1. YAZARLAR

  2. M. Said İpek

  3. İmtihân Sahnesi Mısır
M. Said İpek

M. Said İpek

Yazarın Tüm Yazıları >

İmtihân Sahnesi Mısır

13 Temmuz 2013 Cumartesi 20:23A+A-

[email protected]

Mısır’da tüm dünyanın gözleri önünde 3 Temmuz’da müslümanlara karşı bir darbe yapıldı ve bu darbeyle ilintili olarak muhtelif duruşlar ortaya kondu. Bu duruşların tasnifi ve derûnî kökleri hakkında söylenecek çok söz var elbette ve tüm bunlardan çıkarılacak ibret vesikaları… Lâkin bunun yeri ve zamanı değil…

Fitne, Kur’an-ı Mecîd’in literatüründe, ‘imtihân’ ma’nasında da kullanılmakla beraber, çoğunlukla ‘imtihân vesilesi’ anlamında kullanılmıştır.

«وَ لَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَ لَيَعْلَمَنَّ الْکَاذِبِينَ‌« ﴿العنكبوت 3﴾

«Andolsun, biz onlardan öncekileri de sınadık. Yine Allâh elbette doğru söyleyenleri bilir ve elbette yalancıları bilmektedir.» (Ankebût: 3)

Bu âyet-i celîlede beyyin/apaçık bir hakikâtten söz ediliyor. O hakikat, fitnelerle karşı karşıya getirerek insanları ‘sınama’ hakikatidir. Dünyâ hayatı bir imtihândır. Fitne de İlâhî takdirin elinde bir enstrüman olarak, imtihânın vesilesi…

Allâh dilediği gibi kullarının önüne fitneler koymakta ve bu fitneler vesilesiyle ‘duruş’ların ortaya çıkmasını sağlamaktadır.

Kur’an’ın bütünlüğünden anlaşılacağı üzere, hayatın her vechesi sınama aracı/enstrümanı (imtihân vesilesi) olan olay ve olgularla doludur. İlâhî takdir zaviyesinden bakıldığında, yeryüzünde yaşayan kulların önüne “İmân ediyor musun, etmiyor musun?” diye iki şıklı bir soru konulunca çoğunlukla “Ediyoruz!” cevabı çıkıyor. Tam da bu sebeple, kamuflajlı sorular asıl sınama halkalarını oluşturuyor. İmânın herkes için sayısı belirsiz halkadan oluşan bir silsilesi vardır ve bu silsilede ‘düşünme’, ‘ölçüp biçme’, ‘takdir etme’ gibi eylemlerle ‘duruş’ ve ‘tavır’ların ortaya çıkması sağlanır. Bu ortaya çıkarma ameliyesini Allâhu teâlâ fitneler vasıtasıyla gerçekleştirir.

Biz kulların zaviyesinden baktığımızda ise, her gün sayısız olay gerçekleşiyor. Kişi, grup, millet, ümmet ve insanlık ölçeklerinde muhtelif olaylar… Haberler alıyoruz, yorumlar yapıyoruz ve ‘duruş’ ve ‘tavır’lar sergiliyoruz. Birbirinden çok farklı veya çok yakın, zannî veya kat’î, çekici ya da itici birçok ‘duruş’ seçeneği çıkıyor ortaya… Bir kaos yaratılıyor; bu kaosun içinde insanın nasıl davrandığına bakılıyor.

Açıkça anlaşılacağı gibi ‘sınama’nın karakteri siyah-beyaz değildir. Yani insanın önüne cevabı iki şıklı sorular konulmuyor. Öylesine ince ayrımlarla birbirinden ayrılmış cevaplar var ki, insanın özündekini, derûnundakini hiçbir bahanesi kalmaksızın sergilemesi ve ortaya çıkarması isteniyor. Bu yüzden fitnenin karakteri de çoğunluk açısından siyah-beyaz değildir. Doğru söyleyen ile yalan söyleyenin ortaya çıkması ancak bu sayede mümkündür.

Tutarsızlık, küfrün, dalâletin, imân zayıflığının, dünya perestliğin, kör taassubun ortak karakteridir.

Zât-ı Zülcelâl, insanların önüne fitneler koymakla bu tutarsızlıkların ortaya çıkmasını sağlıyor ve insanlara bununla bir şans daha veriyor. Yani bir bakıma “Bakın filan hadisede (fitnede) kendi kendinizle çeliştiniz; doğruluğuna inandığınız çizginizde, düşünme tarzınızda bir ikilik, bir çifte standart oluştu; kendinizi karşı karşıya gördüklerinizle bir paralellik, bir ortak payda oluştu; Kur’an’ın âyetleriyle karşı karşıya geldiniz; ümmetin maslahatlarıyla çeliştiniz; nefs-i emmârenin emrettiğini yaptınız… Öyleyse kendinizi bir daha gözden geçirin; bir özeleştiri yapın; bir muhâkeme yapın; nerede yanlış yaptığınızı bulun; kendinizi düzeltin!” demiş oluyor.

Nerede durduğumuz, nasıl durduğumuz ve hangi niyetle durduğumuz, ukbâmızı, asıl hayatımızı ilgilendiren konulardır. Mısır’da gerçekleşen askerî darbe fitnesi vesilesiyle bu İlâhî hakikatleri hatırladıktan sonra, ehemm-i mühimmat (önemlilerin içinde en önemli olanlar) olarak gördüğüm bazı ‘duruş’ları değerlendirme azmindeyim biiznillâh…

1.

