1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. İdeali İste, Realiteyi Gör!: İran, Mısır, Türkiye..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

İdeali İste, Realiteyi Gör!: İran, Mısır, Türkiye..

02 Temmuz 2013 Salı 22:23A+A-

[email protected]

Önce, bir NOT: Bu satırların sahibinin İran’ın Suriye konusundaki siyasetinin -devletçi anlayış açısından devletlerin bileceği iştir, ama-  İslamî değerler açısından bütünüyle yanlış olduğuna olan inancını ve bu konuyu taa başından beri belirttiğini, bu sütunu takib eden okuyucular biliyorlardır, herhalde..

Bundan dolayı, özellikle de kutsallaştırılmış bazı kavramlara bağlılık adına, bazı kişileri yüceltip, hattâ kutsallaştırıp, onların asla yanlış yapmıyacağı gibi sanılara dayanarak, kendilerine karşı çıkan herkese olduğu gibi, bu satırların sahibine de çirkin bir takım suçlamalar yapıldığını, çeşitli internet sitelerinde tuhaf yazılar yazıldığını da bazı okuyucuların e-mail adresime gönderdikleri bilgilerden anlıyor ve elemle bakıp geçiyorum. Çünkü, bir zamanlar yıllarca yakın arkadaşlık ilişkisi içinde olduğum kimselerle bu kadar zıd noktalara düşmek elem vericidir. Onlar, bu satırların sahibinin nasıl olup da, İran sistemi içindeki ve yanlış yapmaz ölçülere sahib olduğuna inanılan kişi-makamların tercihlerine hangi cür’etle karşı çıktığıma hayret ederken; bu satırların sahibi de bu eski dostların, bir takım devletlerin stratejilerinin gereği olarak belirledikleri bir siyasetin gereğine uygun hareket edebilmek için, -Saddam’ı ve başında bulunduğu Baas rejimini kâfirlikle suçlarken-, Suriye’deki 50 yıllık Baas rejiminin ve onun başındaki (Baba-Oğul) Esed Hanedanı’nın kanlı diktatörlüğüne, adâlet ve insaf ölçüsünden bu kadar uzaklaşıp nasıl olup da destek verebildiklerine hayret etmektedir.

Geçen hafta yazdığım ve mezhebçiliğin hiç kimseye bir fayda sağlamıyacağına dair yazım üzerine, bir okuyucu, bazı internet sitelerinde hakkımda yazılmış olan çirkin saldırılardadan bir demet yapıp göndermiş..

Şöyle bir baktım, gülüp geçtim. Onlarla aynı dili kullanacak değilim..

Sadece yanlış yaptıklarını ve yalanlara âlet olduklarını söylemekle yetineyim.. Güya, ben azılı bir şiî düşmanıymışım.. Ve, şiî olmak isteyen sünnîlere de Sakın şiî olmayın.. diye tavsiyelerde bulunur ve hattâ baskı yaparmışım..

Bu satırların sahibi, kendi yanına gelip de mezhebî konularda görüş soranlara, bırakınız şiî veya sünnî olmak ya da kalmak konusunda bir görüş açıklamayı, bu gibi konularda bilgi sahibi olmak isteyenlere, -büyük bilgi yanlışları varsa onları düzeltmeye çalışmanın dışında- mezhebî mes’elelerde bilgisi olsa bile söylemekten kaçınan ve Kardeşim, İslam İnqılabı’nda hakkında bir şeyler öğrenmek istersen ve ben de bildiklerimden gerekli gördüklerimi anlatmaya çalışırım. Ama, mezhebî konularda bilgi sahibi olmak istiyorsanız, gidiniz Qum veya diğer yerlerdeki medreselere, oralardan bilgi alınız.. demeyi şiar edinmiş ve ayrıca İran’a gelip, sünnî bölgelerine giderek, oralardaki bir takım dedikoduları gerçekmiş gibi kabullenip, şiî- sünni  kutublaşmasına benzin dökmekten başka bir işe yaramıyacak olan mezhebî tartışmalara girenleri de bu gibi konuları tartışmaktan kaçınmaya daima davet etmiş birisidir.

*

Bu vesileyle bir anekdot aktarayım.

Suriye’li bir genç gelmişti yanıma; görüşmek ve de beni irşad etmek üzere..

