1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. İdam Sehpasına Oturtulmuş Bir Hareket: Bangladeş Cemaat-i İslami'si
İdam Sehpasına Oturtulmuş Bir Hareket: Bangladeş Cemaat-i İslami'si

İdam Sehpasına Oturtulmuş Bir Hareket: Bangladeş Cemaat-i İslami'si

Bangladeş’te Cemaat-i İslami liderlerine yönelik Hasina diktasının idam furyası devam ediyor.

07 Ocak 2016 Perşembe 14:07A+A-

HAKSÖZ-HABER

Bangladeş’te Cemaat-i İslami liderlerine yönelik Hasina diktasının idam furyası devam ediyor.

Son olarak Hasina diktasının zindanlarında 5 yıldır tutuklu bulunan 72 yaşındaki Mutiur Rahman Nizami hakkında verilen idam kararı infaz edilmeyi bekliyor. Yayınlanmış 30 kitabı bulunan Mutiur Rahman Nizami, Cemaat-i İslami liderlerinden olmanın yanı sıra aynı zamanda büyük bir Müslüman âlim.

Bugünlerde bu kez Mutiur Rahman Nizami ismi üzerinden gündeme gelen Bangladeşli Müslümanların dramına dair, daha önce Abdulkadir Molla’nın idamı vesilesiyle Haşim Ay’ın kaleme aldığı incelemeyi okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

Abdulkadir Molla’nın şehadetinden hareketle Hindistan bağımsızlık mücadelesi, Hindistan-Pakistan ayrışması ve sonrasında Pakistan ile Bangladeş arasında yaşanan bölünmeyi etraflıca inceleme ve analize tabi tutan bu çalışmada ayrıca Bangladeş devletinin kuruluş ve gelişimi, Cemaat-i İslami’ye atılı “ihanet-i vatan” suçlamasının mahiyeti de mercek altına alınarak “Bangladeş sendromu”nun farklı müslüman bölgelerdeki tezahürleri de analiz ediliyor.

 

Bangladeş ve Cemaat-i İslami Pratiği

Haşim Ay / Haksöz Dergisi - Sayı: 274 - Ocak 14

Son süreçte Abdulkadir Molla’nın şehit edilişiyle beraber Bangladeş ve Cemaat-i İslami Türkiye’de birçok kesim arasında gündem oldu. Olaya karşı gerek devlet ricali gerekse de basın tarafından genel olarak hakkaniyeti yansıtan tutumların takınıldığına şahit olundu. Hemen herkes Abdulkadir Molla’nın uğradığı akıbetin açık bir hukuksuzluk örneği olduğunun altını kalınca çizdi.

Bu olumlulukla birlikte meselenin daha birçok önemli boyutu vardı ki, bunların yeterince karşılık bulduğu söylenemez. Bir kere bütün olumluluğuna karşın tablonun, gelişmenin bir şahıs ismi üzerinden ele alınması, başka bir deyişle belki de aşırı duygusallığın etkisiyle Abdulkadir Molla’ya indirgenmesi ciddi bir zafiyetti. Hâlbuki belirli siyasi-ideolojik düşüncelerle öne çıkmış ve bu uğurda bedel ödemiş olan bir şahsiyeti, baş koyduğu dava bağlamında ele almak adil olandır. Nitekim Şehit Abdulkadir Molla da gerek şehadetinin hemen öncesinde dünyaya ulaştırdığı mesajda, gerekse de eşine yazdığı ve şehadetini müteakip basına sızan mektubunda bu hususun altını çizmiş; boğulmaya veya engellenmeye çalışılan İslami hareket gerçekliğine dikkat çekmiştir. 

Şehit Molla’nın idamı üzerine söylenen çok söz oldu ancak tablonun bütünü bundan ibaret değil. Hem şehidin şehadeti, hem Cemaat-i İslami hareketinin Bangladeş kolu ve hem de ona bu mezalimi reva gören Bangladeş yönetimiyle ilgili söylenmesi gereken daha çok şey var.

Gerek bilgi eksikliği gerekse de gelişmelere karşı daha çok duygusal planda tavır koymanın yol açtığı zaafların söz konusu olayda da öne çıktığı görüldü. İlgi ve tepki salt duygusal planda kalınca ister istemez bilinç ve kimliğe de dönüşemiyor. Bilinç ve kimliğe dönüşemeyen tavır-tutumda ise istikrar aramak beyhude. Kaldı ki yaşanan durum diğer birçok gelişme karşısında da görüldüğünün yine aynısı oldu. Cılız da olsa medya ve eylemlerle gündemleştirilen olay, sanki tekil bir olaymış gibi bir saman alevi gibi parladı ve sonrasında çabucak sönüp gitti. Hâlbuki olay ne şehit Abdulkadir Molla ile ne de salt Cemaat-i İslami ile sınırlı değil. Kökleri ta Bangladeş’in kuruluşuna giden ve binlerce insanı mağdur eden bu “ihanet-i vatan” davasından dolayı Bengal zindanlarında yatan binlerce kişi var. Cemaat-i İslami’nin lideri Gulam Azam da dâhil olmak üzere hareketin 10’u aşkın tutuklu yöneticisini şehit Molla’nın akıbeti beklemekte. Abdulkadir Molla’nın idamı, olayın vahametini dile getirip gündemde tutmanın vesilesi olması gerekirken galiba Hint alt kıtası ve bölge Müslümanlarının tarihi yeterince kavranamadığından olsa gerek tekil boyutta kaldı.

Meselenin Önemi

Abdulkadir Molla, baskı ve dayatmalar karşısında eğilip büzülmemenin, ilkelerinden taviz vermemenin ve adanmışlığın son nadide örneklerinden birisi oldu. O, Allah yolunda ölümü/idamı bile baş tacı edebilecek kadar mütevekkil ve adanmış bir rol-model olarak öne çıktı; ahdine vefa gösterdi. Bu şahitçe yaşamı ve şehitçe ölümüyle de güzel bir örneklik bıraktı kendisinden geriye. Mesele, birinci olarak arz ettiği bu güzel örneklik açısından önemli.

İkinci olarak ise Abdulkadir Molla’nın idamıyla birlikte gündeme gelen Bangladeş ve Cemaat-i İslami, süreğenliği olan “ihanet-i vatan” dosyası açısından önem arz etmekte. İleride de üzerinde durulacağı gibi kökleri bir şekilde Bangladeş’in kuruluşuna değin uzanan bu dava, özellikle de son yıllarda ülkede başta Müslümanlar olmak üzere onlarca kesimi mağdur etmiş, etmekte. Şehit Molla’nın şehadetinin bereketiyle Türkiye ve dünya gündemine oturan bu mesele, böyle devam etmesi durumunda Bangladeş’te daha onlarca insanın canını almaya namzettir. Meselenin insani boyutu var. Ek olarak Müslümanlar açısından gündemde tutma sorumluluğunu yükleyen çok daha önemli boyutları var. Keza burada doğrudan İslami hareket hedef alınmakta ve dolayısıyla Cemaat-i İslami’nin birçok üyesiyle birlikte hemen tüm yönetici kadrosu bugün potansiyel olarak ipin ucunda bulunmaktadır. Konu İslami hareketle ilgili olduğu için ilgi alanımızda olmalı ve kardeşlerimiz ile dayanışmamızı sürdürmenin yolları aranmalı.

Üçüncü olarak ise Cemaat-i İslami’ye atfedilen suçlamanın gerçekliği tartışmalı olmakla birlikte bu suçlamaya kaynaklık eden tavır çağdaş İslami hareketi ve Müslüman coğrafyanın bugününü birincil derecede ilgilendiren bir özellik taşımaktadır. Kökü ta Hindistan’daki emperyalist işgal dönemine uzamaktadır. Konu bu yönüyle, farklı etnik ve dinsel yapılanmaların var olduğu çoğulcu bir toplumsal zeminde asıl olanın birlikte var oluş mu yoksa etnik ve dinsel temelde kopuş mu olduğu sorusuyla ilgilidir. Uluslaşmanın beraberinde getirdiği siyasal bölünme ve bu zeminde çağdaş İslam dünyasında oluşan yeni siyasal yapılanmaların etnik farklılıktan dolayı içerisinde barındırdığı sıkıntıların gerek pratik gerekse de teorik tartışmalar düzleminde doğurduğu sonuçlar coğrafya bütünü içerisinde benzerlik arz etmekte. Ancak Pakistan ve sonrasında Bangladeş’e de kaynaklık eden kadim Hindistan pratiği her iki açıdan da önemli bir deneyim sunmakta ve bu nedenle bir de bu boyuttan incelenmeyi hak etmektedir.

Bangladeş’in kuruluşu ve tam da bu kuruluş aşamasında takındığı tutumu yüzünden bugün yargı sehpasında olan Cemaat-i İslami’nin duruşu, özellikle de bölgesel sorunlar karşısında nasıl bir metodoloji geliştirmek gerektiği noktasında Türkiye İslamcılığını yakından ilgilendirmekte olup ufuk aşılayıcı cinsten bir deneyimi yansıtmaktadır. Meselenin bu boyutu, Türkiye pratiğiyle ilişkilendirilerek değerlendirilmeye muhtaçtır.

Çatışmanın Temeli: Birlik ve Bölünme Eksenli Farklı Gelecek Tasarımları

Bangladeş’te son olarak Abdulkadir Molla’nın idamıyla beraber kamuoyunun gündemine oturan sorunun köklü bir arka planı mevcut. Ülkenin kuruluşundan bu yana süren toplumsal ve siyasal gerilim kuruluş aşamasında tarafların edindikleri siyasal tutumlarla yakından ilişkili. Hatta olayın bu yönü Bengal-Peştun veya da Bangladeş-Pakistan zıtlaşmasından çok daha önce Hindistan-Pakistan devletlerinin kuruluş sürecine değin uzamakta. Bu ilişkiyi doğru kavramak için ülkenin yakın geçmişine kısa da olsa göz atmakta fayda var.