Pan-arabistler, Nasırcılar, sol gruplar, liberaller; demokratik seçimler yoluyla sandıkta yenemeyeceklerini bildikleri müslümanlara karşı yapılan bu darbeyi desteklediler ve hattâ bilfiil içinde oldular. Biz elbette ki müslümanların iş başına geldikten sonra yaptıkları her şeyin doğru olduğunu savunacak değiliz, herkesin yanlışları olabilir; ancak çoğunluğun tercihini hiçe saymayı gerektirecek ne tür bir haklı neden var ki, darbeyi meşru’ gösterecek bir delil olsun?! Bunlar, Allâh tarafından önlerine konmuş fırsatı alıştıkları tarzda teptiler. Tıpkı 28 Şubat sürecinde Türkiye’de olduğu gibi, bunların içinden pek az kişi sıyrılarak vicdanının derinliklerinden gelen sese kulak vermiş olabilir ve mazlumun yanında yer almış olabilir ki, bunların da henüz sesi çıkmış değil…

Dolayısıyla bu gürûhların, hak, adâlet ve inandıkları kendi diğer değerleriyle olan imtihânda «kâzibîn» (yalancılar) sınıfından oldukları bir kez daha tescillenmiş oldu. Çok cüz’î bir azınlığın «sadıkîn» (doğru sözlü ve dürüstler) olduklarını, Mısır sahnesini daha yakından görme imkanına sahib olanlar görüp duyabilirler. Allâhu teâlâ, böylelerinin önüne, başka seçeneklerle başka imtihânlar koyacak ve tutarlılık çizgisinde kalanların hidâyetine muhakkak ki yardım edecektir.

Türkiye’deki laik, Kemalist, pan-türkist, sol gruplar ve liberaller de; Türkiye sahası dışında cereyan eden bu hadiseye karşı net ve bulanık tepkiler koydular/koyacaklardır. Net tepki geliştirenlerin kahir ekseriyeti, «kâzibîn» (yalancılar) sınıfından ve bir azınlık ta darbeye net bir şekilde karşı çıkarak «sadıkîn» (doğru sözlüler) sınıfından sayılacaklardır. Ama bir kısmı da yarım ağız darbeye karşı çıkmak sûretiyle demokratik tutarlılık adına tutarlı görünmek için kendilerini «sadıkîn» (doğru sözlüler) sınıfından göstermeye çalışıp gerçekte yürekleriyle «kâzibîn» (yalancılar) sınıfından olacaklardır. İçi yalancı, dışı doğru sözlü görünenlerin maskesi başka fitneler karşısında elbette ki düşecektir. Çünkü imtihân silsilesi durmaksızın devam eder. Fitnenin bizzât yaşandığı, bedel ödeme riskinin bulunduğu sahnede, içi yalancı ve dışı doğru sözlü olanlar asgarîye iner. Ama fitneden uzak sahnelerde bunların sayısı oldukça fazlalaşabilir. Nitekim 28 Şubat’a ve Gezi Parkı eylemlerine destek verenlerden, Mısır’daki darbeye karşı birtakım tepkiler gördük. Bu tepkileri, demokrat görünme çabası olarak değerlendirmeliyiz. İşte Allâh, gün ve geceleri birbiri ardına böyle dolaştırmakta ve yalancıları ve doğru sözlüleri birbirinden ayıklamaktadır.

2.

Amerika ve Avrupa’dan gelen tepkiler, ‘halk oyuna saygı’, ‘demokrasi’, ‘evrensel değerler’ üzerinden gerçekleşen sınamadaki tutarsızlığın, buralardaki ‘kurumsal Batı’ya ait diyebileceğimiz tüm kurum, kuruluş ve muktedirleri kapsadığını gösteriyor. Tüm bu bloktan çok cılız bir şekilde «sadıkîn» (doğru sözlüler) olma çabasına ait sesler çıkmış ve ezici çoğunlukla «kâzibîn» (yalancılar) sınıfından olmayı benimsemişlerdir. Bunlar sürpriz gelişmeler de değildir. Cezayir, Türkiye, Sudan, Filistin ve benzeri yerlerde de aynı şekilde nüksetmişti. İşte bu aynı zamanda, kalıbı müslüman beyni Batılı gibi düşünenleri de tutarlılıklarını gözden geçirmeye davet eden bir imtihânı başlatıyor. Yani bu imtihânla “Bakınız, değerlerini devşirmeye çalıştığınız Batı, böylesine tutarsız ve müslümanlara karşı böylesine tahammülsüzdürler. Öyleyse kendinizi gözden geçirin, nerede durduğunuzu tekrar kontrol edin, Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın!” denmiş oluyor; mesaj almasını bilenlere…

3.