Kendisinin sünnî iken şiî olduğunu, gerçeğin şiîlikte bulunduğunu, İran’lı bir hanımla da evlendiğini söyleyen bu arkadaşın dudaklarından, -anadili arabca olduğu için-, iddiasıyla ilgili âyetler, hadisler de su gibi akıyor, sünnîlerin kafasının bu gibi konuları kavrayamıyacağını ileri sürüyordu. Hattâ, insan, o âyet ve hadisleri reddetmek gibi bir duruma düşmek korkusuna kapılabiliyordu.

Bu arkadaşa, kendisiyle bu konuda konuşmayacağımı, mezhebî konularda konuşmaktan bir fayda da ummadığımı; hele de bu şekilde, ’filanların kafası basmaz. gibi hakaret ifadelerinden vazgeçmesini tavsiye edip, Bu kardeşiniz kendisini sadece müslüman olarak nitelemekte ve hangi müslüman grup, hizb, cenah varsa, onların herbirisinin görüşlerinde de doğrular olabileceğini düşünüp, onları anlamaya ve anladıklarını almaya çalışan birisidir. Ama, bundan fazlasında bu gibi tartışmaları fitne cıkarıcı mahiyette görürüm..  diye sözünü kestim ve gönderdim.

Aradan bir sene kadar zaman geçti. Sözkonusu arkadaş, tekrar görüşmek talebinde bulundu. ’Eğer mezhebî konularda konuşacaksan, gelme..’ diyerek yolu kapadım.

Bir süre sonra  tekrar telefon ederek, mutlaka görüşmek istediğini ısrarla belirterek geldi.

Selâmlaşma, hal-hatır sorma cümlelerinden sonra, ’Hakkını helâl et..’ diye konuya girdi ve tekrar sünnîliğe döndüğünü, hanımını da sünnî yaptığını, gerçiği tekrar bulduklarını; şiânın son derece tehlikeli bir noktada olduğunu, ama, onların bu konuları kavrıyamadığını filan sıralamaya başladı; tabiatiyle, yine yığınla hadis rivayeti ve âyetleri arka arkaya sıralayarak.. 

Ona, ’Arkadaş, dünlerde söylediklerin de ifrat ifadelerdi, bugün söylediklerin de.. Dün söylediklerin şia adına olmadığı olmadığı ve şiayı bağlamadığı gibi; bugün söylediklerin de sünnîlik adına desen bile, sünnîleri bağlamaz ve ben şahsen bu gibi konuşları tartışmam da, dinlemek de istemem..’ deyip,  konuşmayı yine kesip, o arkadaşı gönderdim.

Bu örneği, yıllar boyu karşılaştığım nice örneklere bir numûne olmak üzere aktarmakla yetiniyor ve asıl konuya geçiyorum:

*

Parçalanan eski ’Ortadoğu Kemeri’nin yerine, müslümancasını oluşturmak..

Yüzyıl öncelerde, dünya emperyalizminin o dönemdeki büyük gücü İngiltere, ’İran, Türkiye ve Mısır’  ülkelerini, ’Ortadoğu’nun kemeri’ olarak niteliyor ve ’Bu kemeri elinde tutan, bütün bölgeye hâkim olur.’  diye bir tez geliştiriyordu.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan Yeni Dünya Düzeni de genelde bu anlayışa göre oluşturulmuştu, emperyalist güçlerce.. Müslüman coğrafyalarının kalbinde asırlardır hükümet etmekte olan Osmanlı parça-parça edilmiş, Ortadoğu’da irili-ufaklı onlarca devletçik oluşturulmuş ve amma, özellikle üç ülkedeki hükûmet mekanizmalarının dizginleri sımsıkı ingilizci olan güçlerin ve  kadroların eline tutuşturulmuştu.

İran’da Rızâ Khan saltanatı..

Mısır’da Kral Fuâd ve Fâruk, ve,

Osmanlı’nın merkez coğrafyasında yer alıp, onun mirasını uluslararası hukuk açısından da devralan ve -ilk kez- Türkiye diye isimlendirilen coğrafyadaki yeni rejimin -fiilî olarak Ankara Sultanlığı’ diye nitelenebilecek mâlum yönetici kadroları..

*

Emperyalizm, bu arada, 1948 tarihinde de, Filistin’de de, sionist yahudiler için İsrail adını alan bir gasb ve zorbalık üzerine kurulu bir rejim ve güç odağı oluşturmuştu.

*

Bu şekilde tamamlanan ’Ortadoğu Kemeri’ fonksiyonunu bir müddet yerine getirdi.

