, prensipler, rejimin kemalist-laik-türkçü temeli, sanki müslüman halkımızın inancına göre mi şekillenmiştir?

Ve PKK’nın bugün bir kürd ulusu oluşturmak için başvurduğu yöntemler, 1930’lardaki korkunç kemalist devrimlerin ruhuna aykırı bir çizgide mi gelişmektedir?

Bir farklı ki, birisi türkçülük üzerine İslam düşmanı laik bir rejim kurmaya çalışırken, diğeri de kürdçülük üzerine ve İslam karşıtı bir laik rejim  kurmayı hedefliyor.. Sadece, kemalist-laik-türkçü rejimin, 80 küsur yıllık katı uygulamasından başarılamayanları da göz önüne alarak, müslüman kürd halkının karşısına aynı İslam karşıtı, ateist yöntemlerle çıkmamaya dikkat gösteriyorlar, o kadar..

*

Konu,  sadece içeriyle ilgi sanılmamalıdır..

Bugün ülkemizde yaşanan sıkıntıların sadece ülke içinden kaynaklandığ ıda sanılmamalıdır..

Osmanlı, bir güç odağı olduğu için parçalanmak isteniyordu..  Türkiye de bugün, son 100 yıl içinde olmamış şekilde güçlü, kalkınmış ve de kendi halkının kültür ve inanç havzasında itibarı oldukça o yükselen bir noktaya gelmiş bulunmaktadır..

Böyle bir güç odağının etkisinin kırılması, hem bölgedeki, hem de uluslararası plandaki oyuncuların hedefi olmayı gerektirir, tabiatiyle..

Unutmayalım ki, Irak’ı işgal eden Amerikan emperyalizmi, PKK’nın Kandil Dağı’nda  karargâh kurmasını ve barınmasını sağlıyan, ona göz yuman ve gerektiğinde kullanmak üzere, yedekte tutan ilk güç odağı olarak karşımızdadır. Hakezâ, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki uzantısı durumunda olan siyonist İsrail rejimi de, bu konuda baş oyuncu durumundadır.. İsrail rejiminin 60 küsur yıllık ömründe hiç olmamış şekilde, Türkiye ile münasebetleri şu son iki-üç sene içinde, önceden tahmin edilemiyecek şekilde soğumuştur.. Böyle güçlenen ve hele de arab halklarında heyecan uyandıran bir Türkiye’nin  kendisi için, nasıl bir tehlike oluşturduğunu İsrail rejiminin düşünemiyeceğini sanmak safdillik olur..

Nitekim, teröristlerde ele geçirilen en modern , en gelişmiş silahların, hattâ layzer ışını ile çalıyan dürbünlü silahların hangi kaynaktan geldiği bilinmektedir.. Keza, insansız keşif uçaklarını İsrail’den alan Türkiye, bu keşif uçaklarının kaydettiği görüntü ve bilgilerin  PKK tarafına da sızdırıldığını defalarca hayretle görmüştür.. Halbuki, bunda şaşılacak hiç bir şey yoktu.. Heron’lar öyle dizayn olunmuştu.. Onların geçtiği bilgileri hem TSK’ya veriyor, hem de PKK’ya..

Öte yandan, 10 yıl öncelerde, PKK’yı himaye ettiği bilinen Hâfız Esed Suriyesi’yle, neredeyse bir savaşın eşiğine kadar gelmiş olan Türkiye’nin, bugün, Suriye’de son aylarda ortayla çıkan büyük sosyo-politik buhran ve sivil halk kitlelerinin üzerine ateş açılması ve binlerce insanın katledilmesi sebebiyle,  Beşşar Esed rejimine, yumuşak yumuşak, süngüucu dürtmeye  yeltendiği, ortada.. Bu durumda, böyle bir Suriye de, geçmişte, sıkı irtibatta bulunduğu PKK’yı  yeniden desteklemek noktasına gelmiyecek midir?

Konunun daha şaşırtıcı tarafı ise..