Ezher Şeyhi Ahmed et-Tayyib, “Mısır şimdi iki seçenekle karşı karşıyadır, tatlısı dahi acıdır. En acısı ise halkın karşı karşıya gelerek kanının dökülmesidir. Bazıları başkanı destekliyor bazıları karşı çıkıyor, bu krizden çıkış için, ‘iki zarardan büyüğü, hafifi ile defedilir’ fıkıh kaidesi uyarınca erken seçim yapılmasını destekledim. Allâh'tan, bu görüşümle bir arada yaşayan ve ihtilafa düşen iki kesimin arasını düzeltmesini diliyorum. Hepimiz aynı topraklarda yaşıyor, aynı Nil'den içiyoruz.” diye konuştu, darbeci general Abdulfettah es-Sisi'nin açıklamalarının ardından… Rivâyet doğruysa, “Allâh böyle şeyhlerin ictihâdını ve fetvâsını ebter eylesin!” derim. Usûlü’l fıkhtaki maslahat-mefsedet kuramını böyle bir tarzda darbecilerin hizmetine sunan bir anlayış ile Hz.İsâ Mesih’in karşısına muharref Tevrat’tan kalma âyetlerle sahte yahudî şeriatını çıkarıp onu yalanlayan anlayış arasında bir fark görünmüyor ‘sınanma’ açısından… İndî fikirlerimiz açısından baktığımızda, bunu toleransla karşılayıp hafifletici pek çok neden uydurabiliriz belki… Ama ‘sınama’ nokta-i nazarından durum hiç de öyle değildir. Kafası karışanlar için açıklamam gerekiyor bunu…

Evvelen; usûlü’l fıkha göre ‘iki zarardan büyüğü, hafifi ile def’edilir.’ kâidesi, doğru bir kâidedir. Bu, ahkâm-ı ilâhîden tümevarım yöntemiyle çıkarılmış bir kâide olup ictihâd edileceği veya fetvâ verileceği zaman belli koşullar altında bu kâideye göre yeni hükümler verilir. Şeyh Efendi de çok iyi bilir ki, verilen hükmün tekrar tekrar Kur’an’ın beyyin/apaçık hükümleriyle çelişip çelişmediğinin kontrol edilmesi gerekir. Çünkü bu kâideden mutlak doğrular çıkmaz ve indî mülâhazalar ve kaygılar, nasıl ve nereden bakıldığına göre etkili olabilir. Şöyle ki, darbeci bir generalin gölgesi altında iken insan korkabilir; kendi derdine düşebilir. Dolayısıyla iki zarardan hangisinin daha büyük olduğunu görme kusuru oluşabilir. Nitekim, Şeyh efendi, suçunu hafifletmek ve günahını örtmek istercesine “Erken seçim yapılmasını destekledim.” diyor. Yani, “Ben darbeyi değil erken seçimi destekledim.” demeye getiriyor. Oysa kendileri de çok iyi biliyordu ki, erken seçimi desteklemek, darbeyi onaylamakla mümkündür. Darbenin tam başarıya ulaşması ve birtakım risklerin ortadan kaldırılması da kendisinin fetvâsına muhtâcdır. Şeyh efendi, çok iyi bilirler ki, iki zarardan kendisine hafif görüneni, müslümanlardan onbinlercesinin hayatına mal olabilecek bir zarardır. Çatışma çıkabileceği ihtimalini öne sürerek, Mısır’da kan dökülmesini engellemek için, ‘erken seçimin yapılması’ gibi neredeyse faydalı bile gösterilebilecek bir zararı tercih etmek, ne kadar da iknâ edici değil mi? Şeytanın hangi vesveselerle Şeyh Efendi’yi kandırdığını bizim gibi, kendileri de biliyordur; ama, körolası hânede evlâd û iyâl mi var acaba?!

Saniyyen; Şeyh Efendi, darbe câiz değil fetvâsı verse idi, darbeci general ve onun arkasındakiler şeriata boyun eğip darbe yapmaktan vaz mı geçeceklerdi ki, Şeyh Efendi, ahiretini böylesine tehlikeye atıyor? Açıkçası ‘bu darbe ya olacak veya olacaktır; ihtimal, bazı kelleler koparılacaktır.’ usûl-i diktatorya kâidesiyle, ‘iki zarardan büyüğü, hafifi ile def’edilir.’ şeklindeki usûlü’l fıkh kâidesinin şeytanî bir telfiki ve te’lifiyle karşı karşıyayız.

Sâlisen; Şeyh Efendi, iş bu noktalara gelmeden daha önceleri, sokağa dökülüp seçilmişe karşı itiraz seslerinin yükseltilmesinin demokrasi kuralları çerçevesinde olması gerektiğine dair bir fetvâ vermiş miydi?

Hulâsa, delilleriyle sabittir ki, Şeyh Efendi, bu ‘sınama’dan geçemedi.

Tüm bunlar niçin önemli? Sahneler değiştiği zaman, fıkhın, ahkâmın uygulanmasında hep kafa karışıklığı yaşanır. Çünkü ilâhî imtihanda bir soru iki kere sorulmaz; her imtihânda sahne değişiktir ve seçenekler değişik… Eğer birtakım insanlar, bu tür oyunlarla kandırılmıyor olsa idi, hiç darbeciler bu oyunları tekrarlar mıydılar?! İslâm âleminde ne zaman bir şeytanlık yapılacak olsa, bir fetvâ veya bir ictihâda dayandırarak ‘tezvir’ boyutu oluşturulur. Bu tarihin pek eski demlerinden beri varolan bir davranış biçimidir ve bir savaş taktiğidir.