Ama, 1952 yılında, General Necîb ve Albay Nâsır liderliğindeki ’Hür Subaylar Hareketi’nin gerçekleştirdiği devrim ile, Krallık rejimi devrilip, Kral Fâruk da yurt dışına sürgüne gönderilirken, aynı zamanda, ingilizlerin Ortadoğu Kemeri de esaslı bir darbe yiyordu.

Gerçi, Mısır’daki yeni rejim de, Mısır halkının yüzde 85’ini teşkil eden müslüman çoğunluğun taleblerine cevab verecek bir düşünce yapısına sahib değildi. Bunun için de, -Necîb’i de kenara iten Nâsır’ın karizmatik liderliği altında- yeni rejim, kısa zamanda, halk’a zulmeden yeni ve fiilî bir sultanlığa dönüşecekti.

*

İran’da ise..

İngiliz emperyalizminin, İran petrolleri üzerindeki tahakkümüne karşı çıkmaya çalışan ve İran petrollerini ’millîleştiren’ ve bunun üzerine, Şah’ın ülkeden kaçmasına da vesile olan Başbakan Muhammed Musaddıq,  kısa sürede, ülkedeki müslüman halkla ve onların yön yeni yönetim içindeki en büyük temsilcisi durumunda olan ve İran Meclis Başkanlığı’nı üstlenen Âyetullah Mahmûd Kaşânî’yle ihtilafa düşünce halk desteğini yitirmiş ve arkasından da, Amerikan Gizli İstihbarat Servisi CIA’in, sadece 200 bin dolar harcayarak, -sonraları Şah’ın damâdı da olan- General Zâhidî’ye gün ortasında yaptırdığı bir askerî darbe ile, Musaddıq Hükûmeti devrilivermiş; İran’dan Roma’ya kaçısından iki ay sonra Şah Muhammed Rıza Pehlevî de ülkeye geri dönmüş ve böylece Ortadoğu Kemeri’ndeki İran bölümü yeniden muhkemleştirilmişti.

İngiliz emperyalizmi esasen, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yerini tamamiyle, bir diğer anglo-sakson gücü olan Amerikan emperyalizmine bırakmıştı ve o da, o Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki genel düzenlemenin temel taşlarının oynatılmaması için olanca dikkati gösteriyordu.

*

Temmuz-1923’de İsviçre- Lausanne (Lozan)’da imzalanan andlaşma’yla uluslararası zencirlerle bağlanmış olan Türkiye ise..

1950’ye kadar süren katı laik diktatörlüğün artık devam ettirilemiyeceğine karar veren güçlerce, özellikle Amerikan baskısıyla 1950’de demokrasiye geçmek zorunda kalmıştı, ama, hâlâ, ’Ortadoğu Kemeri’nin en muhkem bölümünü oluşturmaya devam etmesi için, kapitalist-Batı emperyalizminin vurucu gücü olarak teşekkül etmiş bir askerî pakt olan NATO’ya da alınmış ve bu kemerde bir takım gevşemeler olduğunda da, Amerikan ve NATO kaynaklı ve de 10-15 yılda bir tekrarlanan askerî darbelerle miladî 2000’li yıllara dayanmıştı.

*

Bu arada Irak, Suriye, Lübnan,  Libya, Yemen, Sudan, Cezayir, Tunus gibi coğrafyalarda da büyük çaplı iktidar değişiklikleri meydana gelmiş olsa bile,  bunlar, Ortadoğu’nun genel yapısını değiştiremiyordu..

Ortadoğu Kemeri’nin parçalanma sürecine girmesi..

İran’da, 1979’da gerçekleşen İslam İnqılabı ile, emperyalizmin oluşturduğu Ortadoğu Kemeri müthiş şekilde parçalanmıştı.

Diğer müslüman halklar ve hele de Mısır ve Türkiye’deki müslümanlar da,  esasen, öteden beri, emperyalizmin kendi boğazlarına geçirdiği tasmayı kırıp atmak için, başta, İkhwan-ul’Muslimiyn Hareketi başta olmak üzere, gizli-açık yığınla çabalar içinde bulunuyorlar ve bu yolda ağır bedeller ödüyorlar ve empereyalizmin oluşturduğu Ortadoğu Kemeri’ni iyiden iyiye zorluyorlardı.

Emperyalist güçler de tabiatiyle, entrikalarını müslüman halkları birbirine düşürmek için, her türlü entrikayı tezgahlıyorlar.

İran, bu sahada yaşadığı büyük İslam İnqılabı’ndan sonra diğer müslüman toplumlar için de, bir laboratuar hükmünde olacak kadar derin ve çetin mücadelelerden geçmekteydi ve bunlardan ders alınması gerekiyordu.