Geçmişte, PKK’yı kendisi için bir tehlike olarak görmeyen İran’ın, şimdi, İran’ın  Kürdistan eyaletindeki silahlı eylemlerine hız veren ve PKK’nın İran’daki ismi olan PEJAK’la çetin bir mücadele vermek noktasına gelince, Türkiye’ye yakın işbirliğine girmesi ilginçtir de; Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesinde son derece ilginç sonuçlar çıkarabilecek bir atakla, İran- Irak -Suriye mihverini oluşturup, Akdeniz’e çıkış kapısını daha sağlıklı bir yapıya dönüştürmesi Amerika’yı ve bölgedeki müttefiklerini ve tabiatiyle de Türkiye’yi rahatsız etmiyecek midir?

Evet, İran’ın atağı o kadar ilginçtir ki, Baas ideolojisi ve rejiminin Irak’ın müslüman halkına 40 yıl boyunca uyguladığı korkunç zulümlere karşı, İslamî bir mücadele gizli mücadele örgütü içinde 30 yıldan fazla bir süre mücadele vermiş olan bir Nurî Mâlikî, şimdi, Baas ideolojisinin Suriye kanadıyla ittifaka girmeye râzı olmuş veya bu konuda İran tarafından ‘ikna’ olunup, Suriye’de Beşşar esed rejiminin, sivil halk üzerine ateş açmasına, binlerce insanı öldürmesine  destek verdiğini resmen açıklamak noktasına bile gelmiştir..

Stratejik gerekçeler adına, hakikatin katledilmesi faciası..

Gerekçe mi?

‘Hizbullah ve HAMAS sahibsiz kalabilir, Ortadoğu’da.. Bu da, İsrail’i daha güçlü hale getirir, ve Suriye bir kaosa sürüklenebilir; emperyalizm, hele de Amerikan emperyalizmi bölgeye daha muhkem yerleşir..’

O halde, sivil halkın üzerine, şehirlerin üzerine, tanklarla, toplarla, savaş uçaklarıyla, savaş gemileriyle ateş açılmasına devam!..

Muhtemel tehlikelere adına, böylesi katliâm ve cinayetlere, hem de İslamî bir strateji adına destek vermek.. Kimbilir, belki de, bir zulüm düzeni yıkıldığı zaman, Ortadoğu’da daha başka oluşumlar ortaya çıkıp,  takdir-i ilahî  başka türlü de tecelli edebilir..

Nitekim, 32 sene öncelerde de, nice müslümanlar, İran’daki halkın Şah rejimine qıyâmı karşısında , bu qıyâmı çıkardıkları dergilerle, heyecanla ve vargücüyle destekleyenleri,  ‘Siz, İran’da müslümanları desteklediğinizi sanıyorsunuz, ama, orada müslümanların ne gücü var ki? İran yarınlarda komünistlerin eline düşecektir ve o zaman ilk temizlenmesi gerekenler sizler olacaksınız..’ diye, bizzat bu satırların sahibine tehdid mektubları yazan doktorlar bilirim..

Ahh ki, ahhh..

Evet, Türkiye, bugün PKK’yla uğraşırken, İran ve Irak, Suriye’yle derin ititfak kurup, Akdeniz’e kadar bir hat oluşturmuş bulunuyorlar..

Bu, belki de nice hayırlara vesile olabilir.. Bunu bilmiyoruz.. Ama, Suriye’de müslüman halka karşı işlenen bunca zulümlerden sonra, stratejik gerekçeler adına , yarınlarda kimbilir ne gibi ittifaklar şekillenebilecektir? Ve bu stratejik gereçeler içinde yarınlarda, PKK da bir yler tutmaya çalışırsa, n’olacak? Nitekim, PKK’nın Kandil’deki lideri olan şimdi nerede olduğu da netleşmeyen  M. Karayılan geçenlerde, ‘İran’la ittifaka varabilir ve PEJAK’ı kenara çekilmeye ikna edebiliriz..’ diyordu..

Evet, bu kadar  entrika ve oyunların iç-içe olduğu bir coğrafyada, tek çaremiz, doğru olduğuna kalben inandığımız , kendi inanç değerlerimize göre bir mücadele içinde olmak ve  ölsek de kalsak da, o inanç istikametinde hareket etmektir.. 

YAZIYA YORUM KAT

32 Yorum