Binaenaleyh kahrolmaya gerek yok… Tezvirin tarihi, tevhidin tarihi kadar eskidir. Ve ‘imtihân’ın tabiatında olan da budur. Yani tezvir boyutunu oluşturanlar her zaman olacaktır ve müslümanlara düşen ‘kafa karışıklığı’nı Kur’an’a başvurarak gidermektir:

«يَسْأَلُونَکَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ فِيهِ قُلْ قِتَالٌ فِيهِ کَبِيرٌ وَ صَدٌّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَ کُفْرٌ بِهِ وَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَ إِخْرَاجُ أَهْلِهِ مِنْهُ أَکْبَرُ عِنْدَ اللَّهِ وَ الْفِتْنَةُ أَکْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَ لاَ يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَکُمْ حَتَّى يَرُدُّوکُمْ عَنْ دِينِکُمْ إِنِ اسْتَطَاعُوا وَ مَنْ يَرْتَدِدْ مِنْکُمْ عَنْ دِينِهِ فَيَمُتْ وَ هُوَ کَافِرٌ فَأُولٰئِکَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَ الْآخِرَةِ وَ أُولٰئِکَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ‌« ﴿البقرة 217﴾

«Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar.» (Bakara: 217)

Bu âyet-i celîle gösteriyor ki, imtihânın sahnelerinde kafaların karıştığı durumların olması imtihânın tabiatındandır. Müslümanlardan bir grubun kafası karışıyor, haram ayda savaşmanın cevâzına dâir… Allâhu teâlâ, beyyin/apaçık bir şekilde bu kafa karışıklığını gidererek yol gösteriyor. İki zarardan hafifini tesbit ederken, bu ve benzeri hükümlerle çıkan sonucu test etme imkânı var ve Allâh, elindeki bahaneyi almadan kimseyi azablandırmaz.

4.

İlâhî imtihânın bir başka sahnesi Beşşar Esed’in “Mısır’da olan şey, siyasal İslâm denen şeyin çöküşüdür. Dünyanın her yerinde dini, siyasal emellerine âlet eden herkesin akıbeti de bu olacaktır.” sözüyle açılmış oldu. Bu söz ile hem Beşşar Esed’in duruşu, kafası karışıklar için netleşti ve hem de kafası karışıklar için sahne içinde sahne açılmış oldu. İlâhî imtihânların tabiatında vardır. Soru içinde soru, sahne içinde sahne… Ve kendilerini o sahnenin uzağında görenleri başka bir sahne ile imtihân anaforunun içine çekme girişimi… İmtihânda yeni boyutların açılması, hakkı hakk ve bâtılı bâtıl olarak göremeyenler içindir. Bu bir şanstır; bir ilâhî fırsattır. Allâh’ın kullarına karşı rahmet ve merhametinin tecelli etmesidir. Almış başını yürümüş olanlara “Dur hele!.. Burada dur!.. Şu yol işaretine bir bak!.. Kendine gel!.. Aklını kullan!..” denmiş oluyor. O yüzden fitnelerin bir vechesi her zaman rahmetin tecellisidir.

Bir başka boyut ta Mısır’daki selefî hareketin ‘duruş’u ile çıktı ortaya… Selefîler, İhvân’ı yalnız bırakarak, darbeyi onaylayan bir ‘duruş’ sergilediler. Bundan sonrası artık bizim kavgamız değil dercesine taraftarlarını evlerine dönmeye çağırdılar. Kim bilir, belki darbe fitnesinin ardından güçlerini korumuş ve hattâ arttırmış olarak çıkmayı umuyorlardır. Ama Allâh’ın önlerine süreceği fitneler biter mi?

Sahne içinde sahne… Boyut içinde boyut… Mesajlar, almasını bilene…

5.

Tüm ‘duruş’lar sergilenirken, müslümanlar arasında en çok da İran’ın ‘duruş’u merak ediliyordu.

İran Dış İşleri bakan yardımcısı Hüseyin Emir Abdullahiyan, Mısır toplumunu şiddet ortamına sürükleyecek her türlü iç çatışmayı, düşmanların ârzusu olarak niteledi ve “Kuşkusuz, Mısır'ın derin anlayış sahibi halkı ve basiret sahipleri, siyonist rejimin ve düşmanların fırsatçılığına ve Mısır devriminin semeresi olan demokrasinin ileriye doğru gidişinin durmasına mani’ olacaktır.” dedi. Benzer bir açıklama da Dış İşleri sözcüsü Eraqçî’den geldi. “Şüphesiz Mısır'ın dirençli halkı, dirayeti ve basireti ile bu zor şartlar altında yabancı güçlere ve Mısır'ın bağımsızlığına ve azametine düşman olanlara fırsat vermeyecektir.”

Bu yazının yazılmasından birkaç saat önce de Tahran Cuma imâmı Ayetullâh Ahmed Khatemî, hutbenin bir bölümünde bu hadiseye işâretle: “Mısır, İslâmî uyanışın kalkış noktasıdır ve Mısır halkı İslâm’a gönül vermiş müslümanlardırlar. Bir yıl boyunca müslüman temsilcilere oy vermek için çeşitli seçimlere katıldılar, ama ne yazık ki bu İslâmî uyanıştan (zaferle) çıkanlar, öylesine kötü bir yönetim sergilediler ki, bir kez daha darbe oldu ve darbeciler hâkim oldular. Onlar (İhvân), İslâm âlemini vahdete çağıracaklarına cinâyet işleyen tekfircilere destek verdiler; onlar hatta siyâsî alanda siyonist rejime karşı, önceki şiârlarıyla tezâd teşkil edecek şekilde davrandılar. Camp David anlaşmasını te’yid ettiler, İran ve Şi’a fobisini geliştirdiler. Bu icraatın sonucu, onmilyonlarca kişinin sokağa çıkması ve darbe oldu. Bunlar, 80 yıllık teşkilat çalışmasından sonra halkın ne dünyâsına ve ne de ahiretine yarıyorlar. İslâmî uyanışa gönül veren Mısır halkından beklentimiz, Mısır’ın bir kez daha İsrail’in arka bahçesine dönüşmesine izin vermemeleridir.”