Bangladeş diye bir siyasal yapının tarihinin çok uzaklara götürülemeyeceği bilinen bir husus. Bengal ülkesi anlamındaki bugünkü Bangladeş Halk Cumhuriyeti devleti, büyük Hindistan’ın enkazı üzerine kurulan modern Pakistan’dan kopma bir ülke. Dinsel ve etnik çeşitlilik açısından tam bir mozaik görüntüsü yansıtan kadim Hindistan, İngiliz emperyalizminin işgaline değin uzun bir zaman boyunca Müslümanların kurduğu hükümdarlıklar altında yaşadı. Ülke tarihinin bu döneminde Hindistan halkları bir yandan köhnemiş kast sisteminin oluşturduğu boyunduruktan özgürleşme imkânı buldu, diğer yandan da tarihî süreç içerisinde önemli oranda İslamlaştı. Öyle ki İslam coğrafyasındaki Müslüman nüfusun toplamına vurulduğunda neredeyse bunun üçte birini oluşturan kadim Hindistan’ın bu demografik yapısının bile emperyalizmi rahatsız eden başlıca bir sorun olduğu açıktı. Ancak İslam coğrafyasının merkezî diğer birçok bölgesinde de görüldüğü gibi maalesef kadim Hindistan’ın da süreç içerisinde iç direncini yitirerek çözüldüğü görüldü. Özellikle de ıslahatçı imam Şah Veliyullah Dehlevi ve onun ekolüne mensup ulemanın öncü katkılarıyla yapılan ve İngiliz emperyalizmine karşı Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin başlangıcı olarak kabul edilen 19. yüzyıldaki direniş çabaları oldu ki; bunlar, çeşitli nedenlerden dolayı sonuçsuz kaldı. Ancak buradan oluşan motivasyonla daha sonraları hem Şah Veliyullah’ın mirasından beslenen ama daha da önemlisi Afgani-Abduh çizgisiyle temas kuran Mevlana Ebul Kelam Azad, emperyalizme karşı bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinin İslami cenahtan öncü ismi oldu. Ancak çözülme dâhili ve harici faktörlerden kaynaklı olarak çok boyutlu ve de derin idi. Dönemin İslam coğrafyasının hemen bütününde var olan bu durum ziyadesiyle fiilî işgal altındaki Hindistan’da hissediliyordu. Ve bu ülkedeki nüfus yoğunluklarıyla neredeyse dönemin Müslüman nüfusunun üçte birini oluşturan ancak asırlarca farklı din ve kavim mensuplarıyla aynı zeminde yaşayan Müslümanların gelecek tasarımlarında farklılıklar vardı, kafaları karışıktı. Müslümanlar her ne kadar tarihî olarak birlikte yaşam modelleri üretmekte başarılı olmuş olsalar da onları da, beraber yaşadıkları öteki toplulukları da asimile etmeye matuf emperyalist politikalardan çok çekmiştirler. Emperyalizm ve onun ulus inşası siyaseti Hindistan’da da bir Balkanlaşma sendromunu devreye sokarak doğal farklılıkları istismar etmiştir. Bu bağlamda istismar edilen Hindu ulusal bilinci homojenleşerek Müslümanları kendisinin ötekisi olarak görmüş ve Hindu faşizmi kadim Hindistan’da fikrî ve siyasal bölünmenin ilk tetikleyicisi olmuştur.

Bununla beraber Hint resmi tarihçilerinin ve İslamcılara rakip olan kesimlerin bütün çarpıtmaları bir yana gerçek olan şu ki, emperyalizme karşı Hindistan’ın bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesini ilk defa başlatanlar da yine Müslümanlar olmuştur. Dehlevi ve Ebul Kelam Azad’ın Hindistan’da kökleştirdiği ıslah çizgisi bağımsızlık mücadelesinin temel lokomotifi görevi icra etmiştir.

Kadim Hindistan’ın (daha önceleri kısmen Portekiz ve Fransız işgalleri de olmakla birlikte) 1757’den 1947’e kadar doğrudan işgaline uğradığı İngiliz emperyalizminin de teşvikiyle Balkan sendromuna sokulduğu 20. yüzyıl ortalarında öncelikli olarak stratejik anlamda bir potansiyel risk arz eden ülkeyi çöküşe götürmek için kontrollü bir plan devreye sokuldu. İngiliz emperyalizminin böl-parçala-yönet şeklinde literatüre giren bu meşhur politikasının Hindistan’daki Balkanlaştırma sendromu sürecindeki tezahürleri Hindu fanatizmi oldu. Mevlana Ebul Kelam Azad ve Gandi her ne kadar bu oyuna dikkat çekmişse de süreç içerisinde bölgede Müslüman varlığına kast eden Hindu faşizmi güç kazanmış ve Müslümanların bir kısmında bölünme öncelikli çare-i hâl arayışlarına sebep olmuştur. Hindu fanatizminin fiilî saldırılarının acısını ensesinde yaşayan bu Müslümanlar, aralarındaki etnik farklılığı aşarak sahip oldukları İslam nimetine tutunmuş ve bu cümleden olarak Pakistan devleti modeline destek vermiştir. Mevlana Ebul Kelam Azad ve ona yakın olan Cemiyet-i Ulema-i Hind hareketinin Hindistan Ulusal Kongresi hareketi önderi Gandi ile yaptığı siyasi ittifak ve yöneldiği stratejik önemdeki ortak gelecek tasarımı ise ne Hindu fanatizmini ne de buna Müslüman mahalledeki tepkiyi örgütleyerek Pakistan tasarımına tahvil etmeye çalışan Muhammed Ali Cinnah önderliğindeki Müslüman Birliği’ni tatmin edemedi. Gençlik yıllarında Ebul Kelam Azad ekolüne yaklaşan ve bir dönem Cemiyet-i Ulema-i Hind tarafından neşredilen Müslim adlı gazetede editörlük de yapan Mevdudi’nin ise birlik ile bölünme seçenekleri arasında tam olarak nerede durduğu çok net şekilde anlaşılamamakta. Yine de Hindu fanatizminin süreç içerisinde “Hindistan Hindularındır!” teraneleri ve fiilî saldırıları karşısında umutsuzluğa kapılan Mevdudi’nin şartların sürüklemesiyle ortak gelecek stratejisinden kopuş yaşadığını yansıtan gelişmeler var. Mevdudi’ye atfedilen “Müslümanlar Afganistan’a gitsin” yaklaşımı bu kafa karışıklığı ve arayışların bir göstergesi olarak okunabilir. Ayrıca Hindu fanatizmine Müslüman halk arasından baş gösteren tepkiselliği Pakistan modeline kanalize etmeye çalışan Muhammed Ali Cinnah’ın ayrılığı/bölünmeyi savunan Müslüman Birliği’ne Mevdudi’nin süreç içerisinde yakınlaştığı anlaşılıyor. Gerçi Mevdudi sonraları İngiliz yanaşması bu kadronun laik-seküler karakterini fark ediyor ancak bu ortamda Mevlana Ebul Kelam Azad, Muhammed Hamidullah, Mevdudi gibi öncü şahsiyetler arasında yapıldığı rivayet edilen toplantı, onun birlik-bölünme seçenekleri arasında nihai olarak hangi tercihte bulunduğuna da ışık tutmakta. Mevdudi’nin durum değerlendirmesi yaparak şartların ayrılıkçı Müslüman Birliği’nin lehine olduğunu belirttiği ve bunların öncülüğünde bir Pakistan ulus-devletinin kurulmasının kaçınılmaz olduğuna dikkat çekerek; İslamcıların, kurulacak olan bu ulus-devlette muhalefete geçip sistemi ıslah etmeye çalışması gerektiğini önerdiği söyleniyor. Bununla beraber Mevdudi’nin bölünmeyi idealize ettiği, Pakistan devletinin teorisyenliğini yaptığı kesinlikle söylenemez. O, ilkesel olarak birlik ve bütünlükten yanaydı. Ancak süreç içerisinde Hindu fanatizminin Müslümanlar için çok da birlikte yaşam zemini bırakmadığının farkında olarak anın maslahatına binaen şartların ayrılmak isteyenlerden yana olduğunu ve sürecin kaçınılmaz olarak buraya doğru gittiğini savunarak Ebul Kelam Azad çizgisinden metodolojik ayrılığa düşmüştür.

Dinsel ve etnik açılardan farklılık barından zeminlerde Müslümanların siyasi gelecek tasarımlarının birliktelikten mi yoksa ayrılıktan veya bölünmeden mi yana olması gerektiği soruları bağlamında İkbal, Mevdudi ve Azad etrafında şekillenen tartışmaların Türkiye İslamcılığını neden ilgilendirdiği ve hangi sonuca götürmesi gerektiği sorusu muhasebeye değerdir. Şimdilik arka planı Hindistan-Pakistan devletlerinin oluşumu öncesinde yatan ve bir kez daha Pakistan-Bangladeş örneğinde tanık olunan bu mesele karşısında Mevdudi’nin durduğu yeri özetlemekle yetinelim. Kanaatimizce Mevdudi de tıpkı Ebul Kelam Azad gibi birlik öncelikli tasarımı aslî görüp stratejik düzlemde savunmuştur. Ancak anlaşılan o ki toplumsal maslahatın muhasebesi sonucunda Mevdudi şartların ayrılığa/bölünmeye doğru götürdüğü sonucuna ulaşmış ve arızi bir duruma işaret eden ayrılık/bölünme fikrinde karar kılmış görünmektedir.

Bu dönem boyunca saldırgan Hindu fanatizmi karşısındaki Müslüman milliyetçiliği kavim bağlarını aşan bir özellikte olduğu için Müslümanlar arasında Bengal veya Peştun gibi bir ayrım veya da iç bölünme oluşmadı. Tersine Peştunuyla Bengaliyle çoğunluğu Müslüman olan unsurlar İslam eksenli bir gelecek tasarımının arayışı içerisinde oldular. Dönemin ünlü Müslüman düşünürlerden Muhammed İkbal, Mevdudi ve Muhammed Esed’den de farklı açılardan destek alan Pakistan devleti modeli bu arayışın bir tezahürü olarak öne çıktı.

Ne var ki kadim Hindistan’da emperyalizmin yol açtığı sorunları şartlar her ne olursa olsun yine emperyalizmin Balkanlaştırma sendromuna tutulmadan aşmaya çalışan insanlar da vardı. Mesela Hindular kanadından Gandi ve sonrasında Nehru bu öncü şahsiyetlerden idi. Bu dönemde İngiliz emperyalizmi için en önemli kriz merkezlerinden birisi olan Mevlana Ebul Kelam Azad da İslami cenahtan öne çıkan en önemli öncü isim oldu. Maalesef ki çağdaş İslami hareket ne fikri düzlemde ne de siyasi mücadele metodolojisi bağlamında Ebul Kelam Azad’ı yeterince işleyememiş, yiğidin hak ettiği değeri verememiştir.