Bu arada, İslam İnqılabı rejimini yenilgiye uğratmak için başlatılıp 8 yıl süren ’İran- Irak Savaşı’  her iki taraf için de bir zaferle sonuçlanamamıştı, ama, iki taraf da ağır şekilde yakılıp yıkılmış ve 1 milyondan fazla insan da bu ateşin içinde kavrulmuştu.

*

Bugün, İran’da, öyle bir rejim vardır ki, eğer o olmasa, yerine gelecek olan, ancak ve ancak katı bir laik rejim olacaktır. Zannedilmesin ki, daha sağlıklı bir İslamî yapıya kavuşulacaktır. Kemalist -laik rejimin 80 yıl öncelerden beri Türkiye’de yaptıklarını Rıza Khan ve oğlunun, ve bütünüyle Şahlık sisteminin aynı hıyanetle yapamamış olmasından dolayı hayıflanan içerdeki İslam karşıtı güçler ve onlara olanca desteği veren emperyalist odaklar henüz de pusudadırlar..

Onların bu çabalarına karşı elbette tedbirli olmak gerekir, ama, bunu bir paranoiaya da dönüştürmeden..

İran’da bugün 35 seneye yakın zamandır hükûmet etmekte olan rejimin uygulamalarından eleştirilecek konular elbette vardır ve bu da olacaktır, ve bunu da tabiî karşılamak ve bir ideal rejime ulaşıldığı hayâline bağlanmamak gerekir.

Evet, ideal olanları istemek gerekir, ama, realiteyi de görmek gerekir. Ve mevcud realiteye bakarak, ıslah çabalarından el çekip idealin artık unutulması gerektiği gibi bir yılgınlığa düşmenin de hiç bir mânâsı yok.. Tam tersine, ideale ulaşabilmek için, her an, yanlışları, noksanları daha bir gidermek azmine bağlanmak gerekir. Unutulmaması gerekir ki, İran’ın mevcud sosyo- kültürel alt yapısı ve insan gücü ve tarihî arka-planı  gibi özel şartları ve dünya siyasetinin durumu açısından, bugünkünden daha müsaid bir duruma gelebilmesi çok kolay değildir. Ve bugünkü rejim gidecek olsa, mevcud şaratlarda, alternatif, görünür beşerî hesablamalara göre, ancak laik bir diktatörlük olacaktır.

Bu satırların sahibinin eleştirilerine de bu açıdan bakmak gerekir. O, olabilecek, yapılabilecek olanları eleştiriyor, yapılamıyacak, ütopik şeyleri istemiyor. Nitekim, İran halkı da, mevcud şartlar içinde, bir çok noksanlara rağmen, seçimlere katılıp yeni bir C. Başkanını büyük bir halk desteğiyle seçmiş ve bu tercihiyle, toplumu istedikleri gibi yönlendirebileceklerini sananlara da esasla bir ders vermiştir.

Evet, ideali isterken, realiteyi de görmek ve kazanımları bütünüyle yok saymamak,  toptan reddiyeci bir anlayışa kapılmamak ve İran müslümanlarının zaman içindeki kazanımlarını, bazı yanlışlar dolayısiyle bütünüyle yok ve müslüman halkın mevcud durumu daha da iyiye götürmek ümidini yetersiz saymamak da gerekir herhalde..

*

Nil, fir’avunlar için kan rengindedir; Hz. Mûsâ için ise, bir âb-ı hayat..

Gelelim, Mısır’a.. Tarihin bilinen en eski tevhîd mücadelesinin cereyan ettiği, Fir’avunlarla Hz. Mûsâ’nın ve ümmetinin çetin mücadelelerinin geçtiği diyarlara..