Khatemî devamında Allâme Şehate’nin düzenlediği merasime düzenlenen saldırıya işâretle, “Bu cinâyette 1000 civarında kişi bu alimin düzenlediği toplantıya saldırıp onu şehid ediyorlar. Bunlar Vehhabiliğe mensupturlar ve Vehhabîlik İngilizler’in yarattığı bir akımdır. Onlar geçmişte de Kerbelâ’ya saldırdılar ve 12 bin kişilik ordu ile asgarî rakamlara göre 3 bin kişiyi öldürüp kan seli oluşturdular. Suriye’de genç kızı bağlayıp gözleri önünde anne-babasını öldürüyorlar.” Ardından ulemânın Vehhabilik aleyhine yayınladıkları bildirilere işâretle “Beklenen odur ki, ma’lullerle mücâdeleye ek olarak illetlerle de mücâdele ediniz ve açık bir şekilde Vehhabiliğin İslâm’la ilgisi olmadığını söyleyiniz. Ehl-i sünnet âlimleri, Vehhabilik aleyhine 30’dan fazla kitap yayınlamış ve şi’îler 17 kitap yayınlamıştır. İslâm düşmanlarıyla olan bu mücâdelenin sonuç vermesini umuyoruz.”

Bu tepkilerin dışında farklı tayflarda tepkiler de ortaya kondu. “Mursî, Mübârek’e Kavuştu!” diye atılan bir manşetin yanında, halkın Mursî’yi devirdiğini imâ eden açıklamalara kadar alabildiğine çeşitlilik oluştu.

Dolayısıyla İran’a yönelik toptancı bir perspektif geliştirmek kökten yanlış olur…

Devlet yetkilileri, diplomatik üslûb kullanırken, ulemâ, içindekini/algılarını diplomatik kaygı taşımaksızın dışa vuruyor. Devrimi temsil eden kurumlar ise daha sağlıklı bir ‘duruş’ sergileyebilmek için her zamanki gibi tepki vermeyi geciktiriyorlar. Nitekim, Gezi Parkı eylemleri sırasında Millî Güvenlik Şûrâ’sında konu görüşülüp Tayyib Erdoğan ve AKP aleyhine ve eylemciler lehine beyanatların verilmemesi yolunda karar alınıncaya kadar muhtelif çevrelerin çoğunlukla aleyhte görüş serdettikleri görülüyordu. Gerçi bu kararın ardından sorumsuz çevreler yine Tayyib Erdoğan ve AKP aleyhine yorumlar yaptılar; ama sorumlu çevreler bundan kaçınmayı tercih ettiler. Mısır’daki darbe karşısında da dikkatli bir ‘duruş’ sergilenmesi bekleniyor.

Şu ana kadarki beyanlardan anladığımız, fitne ile açılan imtihân sahnesinde İranlı bazı müslümanlar, Mursî’ye olan kızgınlıklarını açıkça beyan ediyorlar. Hiç kuşku yok ki, bu kızgınlığın temelinde Mursî’nin Suriye imtihân sahnesindeki tavrı ve Beşşar Esed’e yaptığı istifâ çağrısı var. Beşşar Esed’in Mısır’daki askerî darbeye karşı söyledikleri, bazı gazete ve sitelerde, Sana Haber Ajansı’ndan aktarmayla eksik aktarıldı. Yani oto sansür ile verildi haber… Bazılarında ise ‘siyâsî İslâm’ın çöküşü’ ifâdesi net olarak verildi. Muhakkak ki, “Şeyh uçmaz mürid uçurur.” düstûruna göre hareket edip te’vil ve tevcih edenler olacaktır. Bu da imtihânın tabiatındandır. Beşşar Esed hakkında söylediklerini yutmamak için yapacaklardır bunu kimi çevreler… İslâmî hassasiyeti mezhebî ve millî sınırların fevkinde olan İranlı müslümanlar, Baas diktatörlüğünün akidevî ve siyâsî kimliğinin farkındalar… Hattâ kimi müslümanlar, Nusayrîler’in akidevî kökeni hakkında ve 12 imâm şi’asına göre Nusayrîler’in İslâm dairesinin dışında olduğuna dair yayınlar yapmışlardı. Ancak bu sesler çok zayıf çıkmıştı. Ulemâdan bir kısmı, ortaya çıkan siyâsî durumdan hareketle, akidevî bir telfik (birleştirme) geliştirip Suriye rejimini şi’î olarak değerlendirse de, mızrağın çuvala sığmadığını herkes biliyordu.

İranlı müslümanlar, Camp David Andlaşması’nı imzalamış olan Enver Sadat’ı öldüren Khalid İslâmbolî’nin adını Tahran’daki bir caddeye vererek Mısır’la yaklaşık 30 yıl sürecek olan bir diplomatik krizi başlatmış ve bunun için büyük bedel ödemişlerdir. Hattâ önceki cumhurbaşkanı Muhammed Khatemî döneminde, kimileri, “Bizler niye bu bedelleri ödüyoruz? Mısır’la ilişki kurmak Khalid İslâmbolî caddesinin isminin değiştirilmesine bağlıysa, değiştirelim; neyi kaybedeceğiz ki?!” dediklerinde, hassasiyeti ağır basanlar, buna çok sert tepki göstermiş ve sembollerin bir ‘duruş’ olduğundan hareketle yaygın bir tepki geliştirmişlerdi. Mısır’la müzâkerelerde, Hasan el-Bennâ caddesinin isminin değiştirilmesine varıncaya kadar pek çok konu konuşulmuş, ama yine de Nâmübârek diktatörlük döneminde diplomatik ilişkiler pek de ilerleyememişti.