Kadim Hindistan’ın birliğini savunan ve öncelikli sorun olarak İngiliz emperyalizminin varlığını gören Gandi ve Mevlana Ebul Kelam Azad gibi şahsiyetlerin çabalarının dönemin konjonktürü içerisinde çok da karşılığı olmadı. Bölgesel ve küresel konjonktür ayrılık/bölünme stratejisini savunanların lehine idi. Ve bu durum bölgedeki vesayetini dolaylı yollardan muhafaza etmek isteyen İngiliz emperyalizminin arzuladığı yönde bir gelişmeydi. Sorunların karmaşıklaştığı, emperyalist işgal yetmiyormuş gibi bir de Hindu fanatizminin saldırılarının yol açtığı infial hali psikolojik olarak tepkisel-milliyetçi davranışı kışkırtıyor ve akl-ı selimi engelliyordu. Bu nedenle olsa gerektir ki İngiliz emperyalizmine karşı destansı bir siyasi savunmayla tarihe geçen Mevlana Ebul Kelam Azad’ın şartların ayrılık veya bağımsızlık kulvarına sürüklediği İkbal, Mevdudi vb. şahsiyetleri memnun etmeyen gelecek öngörüsü dönemin Pakistan Müslümanlarınca yeterince anlaşılamadı. Anlaşılamadığı gibi bu tutumun halen bugün de Türkiye ve dünya Müslümanları tarafından hak ettiği ölçüde muhasebesinin yapıldığını söylemek zor.

Ne tevafuktur ki dün Mevdudi gibi öncü şahsiyetlerin zıttı yönde Mevlana Ebul Kelam Azad’ın kadim Hindistan’ın bölünmesine karşıt zeminde edindiği tavrın aynısını, Pakistan’ın bölünmesi sürecinde Mevdudi’nin Cemaat-i İslami’sinin Doğu Pakistan (bugünkü Bangladeş) kolu tarafından tekrarlandığına şahit olunacaktı. Doğu Pakistan’ın Bangladeş adıyla Pakistan’dan kopma fikrinin gündeme geldiği vasatta çağdaş İslami hareketin öncü isimlerinden Gulam Azam liderliğindeki Cemaat-i İslami’nin Bengal kolu bağımsızlık daha doğrusu ayrılık veya bölünme fikrine karşı çıktı. Cemaat-i İslami’nin edindiği bu siyasal tutum ve yöneldiği gelecek tasavvuru, bu noktada dün Mevlana Ebul Kelam Azad’ın Pakistan’ın kuruluşu sürecinde ortaya koyduğu tutumu çağrıştırıyor.

Hindistan ve İngilizlerden destek alan ayrılık yanlısı seküler-sosyalist Bengal milliyetçiliğinin zaferiyle sonuçlanan Bangladeş’in devletleşmesi ve müteakiben Pakistan’la birlikteliği savunan kesimlere karşı girişilen siyasal izolasyon siyaseti, iki farklı gelecek tasarımına sahip olan siyasal-ideolojik çizgilerin yansıması olmaktadır. Halklar arasındaki doğal ayrılıklardan doğan hakları İslam kardeşliği ve adaletinin sunduğu ölçüler çerçevesinde birlikteliğe dönüştürme ve ortak-birleşik bir gelecek inşa etme öncelikli İslami tavır ile Bengal milliyetçiliğine yaslanan ve Bangladeş’i seküler-sosyalist bir doğrultuda inşa etmeyi amaçlayan tavır… Bu tavırlar iki ayrı toplum, sistem ve gelecek tasarımını işaret etmekte. Ve Bangladeş ulus-devletinin kuruluşundan itibaren toplumsal ve siyasal kutuplaşmanın da, egemen elitlerin kışkırtması sonucunda yaşanan gerilimin de temel sebebi bu farklılaşan gelecek tasarımlarından ileri geliyor.

Bölünmenin Müslümanlara Getirdikleri

İki asrı aşkın bir süre boyunca İngiliz emperyalizminin işgali altında kalan kadim Hindistan’ın, Pakistan-Hindistan şeklinde bölünmesinin sonuçları acı oldu. Bu acıları daha çok yaşayan taraf ise maalesef tam da Mevlana Ebul Kelam Azad’ın tahmin ettiği yönde Hint alt kıtası Müslümanları idi. Daha 19. yüzyılın başlarından itibaren Müslümanların kurucu inisiyatifinde başlayan Hindistan’ın emperyalizme karşı bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesi, emperyalizmin Balkanlaştırma siyasetinin ve bu siyasetin bir kısım Hindu ile Müslüman unsur arasında karşılık bulmasının sonucu olarak büyük oranda istikamet bozumuna uğradı. Sonuç olarak paketten Hindistan-Pakistan şeklinde bölünmüş ve birçok soruna gebe bir netice çıktı. Bu sonucun acılarını başta bugünkü Hindistan-Pakistan ulus-devletleri olmak üzere ikisi arasında sıkışan Keşmir doğrudan; Afganistan, Burma gibi bölgeler de dolaylı olarak yaşamakta.

Ayrılıkçılığı savunan Hindu, Peştun-Bengal ve İngilizlerin de kışkırtmasıyla Kadim Hindistan’ın bazı bölgelerinde yoğunlaşan kanlı çatışmaları fırsata çeviren emperyalizmin son genel valisi Lord Mountbatten, 14 Ağustos 1947'den itibaren Hindistan'ın bağımsız olduğunu; ancak ikiye bölündüğünü ilan etti. Gelişmelerin derinliğini ve muhtemel sonuçlarını önceden kestiren ve stratejik bir gelecek tasarımı olarak birliği savunan gerek Ebul Kelam Azad gerekse de Gandi’nin uyarıları maalesef yeterince karşılık göremedi. Hamaset, dar iktidar hırsı, muhatabını bir kaşık suda boğmaya şartlanmış milliyetçi fanatizm akl-ı selime üstün geldi.

Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi bir ülkeyi iki parçaya bölmek çok zor bir işti. Etnik ve dinsel açıdan alabildiğine bir mozaik görüntüsü yansıtmakla birlikte gerek coğrafi, gerek tarihsel, gerek sosyal-insani ilişkiler gerekse de kültürel açıdan iç içe geçmiş Hindistan gibi bir bölge için ise bunun hayli zorlukları vardı. Bazı bölgelerde Hindu veya Müslüman çoğunluğunun varlığından söz edilebilirdi. Ancak hemen yakındaki bir başka yerde nüfusu eşit bölünen ya da geniş bir alandaki ezici bir çoğunluğun ortasında bir ada gibi kalan yerlerin nasıl bölüşüleceği belli değildi. Bütün Müslümanların, Hindulardan tamamıyla ayrılmasının imkânsızlığını gösteren acı bir gerçek; Hindistan'ın kendi içinden Pakistan gibi Müslüman bir ülke çıkardıktan sonra bile hala dünyanın en kalabalık üçüncü Müslüman nüfusu barındırıyor olmasıydı. Sadece Endonezya ve Pakistan’ın Hindistan'dan daha büyük bir Müslüman nüfusa ev sahipliği yaptığı söylenmektedir.

Daha ilginci, bölünmeyle birlikte ortaya çıkan Pakistan devletinin doğuda ve batıda iki ayrı bölgeye yerleşmiş, arasında binlerce kilometre uzaklığı olan garip bir yapıda olmasıydı. Bu gariplik, 25 yıl sonra Doğu Pakistan'ın Bangladeş'e dönüşmesi sonucunu doğuracaktı.

Son İngiliz Genel valisi olan Lord Mountbatten, 14 Ağustos 1947'den itibaren ayrılıkçı unsurların lehine olarak Hindistan'ın bağımsız olduğunu; ancak ikiye bölündüğünü ilan etti. Daha bu duyurudan itibaren sınır kavgalarına tutuşan siyasi seçkinler, bölünme hattının geçeceği yer hakkında sonu gelmeyen tartışmalara başladı. Bu konuda anlaşmaya varılması en zor olan yerler Bengal ve Pencap bölgeleri oldu.

Bölünmenin Müslümanlar açısından nelere mal olduğunun daha doğrusu etnik milliyetçi bölünme taraftarlarının Müslümanlara neler vaat ettiği sorusunun cevabını Pakistan pratiğinden daha önce almıştık. Bangladeş’te ise bu sorunun cevabı Abdulkadir Molla’nın akıbetinin de gösterdiği gibi idam olarak karşımıza çıkmaktadır.

İnsani ölçekte bölünmenin nelere mal olduğunu ise gerek ülkelerin kendi aralarında gerekse de birbirleriyle yaşamakta oldukları savaşlar, iç çatışmalar, kanlı darbeler, dibe vuran yoksulluk ve sefalet, eğitimsizlik vb. yürek yakan hususlar özetlemektedir.

Pencap'ta paralel milliyetçiliklerin sebep olduğu mücadele çok kanlı boyutlara ulaşmıştı. Burası, ülkenin en verimli topraklarının bulunduğu bir bölge idi. Pencap'ta Müslümanlar % 55, Hindular % 30 oranında idi. Aynı zamanda Sikh dininin merkezinin burada olması ve Sikh nüfusun da çok kalabalık olması bu bölge üzerindeki anlaşmaları çok zorlaştırmıştı. Sonuçta, tüm Hindistan'da Müslümanlar kuzeye (Pakistan'a) doğru; Pakistan sınırları içinde kalan Hindu ve Sikhler de Hindistan'a doğru göç etmeye başlamışlardı. Pencap'ta sınır, bölgenin en önemli iki merkezinin arasından geçirilmiş ve Amritsar Hindistan'da kalırken Lahor, Pakistan'ın olmuştur.

İnsanlık tarihinin belki de en korkunç kitle çatışmaları burada yaşanmıştır. Trenler dolusu insan yer değiştirirken karşı grubun bölgesinden geçmek zorunda kalmış ve her iki taraf kanlı saldırılarla öç almaya çalışmıştır. Güvenliği sağlamaya çalışan ordu birlikleri, çoğunlukla kendi din yandaşlarının tarafını tutarak katliamlara katılmış, bu da her iki tarafın kinini arttırmıştır. Bu dönemde Pencap'ta 10 milyon kadar insanın yer değiştirmiş olduğu, buna karşılık olarak 250 bin kişinin hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Tüm Hindistan'daki kayıpların 500 bin olduğu ve Bangladeş’tekiler de dahil edildiğinde bu sayının 1 milyonu aşacağı sanılıyor.

Hindistan-Pakistan fitne sürecinde iki unsur arasında sıkışan tampon bölgelerden Pencap’ta (Beşsu) tam bir insani trajedi yaşandı. Bu kamplaşmanın doğurduğu Keşmir sorunu halen de kanayan bir yara. Bırakalım kadim Hindistan’ı, sonrasında Bengal-Peştun Müslümanların kendi aralarında bile bir örnek birliktelik modeli tutturamamasının acısını bugün Pakistan ve Bangladeş Müslümanları birlikte yaşıyor. Afganistan, Veziristan sorununun çözümsüzlüğü de biraz buradan ileri geliyor. Zamanında Gandi-Azad çizgisi ısrarla geliştirilseydi belki bugün Hindistan, Pakistan, Afganistan, Veziristan, Bangladeş, Keşmir’in durumu bambaşka olur; bölgede ve dünyada ağırlığı olan bir siyasal model oluşmuş olurdu. Ve hatta bunun Sri Lanka, Tacikistan, Uygur ve Bangladeş’in kendileri için tek nefes borusu olduğu Burma Müslümanları üzerinde de birçok olumlu etkisi olurdu. Ama maalesef siyasal sınırlarla kalmayıp zihin dünyasında da yer edinip derin yaralar açan ayrılıkçılık fitnesi veya da self-determinasyon aldatmacasının çekiciliği daha ağır bastı.