1952’de Krallık rejimi devrildikten sonra, 2001 yılına kadar, 59-60 yıl boyunca, Cemal Abdunnâsır’ın 18 yıl, onun ölümüyle yerini alan Enver Sedat’ın 11 yıl, ve onun 5 Ekim 1981’de Khâlid İslambulî isimli bir inqılabçı müslüman teğmen tarafından öldürülmesiyle de, Sedat’ın yardımcısı olup başkanlığa geçen Husnî Mubarekin 30 yıllık yönetiminin 11 Şubat-2011 tarihinde, halk kitlelerinin qıyâmı ve yüzlerce insanın öldürülmesinden sonra devrilinceye kadar; müslüman Mısır halkına ne büyük hıyanetler yaptığı ve ne büyük acılar yaşattığı hatırlanmazsa, bugün gelinen noktada, Muhammed Mursî’de de, İkkhwan’ın tecrübesizliklerinde de bir takım eleştirilecek noktalar bulunup veryansın edilebilir. Ama, eski fir’avuncu rejimin kalıntılarının hiç de küçümsenmemesi gereken bir direnme gücüne sahib olduğu da son hadiselerle daha bir ortaya çıktığına göre, bu gün karşı karşıya bulunulan problemlerin temeli de gözönünde bulundurulmalıdır. Yoksa, yılgınlığa düşüp; o fir’avuncu, laik, nâsırist, liberal, vs. emperyalist beslemesi kadrolarla sözbirliğine (ve bazılarının T.C.’de zaman zaman, müslüman hassasiyeti adına kemalist-laik, liberal, vs. emperyalist çevrelerle söz ve eylem birliğine düşmelerindeki gibi bir zavalıllığa) düşülebilir.  

Şimdilerde, bazıları, Mısır’daki son duruma  bakıp, seçim gibi yollarla devreye girenlerin varacağı yer, işte burası.. diye ve âdeta, Ohh olsun! dercesine ve sırf  kendi fikrî cereyanlarını  doğrulamak için, -bazı selefî gruplar misali- radikallik adına fırsatçı eleştiri yapanlar bir yana.. Onlar mevcud durumda neyin yerine, neyi ve nasıl koyabileceklerini kendileri de bilmiyorlar.

Ama, 60 yıllık bir diktatörlüğün yıkıntıları üzerine, bir müslüman kimliğiyle ve 4 yıllık bir sure için gelen bir Muhammed Mursî’yi, üstelik de yığınla çetin ve dev problemleri olan 90 milyonluk bir fakir ülkede, daha birinci yılını yeni doldururken, ‘Şunu yapamadı, bunu yapamadı.. diye suçlayıp uzaktan ahkâm kesenler, onun gitmesi gerektiğini söyleyenlerle ağız birliği yapanlar, Mısır’da hal-I hazırda, müslümanların, onun yerine ondan daha iyisini -beşerî ölçüler içinde- koymak imkan ve ihtimalinin olup olmadığını da düşünüyorlar mı acaba?

Doğrudur ki, Mursî, bir çok şeyleri beklenmiyen bir sür’atle yaptığı kadar, bir çok şeyi de ve eski sistemin kurum ve kadrolarının da engellemesiyle yapamamış ve müslüman halkın dar gelirli ve yoksul kesimlerinin lehine hissedilir bir iyileştirme tablosu sergileyememiştir; ama, esasen bir yıl içinde neler yapabilirdi?

Halk kitlelerine hem inançlarına, kalblerindeki dünyaya göre hükmedilen bir yönetim şekli geliştirmek ve hem de, o inanç düzeninin nimetlerinin sosyo-ekonomik yapıya da yansıdığını göstermek idealdir, ama, realiteyi de göz önüne getirmek gerekmez mi?

Yazık ki, Mursî’ye bazı inqılabçı kişi ve çevreler bu durumda bile, hâlâ, ‘Yeni Husni Mubarek ve hattâ  Firavun demekte ve onun yönetim yetersizliğini devamlı vurgulamaktalar; sırf, Suriye’deki diktatörlük rejimine karşı çıktığı  için.. Ve sanki Mursî götürülecek olsa, müslümanların lehine bir başka kadronun gelmesi görünürde muhtemelmiş gibi..

*

Aynı durumu T.C.’deki Tayyîb Erdoğan karşıtı olan müslüman tipler için de tekrarlayabiliriz.  Bu, kaba bir pragmatizm değil, müslümanların aldıkları mesafeleri, mezhebî hesablar veya günlük maslahat ve menfaatler için fedâ etmemek dikkat ve hatırlatmasıdır. Unutulmaması gereken, müslümanların aldıkları mesafelerle, Ortadoğu Kemeri’nin müslümanlar eliyle yeniden hazırlanması safhasında bulunulduğu hususudur. Müslüman halklar, ideale ulaşamamış olsalar bile, mevcud durumda bile, yine de  bazı mesafeleri nice acılar ve ağır bedeller pahasına, elde etmişlerdir. Ülke nüfusunun ekseriyetini teşkil eden müslüman halkın elde ettikleri -yetersiz de olsa- bu avantajların  korunmasında, en azından karşıtları kadar dirençli ve kesin kararlı olunmalıdır.

O halde, ideali isteyelim, ama; realiteyi görmekten de uzak düşmeden!

YAZIYA YORUM KAT

6 Yorum