İslâm İnqılâbı Rehberi, devrim öncelerinde İran’daki İslâmî uyanışa katkısı olabileceğinden hareketle Seyyid Kutub’un Fî Zilâli’l Kur’an tefsirini Farsça’ya tercüme çalışmalarını yapmış biri olarak, Mısır’daki İslâmî uyanışın her zaman açık savunucusu olmuş bir liderdir. Ne var ki, devrim sonrası yıllarda Doktor Şeriatî’ye kimi çevrelerce uygulanan ambargonun benzeri, İslâm dünyasının diğer fikrî önderlerine karşı da uygulanmış ve dolayısıyla teâtî yolları azaltılmıştır. Bu da tamamen mutaassıbların önlenemez yükselişine işâret ediyor.

Bu hatırlatmaları, “İran’ın her yaptığı doğrudur veya her yaptığı yanlıştır.” şeklinde kendini ortaya koyan toptancı görüş sahipleri için yapıyorum… Yoksa hakk ve insaf ölçüleri çerçevesinde İran’a bakanlar, zaten bilmekteler… Hakkaniyet ve adâlet ölçülerine riâyet edilmediği sürece İslâm dünyasında restleşme ve cepheleşmelerin daha tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini görmemiz gerekiyor.

Tahran Cuma imâmı, Mursî’yi eleştirirken, Vehhabîler’in işlediği bir cinâyete de işâret ediyor; ama aralarındaki alakayı kurmuyor. Vehhâbîler, bugünkü darbe ortamında Mursî’yle aralarında akidevî bir bağlarının olmadığını gösterircesine Suud-i Arabistan gibi saltanat rejimleriyle aynı hizâya çekildiler. Vehhâbiler hakkında şi’îler arasında sünnîlere nazaran çok daha fazla hassasiyet olması normaldir; çünkü Vehhabîler en çok da şi’îlere karşı cinâyetler işlemiş ve halen de işlemektedirler. Ancak şi’îler arasında İhvan’a karşı mesafeli durmaya neden olan asıl illet, İhvan’ın yer yer Selefîler’le birlikte görünüyor olmasıdır. Yani bir bakıma şi’îler çoğunlukla selefîler üzerinden İhvan’a bakıyorlar ve selefîlerin tümünü de vehhabî olarak görüyorlar. Diğer taraftan, sünnî âlemde de şi’i mutaassıblar üzerinden İran’a bakış gelişiyor.

Şeyh Mahmud Şeltût zamanında başlatılan Daru’t-takrib çalışmaları, her ne kadar devrim sonrası İran’da kurumsallaştırılmaya çalışılmış olsa da, mutaassıbların sesi daha gür çıkıyor her zamanki gibi… Ve maalesef siyâsî hadiselerin yarattığı duygusal atmosferde, hatalı reflekslerle müslümanlar yanlış ‘duruş’lara sürüklenebiliyor. Üzülerek belirtmek gerekir ki, mezhebî öncelikler, pek çok yerde İlâhî ve İslâmî önceliklerin önüne geçiyor.

“80 yıllık teşkilat çalışmasından sonra halkın ne dünyâsına ve ne de ahiretine yarıyorlar.” şeklindeki beyan ise hem toptancı ve hem de apaçık haksızlık içeren bir yargıdır.

Şu gerçekleri görmemiz gerekiyor… Sünnî müslümanlar arasında, ‘bizim İslâm Cumhuriyetimiz’ hissiyatıyla Mısır’daki gelişmeleri sahiplenenler olduğu gibi, şi’î müslümanlar arasında da ‘bizim İslâm Cumhuriyetimiz’ hissiyatı ile İran’ı sahiplenenler ağır basıyor. Halbuki “Hepsi müslümanlarındır!” diyenler azınlıkta kalıyorlar. İranlı müslümanlar arasında da, ne yazık ki, müslüman olmayı şi’î olmanın önünde görenler de azınlığı oluşturuyor.

İhvan’ın Mısır’daki seçimlerde başarı kazanmasının ardından Mursî’nin yansıttığı görüntünün şi’î-sünnî ayrılığındaki derinliği arttırdığı doğrudur; ama İranlı ulemânın, bunun kendi içlerindeki bazı kimselerin yaptıklarına tepki olarak doğduğunu da görmeleri gerekiyor. Şi'î ulemâ içersinde, ihtilafları körükleyici beyanat ve eylemler küçümsenecek düzeyde değildir. Daru’t-takrib kurumu yetkililerinin çalışmalarının aksine, ulemâ arasında, mezhebî taassubun giderek güçlendiği görülüyor. Öyle ki, bazı şi’î âlimler bile bu gidişe dur demek gerektiğini, hurafelere dayanarak ihtilafları arttırıcı ve şi’âyı inhirafa sürükleyici tutumlara son verilmesi gerektiğini savundular geçtiğimiz yıllarda... Ancak mutaassıblar, bu görüşteki ulemâyı bile susturucu, dışlayıcı ve hattâ tekfir edici bir yaklaşım sergiliyorlar. Dolayısıyla her iki taraf ta empati yaparak, kendilerinin diğer taraftan nasıl göründüklerini anlamaya çalışır, buna göre de ortaya çıkan tepkisel durumları anlayışla karşılar ve her taraf kendi eksik ve yanlışlarını tesbit ederse gerçekte İslâm’a ve müslümanların birliğine hizmet etmiş olurlar. Aksi takdirde İslâm düşmanlarının faydalanabileceği sahneler artacaktır ki, bunun da vebâli, müsebbiblerinin boynunda olacaktır.