Etnik Milliyetçilere Bir Armağan Olarak Bangladeş

Batı ve Doğu Pakistan arasında Hindistan’ın bulunması ülkenin iki kısmı arasındaki bağlantıyı kesmekteydi. Doğu Pakistan'ın elinde kalan toprakların İngiliz işgalcilerin özellikle ihmal ettiği topraklar olması da, zaman içinde çeşitli problemlere yol açmıştır. Ayrıca Doğu Pakistan halkı çoğunlukla Bengalce, Batı Pakistan halkı ise Urduca konuşmaktaydı.

Bengalcenin bir ara yasaklanması ve ekonomik kaynaklarının paylaşımı konusu, 1971 yılında iki Pakistan'ı bir iç savaşa götürmüştür. Pakistan siyasi elitlerinin Bengal eyaletinde Bengalceye getirdiği bu anlamsız yasaklamanın, öteden beri var olan etnik Bangladeş milliyetçiliğinin toplumun önemli bir kısmında karşılık bulmasına sebep olduğu söylenmektedir. 28 Kasım 1969'da meclis üyelerinin teşkili için yapılan seçim çalışmalarında Bangladeş ulusal hareketi önderi Şeyh Mucibur Rahman ve onun Avami Ligi seçim propagandalarını Doğu Pakistan'a muhtariyet vaadi üzerine kurmuştu. Şeyh Mucibur Rahman'ın liderliğindeki Avami Partisi giderek güçlenmiş ve özerklik talep etmeye başlamıştır. Mucibur Rahman ülkeyi bölmeye çalıştığı gerekçesiyle tutuklanmıştır. Bu husus darbeyle başa gelen Eyüb Han yönetimine halkın duyduğu tepkiyi daha da artırmıştır. Tepkiler üzerine Şeyh Mucibur Rahman Şubat 1969'da serbest bırakılmış, Aralık 1970'te yapılan seçimler sonucunda Avami Partisi 313 sandalyeden 167'sini kazanmıştır. 1 Mart 1971'de Millet Meclisinin teşkili ertelenmiş daha sonra da meclis süresiz kapatılmıştır.

Mucibur Rahman 7 Mart 1971'de Doğu Pakistan’ı Batı Pakistan’dan ayıran bağımsızlık hareketini başlatmıştır. Yaklaşık üç hafta sonra 26 Mart'ta Şeyh Mucibur Rahman, Bangladeş adıyla bağımsızlık ilan etmiş ve halkı, Pakistan ordusuna karşı savaşmaya çağırmıştır. Bu açıklamasının ardından tutuklanarak Pakistan'a götürülmüş ve askerî mahkemede yargılanmıştır.

Akabinde bağımsızlık mücadelesi başlamış ve on ay sürmüştür. Bu esnada durumu fırsat bilen Hindistan da olaya karışarak müdahale etmiş, bunun sonucunda Hindistan-Pakistan savaşı başlamıştır. 1971 Aralık ayında savaş bittiğinde Hindistan, Doğu Pakistan'ın büyük bir bölümünü işgal etmiş ve burayı iki hafta kadar kontrol altında tutmuştur. Pakistan birliklerinin Hindistan kuvvetlerine teslim olduğu 16 Aralık 1971 günü de Bangladeş Devleti’nin kuruluşu resmen ilan edilmiştir.

Yapılan savaşta üç milyon Bengalin öldürüldüğü, iki yüz bin kadına tecavüz edildiği ve süreçte gazeteci, öğretmen gibi entelektüellerin özellikle öldürüldüğü iddia edilmektedir. Nice vaatlerle ağırlıklı olarak Peştun-Bengal kavimlerine ve Müslüman unsurların kurucu önderliğine dayanarak kurulan “Pak İnsanlar Devleti”/Pakistan’ın hiç de adındaki iddiaya yakışır bir sosyal-siyasal model oluşturamadığı ve kuruluşundan kısa süre sonra parçalanmaktan kurtulamadığı anlaşılmaktadır. Ve yine anlaşılmaktadır ki Bangladeş’le bölünme sonucunu doğuran sorunlarda öncelikli sorumlu taraf Pakistan ulus-devleti olmuştur. Durumdan zaferle çıkan Bangladeş milliyetçiliği ise ancak bir sonuç olup Pakistan yönetiminin anlamsız uygulamaları ve de objektif koşullar onun elini güçlendirmiştir. Öte yandan Bangladeş projesinin nihai kertede duruma müdahil olan Hindistan’ın aslında kendisinin işbirlikçisi Mucibur Rahman’a bir armağanından ibaret olduğu da açık. Başka bir deyişle Hindistan ve Pakistan nasıl ki İngilizlerin ulus inşası siyasetinin sonuçları idiyse, aynı şekilde Bangladeş de bir Hint ulus inşası siyasetinin tezahürü idi.

Kuruluş Sonrası Siyasi Panorama

22 Aralık 1971 tarihinde Mucibur Rahman'ın liderliğinde Bangladeş Halk Cumhuriyeti kurulmuş ve Hindistan ülkeyi terk etmiştir. Mucibur Rahman ve Avami Ligi’nin iktidara gelmesiyle karışıklıklar dinmemiştir. 15 Ağustos 1975'te yapılan darbe ile Mucibur Rahman, Hindistan’da bulunan şu anki başbakan olan kızı Hasina ve kız kardeşi dışında bütün ailesi ile birlikte öldürülmüştür. İdareyi Kandahar Mustak Ahmed ele almış, 3 Kasım 1975'te Dakka garnizon komutanı Tuğgeneral Halid Müşerref, Mustak Ahmed'i devirmiştir. Ancak kendisi iktidarda sadece dört gün kalabilmiştir.

7 Kasım 1975 tarihinde General Ziyaür Rahman bir darbe ile Halid Müşerref'i devirmiştir. 1977 yılında yapılan seçimleri Ziyaür Rahman kazanmıştır. Ancak bu kez de 30 Mayıs 1981 tarihinde bir grup subay ve askerî birlik başarısız bir darbe yapmışlardır. Ziyaür Rahman'a bağlı birlikler darbeyi bastırmışlarsa da darbe esnasında, Ziyaür Rahman öldürülmüştür. 15 Kasım 1981'de seçim yapılmış ve Milli Birlik Partisi lideri, öldürülen Ziyaür Rahman'ın yardımcısı Abdüssettar, oyların % 66'sını alarak devlet başkanı olmuştur.

Ancak siyasi istikrar yine temin edilememiş ve kargaşa bitmemiştir. Genel Kurmay Başkanı Muhammed Erşad, askerî bir darbe ile Abdüssettar'ı devirerek yönetime el koymuş, askerî yönetim iki sene iş başında kalacağını ilan etmiştir. 21 Mart 1985'te yapılan referandumda Erşad'ın devlet başkanlığında kalması onaylanmıştır. Muhammed Erşad'ın geniş çaplı kitle gösterileri neticesinde istifa etmesi üzerine 6 Aralık 1990 senesinde Şahabeddin Ahmed devlet başkanlığına vekâleten getirilmiştir. 19 Eylül 1991 senesinde yapılan seçimleri kazanan (Ziyaür Rahman'ın dul eşi) Halide Ziya başbakan olmuştur. Ülkede siyasi karışıklıklar sonrası en son 2008 yılı seçimlerinde Avami Ligi başkanı Hasina’nın başbakanlığında hükümet kurulmuştur. Cemaat-i İslami başta olmak üzere dün Pakistan’la birlikteliği savunan muhalefete yönelik “ihanet-i vatan” davası da bu dönemde başlamıştır.

Bangladeş’te Siyasal Yapı ve İslamcıların Konumu

160 milyona varan nüfusuyla dünyanın en kalabalık ve fakir ülkelerinden biri olan ve Hindistan ile Pakistan ulus-devletleri arasındaki siyasal rekabetin/anlaşmazlığın yansımasını bulduğu bir ülke olarak bilinen Bangladeş, bugün bir kez daha gerginliğe eklemlenmiş durumda. Doğu Pakistan olarak da bilinen Bangladeş, Pakistan’a karşı Hindistan’a yaslanan bir kısım etnik Bengal milliyetçisinin kışkırttığı kanlı bir iç savaş sonucunda 1971 yılında Pakistan’dan ayrılmıştır. Pakistan’la ayrılma yaşayan ve resmi olarak nüfusunun yüzde 98’inin Müslüman olduğu kaydedilen Bangladeş’in bağımsız bir ulus-devlet olması onun sorunlarını çözmediği vakıa. Ülke, kurulduğu 1971’den bugüne çeşitli askeri darbeler, geçiş yönetimleri, olağanüstü hal uygulamaları ve belli aktörlerin/ailelerin vesayetinde alabildiğine zayıflamıştır.

Bangladeş’in iktidar elitlerinin ortak paydası milliyetçilik, sosyalizm ve sekülerizm olarak kaydediliyor. Hasina’nın aileden gelme karizmatik önderliği altında şekillenen ve “Büyük Koalisyon” şeklinde tanımlanan bu hâkim blok, kendisine rakip ve hatta düşman olarak İslamcıları görmektedir. Rakiplerini siyasi alandan izole etmenin bir aracı olarak da bağımsızlık mücadelesi sürecindeki eski defterleri sürekli açma yolunu tutmaktadır. Bangladeş’in siyasi elitleri, rakiplerini pasifize etmek için intikamcı bir mantıkla davranmaktan ve bu eski defteri sürekli olarak bir şantaj aracı kılmaktan geri durmamaktalar. Şunu da belirtmekte yarar var ki seküler ulusçuluk, sosyalizm ve İslam/cı karşıtlığı paydasında birleşen bu hâkim unsurlar yalnızca İslamcıları değil, yanı sıra muhafazakâr-milliyetçileri de aynı tehdit konseptinde değerlendirmektedir. Bu nedenle İslamcılara atılı suçlamaların aynısını muhafazakâr-milliyetçi Bangladeş Milliyetçi Partisi (BNP) isimli oluşuma da teşmil etmektedirler.

Büyük Koalisyon: Mevcut konjonktürde, Bangladeş’te iki büyük siyasal akımın mücadele içerisinde olduğu söyleniyor. Bunlardan birincisi, iktidarda bulunan ve Başbakanlık koltuğunda oturan Şeyh Hasina Vecid’in liderliğini yaptığı “Büyük Koalisyon”dur. Bu koalisyonun en önemli parçası ise, Bangladeş’in Pakistan’a karşı yürüttüğü savaşın en önemli yürütücüsü olan Avami Ligi’dir. Bangladeş’in ilk devlet başkanı olan ve 1975’te bir askeri darbe sonucu devrilerek öldürülen Mucibur Rahman’ın kızı olarak bilinen Şeyh Hasina Vecid, başbakanlığın yanı sıra, 1981 yılından bu yana Avami Ligi’nin de liderliğini yürütmektedir. Avami Ligi’nin önderliğinde teşkilatlanmış olan ve 2008 yılında iktidara gelen Büyük Koalisyon’un üzerinde uzlaşıya vardığı birleştirici unsurlar ise Bengal milliyetçiliği, sosyalizme dayalı ekonomik program ve laiklik/sekülerizmdir. Avami Ligi’nin yanı sıra, eski bir asker olan ve 1982 yılında gerçekleştirdiği darbe ile iktidarı ele geçirmiş Hüseyin Muhammed İrşad tarafından 1986 yılında kurulmuş Jatiya (İrşad) Partisi de iktidar koalisyonunun içerisinde yer almaktadır. Jatiya (İrşad) Partisi, milliyetçi ve otoriter bir siyasal anlayışa yaslanmaktadır. Jatiya’nın yanı sıra Jatiyo Samajtantrik Dal (Bengal Nasyonal Sosyalist Partisi) de Avami Ligi’nin önderliğindeki koalisyonun önemli parçalarından biridir. Adından da anlaşılabileceği gibi, bu parti de milliyetçilik ve sosyalizmin otoriter yönetim kalıpları çerçevesinde işlerliğe kavuşturulmasını arzulayan bir harekettir. Büyük Koalisyon’un bir diğer destekçisi ise, Bangladeşli komünistler tarafından kurulmuş olan İşçi Partisi’dir. Şeyh Hasina’nın önderliğinde buluşan bu partilerin en önemli özelliği, İslam’ın devlet yönetimindeki hâkimiyetini savunan “Siyasal İslam”ı reddetmeleri, laik-seküler eksende düşünülmüş bir Bengal milliyetçiliğine yaslanmaları ve Hindistan ile geliştirdikleri iyi ilişkilerden hareketle esinlendikleri sosyalizmi benimsemiş olmalarıdır. Pakistan’a karşı yürütülen savaşın en önemli parçası olan Avami Ligi’nin önderliğinde buluşan bu koalisyon, Pakistan’ın, Bangladeş’teki siyasal etkinliğine karşı çıkmakta ve ülke içerisindeki İslamcıları da, İslam ve İslamcılarla barışık olan milliyetçi-muhafazakâr Bengal milliyetçilerini de Pakistan’ın işbirlikçisi olarak görmektedir.

18 Parti Koalisyonu: Bangladeş’te bugün itibarıyla muhalefette yer alan ve liderliğini Bangladeş Milliyetçi Partisi’nin (BNP) yaptığı siyasal koalisyon ise irili ufaklı 18 partiden oluştuğu için 18 Parti Koalisyonu adını taşımaktadır. Nisan 2012’de oluşturulmuş olan bu koalisyonun liderliğini Bangladeş Milliyetçi Partisi’nin de lideri ve ülkenin eski devlet başkanlarından Ziyaur Rahman’ın eşi olan Begüm Halid Ziya yapmaktadır. Bangladeş Milliyetçi Partisi, 1978’de kurulmuştur. Avami Ligi ile birlikte ülkenin en büyük iki partisinden biri olan bu oluşum, en sonuncusu 2001-2006 yılları arasında olmak üzere 3 iktidar döneminde Bangladeş’i yönetmiştir. Bangladeş Milliyetçi Partisi de Avami Ligi gibi milliyetçi bir tabana hitap etmektedir. Ne var ki, bu partinin milliyetçiliği İslam’ı dışlamaz ve milliyetçi-muhafazakâr bir söylem çerçevesinde betimlenir. Liberal bir ekonomi politikasından yana olan Bangladeş Milliyetçi Partisi, liderliğini yaptığı 18 Parti Koalisyonu’nu da kendi anlayışına yakın ya da paralel partilerden oluşturmuştur. 18 Parti Koalisyonu’nun temel hedefi; grevler, sokak gösterileri ve sivil itaatsizlik girişimleri ile Şeyh Hasina hükümetini devirmek ve Bangladeş’i Hindistan’dan uzaklaştırarak, Pakistan’a yakınlaştırabilmektir. 18 Parti Koalisyonu, esasen, Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılmasını istemeyen ve ülkenin özellikle dış politika uygulamaları açısından Pakistan ile birlikte hareket etmesini arzulayan siyasal aktörlerden oluşuyor. Zaten Bangladeş Milliyetçi Partisi’nin savunduğu milliyetçilik de Bengal milliyetçiliği değil, İslam ortaklığına dayalı bütüncül bir Pakistan-Bangladeş ittifakı çerçevesinde betimlenebilir. Geçtiğimiz günlerde idam edilen Abdulkadir Molla’nın genel sekreter yardımcılığını yaptığı Cemaat-i İslami Partisi de, İslam’ı referans olarak alan ve Pakistan ile Bangladeş’in İslam Şeriatı çerçevesinde birlikte yönetilmesini savunan anlayışı ile Bangladeş Milliyetçi Partisi’nin kurguladığı siyasal koalisyonun içerisinde yer almaktadır.

Cemaat-i İslami’nin Konumu: Cemaat-i İslami’nin Bengal bölgesindeki varlığı Bangladeş ulus-devletinin kuruluşundan daha kadimdir. Cemaatin bölgedeki siyasi liderliğini uzun bir dönem boyunca İslam dünyasının tanınmış aydınlarından Gulam Azam yapmıştır. Avami Ligi’nin öncü çabalarıyla kışkırtılan Bangladeş etnik milliyetçiliği ve bu milliyetçi cereyanın Pakistan’la giriştiği kanlı mücadelenin siyaseten en büyük kaybedeni Cemaat-i İslami olmuştur. Cemaat-i İslami kendisini ansızın milliyetçi cendere içerisinde bulmuştur. Hareket, Bengal-Peştun halkları arasındaki etnik farklılıklardan kaynaklanan sorunların ve yanı sıra idari parçalanmanın pekiştirdiği problemlerin Hindistan tarafından istismar edildiğinin farkındalığıyla davranmış, etnik milliyetçilik ve onun kışkırttığı ayrılıkçı gelecek stratejisinin Bangladeş ve Pakistan’ın Müslüman halklarına bir hayır sunamayacağını savunmuştur. Yapılması gerekenin Pakistan devletini kuruluş ilkeleri doğrultusunda İslami yörüngede ıslah etmek ve etnik farklılıkları federasyon formu içerisinde İslam kardeşliği ve adalet ilkeleri temelinde bir arada tutmaktı. Bu, aynı zamanda Cemaat-i İslami’nin genel merkezinin de gelecek programının özüydü. Cemaat-i İslami’nin Bangladeş kolu, “bağımsızlık savaşı” olarak tanımlanan süreçte daha sonradan işbirlikçi, hain vb. suçlamalara maruz kalabileceğini de göze alarak ilkesel davrandı ve etnik Bengal milliyetçiliğine itibar etmedi. Bağımsızlık sonrası, bugünkü başbakan Şeyh Hasina’nın babası Mucibur Rahman’ın önderliğini yaptığı Avami Ligi tarafından yasadışı ilan edilen ve liderleri Pakistan’a sürgüne giden Cemaat-i İslami, Mucibur Rahman’ın 1975 yılında devrilmesi ve General Ziyaur Rahman’ın yönetimi devralması sonrası yeniden yasal bir parti haline gelmiştir. Cemaat-i İslami, daha sonraki dönemlerde, Ziyaur Rahman tarafından kurulan ve Bangladeş’in en önemli iki partisinden biri olarak bilinen milliyetçi-muhafazakâr Bangladeş Milliyetçi Partisi’nin ve tabii ki Begüm Halid Ziya’nın en önemli siyasal destekçilerinden biri haline gelmiştir. Hatta bu parti tarafından kurulan hükümetlerde Cemaat-i İslami partisinin bakanlık düzeyinde temsil olanağını bulduğu da söyleniyor. Bütün baskılara rağmen cemaatin bugün bütün ülkeye yayılmış durumda olduğu ve gücünün göz kamaştırdığı kaydediliyor. Bütün illerde ve ilçelerde şubeleri var. Ayrıca öğrenci dernekleri, meslek kuruluşları, yardım kuruluşları, davet grupları vs. vasıtasıyla bütün ülke genelinde sesini duyuruyor. Kitaplar ve periyodik yayınlar yayınlıyor. Konferanslar, sempozyumlar, açıkoturumlar düzenliyor. Değişik zamanlarda yaşayan tabii felaketlerde de sistemli yardım çalışmaları yürüttüğü ve felaketlerden zarar görenlerin çoğuna yardım ulaştırdığı belirtiliyor. Siyasi faaliyetlere de girerek en son genel seçimlerde üyelerinden 20 kişiyi parlamentoya soktu. İktidar bloğunun üyesi olan solcu ve etnik milliyetçi partiler Cemaat-i İslâmi'nin çalışmalarının engellenmesi için kanun çıkarma girişiminde bulundukları ancak cemaatin toplumdaki gücü ve arkasındaki kitle desteğinin bu amaçlarını gerçekleştirmelerine engel teşkil ettiği kaydediliyor. Bununla birlikte hükümet, cemaatin çalışmalarını değişik yollarla engellemeye çalışıyor. Ayrıca iktidar bloğunun ortağı solcu militanların zaman zaman cemaat üyelerine ve kuruluşlarına yönelik saldırıları oluyor. Bangladeş'te Tebliğ cemaatinin çalışmaları da var. Ancak bu cemaat siyasi faaliyetlere girmiyor.

Bengal Milliyetçiliğinin İslamcılara Armağanı: “İhanet-i Vatan” Davası

1973’te Pakistan askerlerinin yargılanması için “1973 ACT” yasası çıkartılmış. Bu yasa gereğince 195 Pakistan askeri yargılanmış ancak 1974’te Pakistan’ın Bangladeş’i tanıması üzerine bunların tümü serbest bırakılarak dosya kapatılmıştır. Sonrasında ise Cemaat-i İslami ve bölünme karşıtı diğer muhaliflerin siyasi izolasyonu amacıyla “ihanet-i vatan” dosyası tedavüle sokulmuştur.