Öte taraftan Meşhed Cuma imamı Ayetullâh Ahmed 'Alemü’l Hüdâ, Cuma hutbesinde Mısır olaylarına işâret ederek, “Halkın dinî talebleri gerçekleştirilemezse, halk umutsuzluğa kapılır Mısır olaylarında olduğu gibi... Mısır inqılâbında oluşan akım bizim kendi sorumlularımız için ders olmalıdır. Mısır'da halk kaderini İslâmî bir partiye emânet etti, ama bu parti İslâm'a muhalif hareket etti; bir kısım insanlar İslâm adına gelip İslâm'ı ayaklar altına aldıkları için sonuçta halk kendi inqılâbından umutsuzluğa kapılmıştır ve bu bizim için ibretliktir.”

Aslında 'Alemü'l Hüdâ'nın ilk cümlesine dikkat edilirse, İran'ı bilenler, Cuma imâmının, halkın Ahmedinejad yönetiminden olan hoşnudsuzluklarına işâret ettiğini ve İranlı yöneticilere Mısır olaylarının ibret verici olduğunu hatırlatarak uyarıda bulunduğunu anlarlar. 'Alemü’l Hüdâ, Ahmedinejad döneminde halkın çektiği sıkıntılara ilginç çıkışlarıyla en çok işâret eden Cuma imâmlarından idi. Ancak sonrasında söyledikleri kimseyi yanıltmamalı ve bilinmeli ki, İran’da gösterilen ve bilinen Mursî, başka bir Mursî’dir. Radyo-televizyon kurumu ve bir kısım medyanın yayın politikalarının sonucu olarak ‘Mursî karşıtları, Mursî’nin müslüman görünüp İslâm karşıtı politikalar üretmesi, Camp David Andlaşması’nı te’yid etmesi, İsrail’in güvenliğini sağlamak amacıyla Filistinli direnişçilerin silah aktarmak üzere kullandıkları tünelleri yıktırması ve İsrail ile işbirliği yapması yüzünden Tahrir Meydanı’nda toplandılar’ şeklinde görünüyor. Radyo-televizyon kurumunun daha önce de Mursî hakkında bir gafı olmuş ve İranlı hassas müslümanlarca tepkiyle karşılanıp sert bir şekilde eleştirilmişti. 'Alemü’l Hüdâ, Mısır’daki gösterilerin ve darbenin, Amerika, İsrail ve vehhabîlerin doğrudan ve dolaylı destekleriyle, müslümanlara karşı gerçekleştirildiğini bilse, elbette ki böyle bir konuşma yapmaz idi. Ama bir Cuma imâmının bunları niçin bilemediği de, ayrıca İranlı müslüman yetkililerce derin derin düşünülmesi gereken bir husustur.

Umulur ki, bu vesileyle, Beşşar Esed’in ‘duruş’u da gözlerden kaçmaz ve şi’îlerde olduğundan daha fazla sünnîler tarafından İsrail karşısındaki zaferi takdirle karşılanan ve sünnî âlemde destekleyici gösterilerle kendisine moral verilen Hizbullâh, Suriye’de yaşanan fitne karşısındaki tutumunu tekrar gözden geçirerek özelde İhvân ve genelde Suriyeli müslümanlar ile Vehhâbîler’i aynı cephede görmekten vazgeçer. Âhirette, dünyâda kazanılan zâferlerden dolayı ödül verilmiyor. Amel defterinin sağdan veya soldan verilmesi, amellerin mizâna vurulmasıyla belirlenir. Hizbullâh’a 33 gün savaşı boyunca verilen kamuoyu desteği nokta-i nazarından bakıldığında, Türkiye ve Mısır gibi sünnî çoğunluklu ülkelerde halk desteğinin İran’dakinden daha yüksek olduğu, ancak kamuoyu araştırmalarıyla ortaya çıkarılacak bir husustur. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, esâsen Suriye hâdiseleri öncesine kadar, Daru’t-taqrîb’in ‘mezheblerin yakınlaşması, mezheblerin aynîleşmesi değil; mezheblerin bağımsızlığını koruyarak İslâm düşmanlarına ve küfür cebhesine karşı siyâsî vahdet oluşturmalarıdır’ şeklindeki bir hedefi ayniyyet kazanmış ve bu hedef bir ölçüde gerçekleşmiş idi. Sünnî-şi'î farkı gözetmeksizin, hattâ bir kısım selefîlerin bile sevinerek moral destek verdiği Hizbullâh zaferinin kazanımları, Suriye imtihânıyla darbe almaya başladı.

İranlı müslümanların, dünyâdaki gelişmelerden bir kısmını geç ve çarpık okumalarının vebâli, bunun müsebbiblerine aittir.