Konuyla uluslararası ölçekte ilgilenen insan hakları aktivistleri 1972 yılında Pakistan askerlerini ve onlara yardım ettikleri iddia edilen sivil Bengal vatandaşlarının yargılanması için bir yasa çıkartıldığını belirterek, pek çok kişinin bundan dolayı tutuklandığını kaydediyorlar. 1973 Kasım ayında öldürme, tecavüz ve kundakçılık gibi ciddi suçlar hariç genel af ilan edilmiş, tutuklananların ve suçlananların çoğu serbest bırakılmıştır. Tecavüz ve kundakçılık gibi ciddi suçlarla yargılanmasına devam edilenlerin ise çoğu beraat etmiştir.

1973 Nisan ayında tamamı Pakistan ordusuna mensup 195 savaş suçlusunu yargılamak üzere “1973 Act” olarak bilinen yasa Bangladeş parlamentosunda kabul edilmiştir. Savunma avukatlarının ve ana muhalefet partisi BNP’nin verdiği raporlarda ifade edildiğine göre bu kanun, özel olarak sadece Bangladeş vatandaşı olmayan Pakistan askerlerinin yargılanması için çıkartılmıştır. Nihayet hükümet savaştan sonra mahkeme kurarak mezkûr suçlarla suçlanan 195 Pakistan askerini yargılamıştır. Pakistan, Bangladeş’i 1974 yılında tanımış, bağlı olarak yargılanan Pakistan askerleri de genel af sonrası ülkelerine gönderilmişlerdir.

Ancak bu “ihanet-i vatan” dosyasının bu kez açık bir siyasi rövanşizm edasında Cemaat-i İslami’nin de içerisinde bulunduğu muhalefet aktörlerinin etkisizleştirilmesi amacıyla yeniden tedavüle sokulduğu anlaşılmaktadır.

Kaldı ki Bangladeş Başbakanı Hasina Vecid'in 2008 yılındaki seçim kampanyası sırasındaki en büyük vaadi de “savaş suçlularının yargılanacağı” yönünde olmuştur. Şeyh Hasina Vecid'in seçilmesinin ardından bir yıl içinde dava süreci başlatılmıştır.

İnsan hakları aktivistleri Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesinde muhaliflerin yargılanmasına gerekçe gösterilen Pakistan’a karşı bağımsızlık savaşının 1971 yılında gerçekleştiğine dikkat çekerek, aradan geçen uzun zaman zarfınca muhalefet partileri Cemaat-i İslami ve BNP üyeleri hakkında daha önce dava açılmadığını kaydetmekte. Bunca yıl sonra söz konusu davanın açılmasının garipliğine dikkat çeken aktivistler, bunun hukukî olmaktan uzak bir dava olduğunun altını çizmişlerdir.

“İhanet-i Vatan” davasından yargılananlar ana muhalefet partisi BNP ve Cemaat-i İslami partisi yöneticileri, eski bakan ve milletvekilleridir. 91 yaşında olan Gulam Azam dışındaki sanıklar, bu savaş esnasında öğrencidir.

Bangladeş hükümeti, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesinde yargılananları, “Pakistan askerleriyle işbirliği yaparak yaklaşık 3 milyon kişinin ölümüne, 200 bin kadına tecavüz edilmesine, milyonlarca kişinin evlerini terk etmesine” sebep olmakla suçlamakta; Gulam Azam’ın da bu suçlananlara önderlik ettiğini iddia etmektedir.

Gulam Azam, 1957 yılında Doğu Pakistan Cemaat-i İslami Partisi'nin genel sekreteri olmuştur. 1964 yılında Pakistan Devlet Başkanı Eyüp Han, Cemaat-i İslami Partisi'ni yasaklamış ve Azam bir kez daha hapse atılmıştır. Hapisten çıktıktan sonra Eyüp Han'ın askeri yönetimine karşı tüm siyasi partilerin direnişine öncülük yapmıştır.

Sanık avukatlarının beyanına göre, Prof. Dr. Gulam Azam 1971'de başlayan Bangladeş’in Pakistan’a karşı bağımsızlık savaşına destek vermemiştir. Savaşın Doğu Pakistan'ın sorunlarını çözeceğine inanmadığını beyanla Müslümanların bir kez daha bölünmesinin zararlarına dikkat çekmiştir. Komşusu Hindistan'ın desteği ile bağımsızlık kazanmasının Bangladeş'i dolaylı olarak Hindistan’ın kontrolüne sokacağı endişesini dile getirmiş, bağımsızlık savaşı sırasında da 'Birleşik Pakistan' yönündeki kampanyasına devam etmiştir. Pakistan ordusu tarafından Bangladeş halkına uygulanan şiddete tepki göstermiş, saldırıların durması için General Tikka Han da dâhil olmak üzere, Pakistan Ordusu'na sürekli çağrılarda bulunmuştur. Ancak Azam’a ve Cemaate atılı suçların hemen tümünün iftiradan ibaret olduğu bildirilmektedir.

Bangladeş’te şu an iktidar olan Avami Ligi Partisi, 2008 yılı genel seçim kampanyasında seçimi kazandığında savaş suçlularını yargılayacağına ilişkin seçim taahhüdünde bulunmuştur. Bu davanın tamamen siyasi bir rövanşizmi yansıttığını ve uluslararası hukuk normlarından uzak olduğunun altını çizenlerin tespitleri gerçeği yansıtmaktadır. Çünkü iktidar olmasının ardından hükümet 1973 tarihli Bangladeş Uluslararası Ceza Mahkemesi Kanununda yamalara gitmiştir. Hükümet, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesine (ICT) yargıç, savcı ve tahkikat komisyonu üyelerini atamıştır. 21 Mart 2010 tarihinde de Bangladeş Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi, aralarında eski bakan ve milletvekillerinin de olduğu son seçimlerde ittifak yapan iki ana muhalefet partisi (Cemaat-i İslami ve Bangladesh Nationalist Parti –BNP-) liderlerini 1971 yılında bağımsızlık savaşı esnasında Pakistan ordusuyla işbirliği yaptıkları iddiasıyla yargılamaya başlamıştır.

Süreçte Bangladeş’te muhalefette bulunan Cemaat-i İslami Partisine üye 16 binden fazla Müslümanın gözaltına alındığı ifade edilmektedir. Yine gözaltına alınan kişilere işkence yapıldığı ve hatta kayıpların gerçekleştiği de basına yanmıştır.

Sonuç olarak Bangladeş Uluslararası Ceza Mahkemesi Kanunu, 1973 yılında, Bangladeş’in bağımsızlığından sonra, Bangladeş Parlamentosu tarafından kabul edilmiştir. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi ise, 1973 yılında Pakistan subaylarının yargılanması için kurulmuş ve aradan geçen 38 yıldan sonra da, katliamı bizzat gerçekleştirdiği ileri sürülen Pakistan ordusunun subaylarına yönelik değil de, tersine Bangladeş vatandaşlarına (hatta özellikle de politik kimlikleri olan kişilere) teşmil edilmiştir. Bu nedenle aradan geçen süre zarfında söz konusu şahıslara bir suçlamada bulunulmamış, yargılanmamışlardır. 2009 yılında ise bu kanun Parlamento tarafından yapılan değişiklikle günümüzdeki haline getirilmiştir.

Bugün Bangladeş zindanlarında hukuki kılıflara uydurulmuş bu uyduruk dava yüzünden onlarca, binlerce kardeşimiz başta İslam dünyası olmak üzere uluslararası toplumun geneli tarafından unutulmuş vaziyettedir. Daha acı olanı ise ulusal sınır tanımaz çağdaş İslami hareketlerin birbirlerine karşı cahillik veya bilgisizliği sonucunda kardeşlerinin varlık ve durumundan habersiz olmalarıdır. Tıpkı Mısır’daki İhvan-ı Müslimin gibi Cemaat-i İslami de bugün ilk doğduğu topraklarda kendi ana yurdunda yok edilme politikasıyla yüz yüzedir. Bugün Türkiye basını ve kamuoyunun önemli bir kısmı hatta Müslümanlar olarak bile çoğumuz ancak Şehit Abdulkadir Molla’nın idamı sürecinde kardeşlerimizin ahvalinden haberdar olabildik. Şehit Abdulkadir Molla’nın şehadeti tam da arzuladığı yönde Bangladeş’i ve Cemaat-i İslami’yi küresel ölçekte gündemleştirmiş ve Türkiyeli Müslümanlar olarak biz de şehadetinin saçtığı bu bereketten payımıza düşeni almaktayız.

Ancak Bangladeş’teki sorunun salt Abdulkadir Molla ile sınırlı olmadığını, başta Cemaat-i İslami olmak üzere ülkedeki tüm muhalefetin bu “ihanet” dosyasıyla yüz yüze olduğunu bilmek durumundayız. Bugün Bangladeş zindanlarında bizatihi kendisi ihanet olan bu “ihanet-i vatan” davasından tutuklu bulunan ve dava sürecinden olumsuz etkilenen binlerce kardeşimiz mevcut. Yüksek bir olasılıkla uluslararası çaptaki bunca baskıya rağmen süreci adeta oldubittiye getirip Abdulkadir Molla’yı idam sehpasına götürmekten geri kalmayan Bangladeş yönetimi, bu davanın arkasını bırakmayacaktır. Bunun arkasının da geleceğinden ve sırada içeride tutuklu bulunanların olduğundan yana haklı olarak kaygı duyulmakta. 2 BNP milletvekili ve Cemaat-i İslami yöneticisi 10 önde gelen insan bugün bu davadan tutuklu olup idamı beklemektedir. Hindistan işbirlikçisi ve İslam düşmanı Bengal yönetiminin vicdanı da yok, adaleti de. Zira Cemaat-i İslami lideri 91 yaşındaki Gulam Azam’a bile ömürlük hapis vermekten geri kalmayan bir yönetimden insaf beklemek saflık olur. Bu nedenle uluslararası toplumun tepkisini harekete geçirmek ve tabi ki de kardeşlerimizin moral-motivasyonunu takviye etmek için İslamcılar olarak bizlerin istikrarlı bir eylemlilik içerisinde olması önemlidir. Bu bağlamda yoğunlaştırılabilecek eylemliliğin küresel köyde gözümüzün önünde idama götürülen kardeşlerimizin durumuna karşı sessiz kalmadığımızın Rabbimiz katındaki bir mazeret ifade etmesinin yanı sıra, ülke yönetimlerimiz üzerinde de baskı oluşturma ihtimali bulunmaktadır. Kim bilir belki zalim yönetimin süreç içerisinde geri adım atmasında bu müstakbel çabalarımızın da katkısı olabilir. Bu yüzden konuyu gündemde, tepkiyi diri tutmakta fayda var.

Şehidin Şehadetinin Gösterdikleri

Bangladeş devleti ve bu devletin Cemaat-i İslami hareketine atılı suçları, bir yönüyle aslında etnik milliyetçiliğin gücü ele geçirmesi durumunda kendisi gibi düşünmeyen hele de gelecek tasarımı itibariyle kendisine farklı düşen kesimler üzerinde girişeceği vahşetin varabileceği uç boyutları göstermesi açısından ibretamiz bir olay oldu. Yine bu bağlamda “ulusal hareket”lerin teorisinde en azından retorik düzeyinde var olan “ulusun tüm kesimlerini temsil etme” veya “ulusun tümü için olma” iddiasının ne kadar da içi boş bir yalan olduğunu göstermesi açısından da son derece önemli bir veri niteliği taşımakta. Keza her sözünün başına “ulusal birlik-bütünlük”, “ulusal çıkar” vs. kalıplarını yerleştiren ve “tüm ulus için” olduğunu iddia eden; hatta hareket düzeyinde kendisini “ulus”un içerisindeki farklı etnik ve siyasi kesimleri birleştiren bir tür şemsiye olarak sunan ulusalcı çizginin kepazeliği bir kez daha bu örnek olayda açığa çıkmıştır. Bu hareket çizgisi malum retoriğine rağmen fiiliyatta gelecek tasarımı itibariyle kendisine rakip algıladığı kesimleri muhalefette de iktidarda da elinden gelse bir kaçık suda boğmaya mebni tutumuna daha önce de birçok örnekten şahit olduk. Şehit Molla üzerinden gündeme giren Bangladeş modeli de bu başkasına hayat hakkı tanımama siyasetinin son bir örneğine dönüştü.

Yine bu yönüyle Bangladeş örneği, iktidar durumundaki etnik milliyetçiliğin, tabiatı gereği anasyonel (yani ulus-devletten öte ulus fikrinin bizzat kendisine karşı) olması gereken İslamcılara kendi özgün toplum, sistem ve gelecek tasarımından vazgeçip hâkim sistemin öngörülerine teslim olmayı, değilse kendisine kolay kolay hayat hakkının tanınmayacağının acı bir örneği oldu. Laik-ulusçu zorbalığın İslami hareketlere gelecek namına vaat ettiği tek şeyin nihai kertede yok edilmekten başka bir şey olmadığını bir kez daha gösterdi. Şüphesiz Bangladeş’teki Cemaat-i İslami davası bu yönüyle çağdaş İslam coğrafyasında ve hassaten de ülkemizde süre gelen birçok yerel-bölgesel soruna da ışık tutar niteliktedir. Bu noktada Cemaat-i İslami ile Bangladeş devleti arasındaki gerilim, tarihî İslam coğrafyasının enkazı üzerinde kurulan halkı Müslüman devletlerde yoğun olarak yaşanan ve çoğu da etnik farklılıklardan kaynaklanan sorunlara karşı nasıl bir yaklaşıma sahip olunması gerektiği sorusunu da bir kez daha gündemleştirmektedir. Yine bu çerçevede olay, halkı Müslüman bir ülke olarak Türkiye modeli içerisinde yaşanan Kürt sorununa karşı milliyetçilerin ve İslamcıların ortaya koyduğu tutumlar ve bunların muhtemel akıbeti üzerine de bir kez daha düşünmeye davetiye çıkarmaktadır.

Asıl Olan Hangisi; Birlikte Var Olmak mı, Karşılıklı Mahvolmak mı?

Bu noktada her ne kadar Pakistan Cemaat-i İslami’sinin bir kolu görünümünde olsa da tavır düzeyinde Bangladeş Cemaat-i İslami’si, Mevlana Ebul Kelam Azad’ın birlikte var olma öncelikli stratejik gelecek tasarımıyla paralel düşen tutumuyla dikkat çekmektedir. Azad’ın -Mevdudi ile metodolojik olarak farklılaşan- Pakistan’ın kuruluşuna karşı geliştirdiği ayrılıkçılık veya bölünme karşıtı tutumun aynısını, Doğu Pakistan’ın yani Bangladeş’in Pakistan’a karşı bağımsızlık mücadelesi sürecinde ortaya koymuştur. Hindistan-Pakistan ve Pakistan-Bangladeş ölçeğinde Ebul Kelam Azad, Muhammed Ali Cinnah-Muhammed İkbal ve Mevdudi’nin sergilediği üç ayrı tutum üzerinden çoğulcu zeminlerde asıl olanın birlik mi ayrılık/bölünme mi olduğu tartışmasının metodolojik olarak Türkiye ve dünya Müslümanlarınca ne oranda kavrandığı tartışmaya açık bir konu olmayı sürdürmektedir. Olanca önemi ve yakıcılığına rağmen bu meselenin çağdaş İslami siyasi düşünce içerisinde hak ettiği oranda tartışıldığı söylenemez. Çizgilerin farklılığı kavranamamış olacak ki bunların tercih ve sonuçlar üzerindeki etkileri de düşünülememekte.

Bu durum özellikle de Irak’ta işgal sonrasında Kürdistan’ın kurulmasıyla beraber Türkiye İslamcılığında belirginlik kazanan ve sonrasında sert bir ayrışmaya dönüşen Kürt sorununun çözümünde birlikçi mi yoksa ayrılıkçı yolun mu izleneceği tartışmalarına ufuk açmaktadır. Ana damar İslamcılıktan koparak Kürt-İslam milliyetçiliği çizgisine savrulan birçok eski İslamcı, bu süreçten itibaren giderek kalınlaşan yönde kabaca “Türk İslamcıları ve onların kulpuna takılmış Kürt İslamcılar” etiketi üzerinden kendisini oluşturmaya başlamıştı. Bugün kısmen de olsa kurumsal bir boyut kazanan bu çizgi “Kürdistani”lik vurgusunu bilinçli bir şekilde yapmakta ve Kürt sorununu da “ulusal egemenlik sorunu” olarak algılamaktadır. Adeta Türk milliyetçiliğinden mülhem “Türkün Türkten başka dostu yok!” söylemini tersinden “Kürdün Kürtten başka dostu yok!”a uyarlamış gibidir. Bu yaklaşıma göre sadece Kürtler Kürt sorunu üzerine konuşmalıdır. Dün Irak Kürdistanı bağlamında “Başûr” kavramı ekseninde öne çıkan bu savunma, bugün daha yoğun şekliyle Suriye Kürdistanı üzerinden “Rojava” dayatmasıyla belirginleşmektedir. Self-determinasyon konusunda farklı düşünen, Kürt sorununun çözümüyle ilgili olarak ayrılık veya daha fazla bölünme değil birlik öncelikli bir gelecek tasarımını savunanlar adeta “vatan haini” olarak lanse edilmekte ve siyasal izolasyona tabi tutulmaktadır.

Aslında meselenin yaşadığımız coğrafyadaki tarihî kökleri daha da geriye götürülebilir. Konu bu yönüyle Lozan’a karşı dönemin Kürt siyasi entelijansiyası arasındaki tutum farklılığıyla da doğrudan alakalı. Hatırlanacak olursa Lozan’a Kürtler adına “Bağımsız Kürdistan” talebiyle koşan Şerif Paşa’ya karşı bölgede içerisinde Said-i Nursi’nin de bulunduğu birçok temsilci ise bir deklarasyon yayınlayarak İslam hukuku temelinde eşit ve özgür birlikteliği savunduklarını, ayrılma veya bölünmenin düşmanın işine geleceğini kaydetmişlerdi. Daha da uzak geçmişe gidildiğinde Osmanlı-Safevi çekişmesinde dini-mezhebi temelde Kürtlerin konumunu belirlemesinde belirleyici role sahip olan İdris-i Bitlisi’nin tavrı da anımsanacaktır. Bitlisi dönemin Kürt siyasi seçkinlerini birlikteliğe ikna ederek Osmanlı’yla Sünnilik temelinde ittifak ve birlikteliğe götürmüştür. Etnik milliyetçi, ulusal kurtuluşçu, bağımsızlıkçı adı her neyse ayrılığı savunan çizginin dün bu tip tercihlere giden Kürtleri ve bugün İslami kimlik temelinde ilkesel birlikteliği ve ortak-birleşik geleceği savunan Türkiye’deki İslamcıları “işbirlikçi” olarak görme ve zihinlerinde “hain” şeklinde tanımlamaları bilinmiyor değil. Bangladeş örneğinde bir kez daha acı sonuçlarına tanık olduğumuz bu olgunun kendi bölgemizde, yarın öbür gün hâkim duruma geçmesi durumunda seküler-laik Kürt milliyetçiliği ve (bize dönük suçlamasını iade edecek olursak) onun kulpuna yapışmış Kürt-İslam milliyetçiliği tarafından İslamcılara yaşatılamayacağının garantisini kimse veremez. Nitekim seküler-laik Kürt milliyetçiliği daha şimdiden tahammülsüzlüğünü yer yer fiilî saldırılara da vardıran pratiğiyle açığa vurmaktadır.

Dün Hindistan’ın bölünmesinin en büyük zararı Müslümanlara oldu. Gandi ve Azad’ın endişeleri haklı çıktı. Milliyetçi Müslüman Birliği’nin ayrılık/bölünmeden yana ısrarı ve bunu körükleyen Hindu faşizmi halklar arasında duygusal kopuşu hızlandırdı. Ayrılık sürecine doğru taraflar arasında yoğunlaşan çatışmalarda onlarca, binlerce insan öldü. İki devletli formülde karar kılındı ama bu bölge halklarına ne getirdi? Hiçbir zaman dinmeyen istikrarsızlık… Bu bölgeler halen de geçiş süreci yaşamakta. Etnik boğazlaşma ve bunu besleyen dinsel-ideolojik fanatizm Gandi gibi toplumların maslahatına binaen birliği gözeten öncü bir insanın bile yine Hindu fanatiklerce 30 Ocak 1948’de katledilmesi sonucunu doğurdu. Dün Gandi’nin Hindu fanatizmince duçar bırakıldığı akıbetin aynısını bu kez Müslüman toplumlu Pakistan-Bangladeş açmazında Bangladeş elitleri Cemaat-i İslami önderlerine yaşattılar, yaşatıyorlar.

Genel anlamda Hindistan-Pakistan, daha özelde ise Bangladeş deneyimi çoğulcu zeminlerde esas olanın birlikte var oluş mu yoksa etnik kopuş mu olduğu tartışmasına hayati önemde bir kılavuz işlevi görmektedir.