Tüm tarafların i’tidal ve vahdete yönelik sorumlu beyanatlar vermeleri ve kendilerini gözden geçirmeleri için Mısır’daki darbe fitnesi büyük bir fırsattır. Allâhu teâlâ böyle fitneler karşısındaki ‘duruş’larımızla bizi sınamaktadır. Suriye’deki fitne karşısında nasıl ki kafa karışıklığı yaşanmış ve imtihân deriçesinden bakmak yerine dünyevî taraf tutuşlar açısından bakılmış ise, Mısır’daki darbe fitnesine karşı da böyle bir kafa karışıklığının yaşandığı net olarak görülüyor. Oysa, İranlı müslümanlar, Suriye’deki hadiselere karşı ‘duruş’ belirlerken yaratıcılığı öne çıkararak İslâm düşmanlarını şaşırtabilir ve Mursî de İran’ın siyâsetlerine karşı tepki geliştirirken daha yaratıcı davranabilir idi. Geldi-geçti fırsatlar… Bu yeni imtihân fırsatının İslâm ve müslümanların aleyhine bir tehdide dönüşmemesi için yol yakın iken, etkili konumlarda bulunan karar alıcıların, daha yaratıcı ve düşünce ufuklarını zorlayıcı pratikler geliştirmelerini temenni ediyor ve İslâm’a bir gün dahi hizmet etmiş olanların ilâhî imtihan sahnelerinde «kâzibîn» (yalancılar) sınıfından olmayacakları şekilde ‘duruş’ sergilemelerini diliyoruz.

6.

Askerî darbenin ardından Makrizî Tarihî Araştırmalar Merkezi Müdürü ve Mısır Sünnî Hareket Genel Sekreteri Dr.Hani Es Sibai, ‘Ey Mısır Ordusunun subayları ve askerleri’ başlıklı bir yazı ile çağrıda bulundu:

 “Ey subaylar! Ümmet soruyor: Siz kendisiyle mi yoksa İslam düşmanlarıyla mısınız?!

Ümmet soruyor: Siz halkı ve inancını mı yoksa hain Sisi ve adamlarını mı koruyorsunuz?

Ey subaylar! İtaatinizin sadece Allah için olduğunu zatlarınız ve amellerinizle Rabbinize gösterin. Nefisleriniz ve amellerinizle Rabbinize, ‘yaratıcıya isyanda mahluka itaat olmayacağını’ gösterin.

Ey subaylar dininize, ümmetinize yardım edin. Eski rejimin kalıntılarının tarafını tutan ve İslam düşmanlarıyla ittifak yapan komutanlarınızın gerçeğini ortaya çıkarın.” Ve devam ediyor…

Bu net duruşu takdirle karşılamak gerekiyor. Başka konularda sayın Sıbaî’nin nerede durduğunu bilmiyorum; ama bu ‘duruş’ İslâm fıkhına uygunluk açısından çok net bir duruştur. Ezher şeyhine örnek olmasını umuyoruz.

7.

Mursî’nin ölüm pahasına darbeye karşı direneceğini duyurması, imtihân sahnesinde, ‘zor’a ve ‘tezvir’e boyun eğmemek açısından bir kazanım olarak görülmelidir. Ancak Mursî’ye oy verenlerin kendi oylarına ne kadar sahip çıkacaklarını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Zor ve tezvir karşısında, ilk heyecânlar geçtikten sonra dahi istikâmet üzere sebât edenler, zaferle taclandıramasalar dahi, sahnenin kazananları olacaklardır.

Mursî’nin şiddetten uzak bir şekilde tepkilerin geliştirilmesini istemesi de dirâyetlice bir adımdır. Çünkü şiddet, böyle durumlarda bir tuzağa dönüşür. Mısırlı müslümanları bu tuzağın içine çekmek isteyen dahilî ve haricî bedhahlar, şeytanlarıyla beraber, planlar kurmaktalar… Allâh ta tuzaklar hazırlamakta…

Bu satırların yazıldığı sıralarda, Mısır’dan şehâdet haberleri gelmeye devam ediyordu. Akan ma’sum kanlarının, darbecilerin demokrasiye ayar çektiğini vehmeden ve ‘darbe’ kavramını bile kullanmamaya özen gösteren müslümanları uyandırmasını temenni ediyoruz.

Mısır ordusu generallerinin acımasızlık ve ABD uşaklığını göz ardı ederek, Mursî’ye karşı yapılan darbeye sevinenler, elbette ki, nasıl bir yanılgı içinde olduklarını göreceklerdir.

8.

Türkiye’de sayın Başbakan Receb  Tayyib Erdoğan olmak üzere, İslâmî hassasiyetleri ve müslümanların ümmet bazındaki maslahatlarını gözeten tüm duyarlı müslümanların askerî darbeye karşı net bir ‘duruş’ sergilemeleri, bir iftihâr tablosudur. Bu iftihar tablosunun, gizli ve açık düşmanların kinlerini kusmaları ve daha bir hınçla pusuda beklemeleri anlamına da geleceğinin idrâkinde olarak, darbe sonrasında Mursî’nin şahsında Mısırlı müslümanlara desteklerini sunan tüm müslümanların mükâfatının Allâh tarafından ta’cîl ile verilmesini niyaz ediyorum.

Vesselamün aleyküm

Lâ havle vela quvvete illâ billâhil aliyyil azîm…

 

YAZIYA YORUM KAT

19 Yorum