Özetlemek gerekirse; Bangladeş’te Abdulkadir Molla’nın idamıyla sonuçlanan “ihanet-i vatan” davası iki boyutuyla gündemimizde olmak durumundadır.  Birinci olarak bu olay Şehit Abdulkadir Molla ile sınırlı değil. Başta Cemaat-i İslami olmak üzere Bangladeş’te gelecek tasarımlarıyla sisteme dün muhalif düşen bütün kesimlere yönelik bir siyasi linç operasyonunu çağrıştıran bu “ihanet-i vatan” davası çok can yakmış ve daha da yakacaktır. İçeride tutulan 10 Cemaat-i İslami yöneticisinin yanı sıra 2 de 18 partili muhalefet bloğunun şemsiye partisi muhafazakâr-milliyetçi BNP üyesi milletvekili bugün yarın Molla’nınkine benzer bir akıbete duçar kılınabilir. Yine içeride bir şekilde bu ihanet davasıyla bağlantılı olarak 16 binin üzerinde Müslüman, hukuksuzluklara maruz kalmaktadır. Bu boyutuyla Abdulkadir Molla’nın idamı tam da onun arzuladığı yönde bir sonuç doğurarak Bangladeş’i ve İslami hareketin karşı karşıya kaldığı mezalimin gündemleşmesine önayak olmuştur. Mesele bu nedenle İslami hareket ile dayanışma sorumluluğumuz bağlamında gündemimizde tutulmaya devam etmelidir.

İkinci olarak Bangladeş rejiminin Cemaat-i İslami ve diğer muhalefete atılı suçlamaları ve bunun üzerine giydirdiği hüküm, çoğulcu ortamlarda İslami hareketlerin birlik ile ayrılık arasında nerede durması gerektiği tartışmasını gündeme getirmiş, bugünden başlayarak yarınları örmeye doğru gelecek tasarımlarının nelere mal olabileceğini ortaya koymuştur. Cemaat, birlik ile ayrılık/bölünme arasında tıpkı Mevlana Ebul Kelam Azad ve Gandi’nin dün Hindistan-Pakistan fitne sürecinde takındığı tavrı takınmış ve bunun yol açtığı bedeli göze almış bulunmaktadır. Dün emperyalizm gibi dış tehdidin söz konusu olduğu ortamlarda bağımsızlık mücadelesi ve bunun vaat ettiği bölgesel devlet modeline ara bir çözüm sadedinde değer veren Müslümanlar oldu, olmakta. Ama söz konusu Müslüman coğrafyanın Pakistan-Bangladeş örneğinde olduğu gibi kendi iç sorunları olunca genel olarak birlikte var olma iradesi kuşanılarak ayrılığın önce siyasi sonrasında da fikri ve psikolojik kopuşu getireceği savunulmuş, bunun Müslüman halklara maliyetinin ağır olacağı vurgulanmıştır. Nitekim Ebul Kelam Azad’ın ısrarı da bu yönde olmuş ve Pakistan’ın kuruluşuyla beraber siyasi öngörüleri gerçeklik kazanmıştır. Pakistan-Bangladeş fitne sürecinde ise bunun Müslüman halklara maliyeti kat be kat artmıştır. Mevdudi’nin iki arada bir derede kalmışlığı, daha açık bir deyişle üstün gelecek tarafa göre pozisyon belirleme şeklinde formüle edilebilecek fırsatçılık siyasetinin Pakistan bağlamında çok da olumlu sonuç vermediği anlaşılmıştır. Bu formülün aynısını bazı Kürt kökenli İslamcılar Kürdistan sorunu bağlamında tekrarlamakta, fırsatçı siyaset izleyerek “Laik-seküler kesim tarafından Kürdistan kurulsun, biz muhalefet kanadı olalım” yaklaşımında yaşatılmaya devam edilmektedir. Kim hangi paradigmaya bağlı olarak ne tür bir gelecek tasarımına gidiyorsa gitsin ama sorun şu ki farklı gelecek tasarımlarına sahip olan kesimler, ne hikmetse İslamcıların gelecek tasavvurunda farklı düşmesine bir türlü tahammül edememekteler. Fikri farklılık bu tahammülsüzlüğü doğurduğunda rakiplerine karşı her türlü mezalimi reva görme noktasına gelerek ahlakiliğin sınırlarını kolaylıkla aşabilmektedir. Bangladeş örneği bunu en yalın haliyle ortaya koymuştur.

Bazıları da solun ulusal kurtuluşçuluğundan mülhem bir “İslami ulusal kurtuluşçuluk” vizyonu edinebilmekte ve İsrailoğulları kıssasını da kendileri için meşruiyet zeminine dönüştürebilmektedirler. Hâlbuki İsrailoğulları için ulusal kurtuluş mücadelesi başlattığı söylenen Musa, tam tersine Firavun ve diğer güç odaklarına da gönderilmiş bir elçi olup öncelikli mesajı tevhide çağrı, bunun karşılık bulmaması durumunda en azından zulme bir son verilerek adaletin tesis edilmesine yönelik idi. Hatta Musa’nın arızi bir olay sonucunda etnik milliyetçilik kumpasına düştüğüne bizzat değinen Kur’an, sonrasında onun bu tutumundan tövbe ettiği ve zalim kim olursa olsun ona asla arka çıkmayacağını söylediğini nakletmektedir. (Kasas, 28/14-19) Öte yandan hem etnik hem de dinsel bakımdan azınlık statüsünde olan ve egemenlerle birlikte yaşam zemini neredeyse hiç kalmayan İsrailoğullarına ayrılık kapısını bizzat Allah açmıştır. Bunun ise self-determinasyon kavramına meze yapılamayacağı çok açık. Kaldı ki İsrailoğulları kıssası bütün olarak ele alındığında azınlıktaki haliyle bile asıl olanın birlik olduğunu, ayrılmanın ise idealize edilmemesi kaydıyla arızi bir durumun sonucunda denenebilecek bir yol olduğunu ortaya koymaktadır. Öte yandan istismar edilen söz konusu kıssa daha dikkatli okunduğunda “ayrılıkçılık” veya “bölücülük” fiillerinin Musa tarafından idealize edilerek sahiplenilmiş olmayıp tam tersine bizzat Firavun düzeni tarafından bir etkisizleştirme aracı olarak kullanıldığı görülecektir. Firavun, Musa (a) önderliğindeki hareketi “ayrılıkçı” veya “bölücü” olarak etiketlemiş ve böylece toplumun milliyetçi duygularını kabartarak yeni harekete karşı seferberliğe koyulmalarını sağlamaya çalışmıştır.( Araf, 7/110) Kaldı ki bahsini ettiğimiz bölgelerde Müslümanlar azınlık değil, çoğunluk konumunda olup ezen-ezilen milliyetçiliklerin yarattığı cendereye rağmen en azından tarihî ve demografik açıdan üstün konumdadırlar.

Bu mesele aslında bir yönüyle ulus-devlet hapishanesine mahkûm olan biz Müslümanların güçlerimizi birleştirerek varlığımıza kast eden hâkim yapıya karşı kurtuluş savaşımı mı vereceğimiz yoksa zindan içinde zindana talip olarak zindanlarımızı mı çoğaltacağımızla ilgili bir sorundur. Vahyi bildirimlerden ve yaşanmış tecrübelerden anladığımıza göre birlikte rahmet, ayrılık veya bölünmede elem vardır. Azmetmemiz gereken de rahmete talip olmak, onda ısrar etmek olmalıdır. Birlikte var olmaya ve bunun gerektirdiği şartları oluşturmaya azmetmeyenler, belki bir başka gücün yedeğine geçerek ayrılık/bölünme projelerinde başarılı olabilirler ama ulus-devletler pratiği defalarca göstermiştir ki ayrılık çoğu zaman her iki taraf için de aslında bir tür karşılıklı mahvolmasonucunu doğurmuştur. Ya beraber var olacak; eşit, adil ve özgür bir geleceği tesis edeceğiz ya da her iki durumda da karşılıklı/birlikte mahvolacağız!

Tabi ki birlikteliğin de ayrılığın da gerektirdiği şartlar yok değil. Zora azmetmek herkesin kârı olmasa da Müslümanlar buna talip olmak durumunda. Bu bağlamda kadim Hindistan ve onun bir parçası olan Bangladeş deneyimini önümüze koyduğumuzda başta Kürt sorunu olmak üzere halkı Müslüman ülkelerin birçoğunun yaşadığı benzer iç sorunlar karşısında birlik ile ayrılık/bölünme arasında nerede durmamız gerektiği sorusuna aydınlatıcı bir cevap da almış oluruz. İlkin Mevlana Ebul Kelam Azad’ın ve sonrasında da Bangladeş Cemaat-i İslami hareketinin modelleştirdiği bu tevhid, adalet ve kardeşlik temelli birlikte var oluş stratejisini daha da derinleştirmeliyiz.  Birileri açısından her ne kadar şartlar abartılarak ayrılık/bölünme idealize ediliyorsa da, bunun arızi bir durum olduğunu asıl olanın ise birlik olduğunu vurgulamalı ve tek bir ümmet olmaktan kaynaklı bu gelecek tasarımımızda ısrarcı olmalıyız.

 

KAYNAKÇA

Yrd. Doç. Dr. Göktürk Tüysüzoğlu, Bir İdamın Arka Planı: Abdülkadir Molla Neden Öldürüldü?, www.politikaakademisi.org

Mehmet Özay, Bangladeş Siyasetinde Gerçeklere Bakış, www.dunyabulteni.net

Mamoon al-Azzami: ‘Gulam Azam 138 kitap yazmış bir entelektüeldir’, (Röp.) www.dunyabulteni.net

Bangladeş’te Sistematik Kıyım, www.dunyabulteni.net

Nevzat Çiçek, Bangladeş'te İslam'a karşı İslam, www.timeturk.com

Akif Emre, Devlet Düşmanı Bir 'Jamaat', Yeni Şafak, 14.12.2013

Bangladeş'te Postmodern Darbe, Yeni Şafak, 20.12.2013

Abdurrahman Dilipak, Pakistan Bangladeş Derken, Yeni Akit, 15.12.2013

Selahaddin Eş Çakırgil, Benim Ormanımın Ağacı, Ya Minber Olur, Ya Dârağacı,www.haksozhaber.net

Asım Öz, Hece'den Muhammed İkbal özel sayısı, www.dunyabulteni.net

Heyet, UHB'nin Bangladeş Raporu,  www.hukukcular.org.tr

Heyet, Hindistan Hakkında, www.hindistangezi.com

Heyet, Bangladeş, www.firaset.net

Fatma Sel, Mevlana Ebu'l Kelam Azad, Haksöz, Sayı: 34, 1994

Kenan Alpay, Hindistan ve Pakistan'da Modernizm ve İslam, Haksöz, Sayı: 30, 1993

Hasan Turabi, İslami Uyanış ve Arap Dünyasında Ulusçu / Bölgeci Devlet, Dünya ve İslam Dergisi, Sayı: 1, 1990

Aziz Ahmed, Hindistan ve Pakistan'da Modernizm ve İslam, Yöneliş Yay.

Muhammed Hüseyin Fadlallah, İslami Hareket İlkeler ve Sorunlar, Ekin Yay.

Hamza Türkmen, Ulusçuluk Çıkmazı, Ekin Yay.

 

HABERE YORUM KAT

1 Yorum