1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. Her türlü ırkçılık ve kavmiyetçiliğe lanet!
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

Her türlü ırkçılık ve kavmiyetçiliğe lanet!

24 Ocak 2013 Perşembe 19:19A+A-

[email protected]

Resmî metinlere, Türkiye adını ilk kez kendisinin yazdığıyla iftihar ederdi, ünlü türkçülerden Rızâ Nur..

Ankara’da Millet Meclisi toplanacaktı, 1920’de.. Çünkü, İstanbul işgal altındaydı..  Osmanlı Meclisi olan ’Meclis-i Meb’ûsân’ üyelerinin çalışmalarını işgal bölgesi dışında devam ettirmesi gerekiyordu.. Bunun için, Ankara seçilmişti..

Ankara’daki Meclis, hukûken ’Meclis-i Meb’usân’ın o kadar devamı idi ki, Meclis-i Meb’ûsân’ın Başkan Vekili Celaleddin Ârif Bey, Ankara’daki Meclis’in de Başkan Vekili idi ve Meclis-i Meb’ûsân’da görüşmesi yarım kalan ve çiftçilerin durumuyla ilgili bir kanun layihası/ tasarısı, ele aldığı ilk ve kanunlaştırdığı ilk konu idi. Her ne kadar, İstanbul Meclisi’ndeki bazı meb’uslar bu Meclis’te bulunmasa ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinden yeni üyeler de katılmış olsa bile..

Rızâ Nûr, işte bu Meclis’in adını, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak yazmış ve o buhranlı dönemde, bu emr-i vâkıyi, oldu-bittiyi, başka etnisitelerden olan müslümanlar problem haline getirmeyi doğru bulmamışlardı.

Bu, isimlendirme ’Türklerin yaşadığı topraklara, Türkiye denir..’ şeklindeki türkçü ideolojik yaklaşımın bir yansıması idi.

Ama, gerçeklerle bağdaşmıyordu.

Çünkü, hem o Meclis’de türklerden ayrı olarak, kürd, arab, çerkez, laz, arnavud, azerî, gürcü vs. başka etnik unsurlardan da onlarca temsilci bulunuyordu. Ve Osmanlı sosyal yapısında, müslüman unsurların bir arada olmasından ve gayrimuslim unsurların da, Osmanlı hâkimiyetinde yaşamayı kabullenmesiyle, aynen müslüman unsurlar gibi eşit temel haklara sahib olduğu bir hukukî düzenleme vardı.

Bu toprakların müslüman halklar arasında, Türkiye olarak isimlendirilmesi, asırlarca sözkonusu olmamıştı. Sadece özellikle Avrupalılar, bütün Osmanlı coğrafyalarını ’Turquie, Turkey, Turchia’ diye anmaktaydılar. Yani, bugün arab halkların yaşadığı coğrafyalar da, yığınla etnik unsurların yaşadığı Balkanlar ve Anadolu da; Osmanlı hâkimiyetindeki bütün coğrafyalar da, Avrupalıların bakış açısıyla Türkiye idi. ama, müslümanlar buna, hele de resmî söylemde asla itibar etmiyorlardı.

Avrupalıların bu isimlendirmesi, etnik fitne uyandırmak gibi bir kötü niyeti mi yansıtıyordu; yoksa, Avrupa’daki 30 Yıl Savaşları’nı sona erdirmek için ve etnik unsurlara göre bölünmeyi esas alıp, Protestanlığın da resmen tanındığı ve 1648’de imzalanan West- Falia Andlaşması’nın geliştirdiği zihniyetin neticesi olarak mı, böyle bir isimlendirme ortaya çıkmıştı; o ayrı bir konu..

Bugün bile, Balkan kavimleri arasında, ’müslüman’ kelimesi ile ’türk’ kelimesi hâlâ da aynı mânâda kullanılmaktadır.

*

Tayyîb Erdoğan, kalbindeki bazı duyguları ve beynindeki bazı düşünceleri, başbakanı olduğu kemalist-laik-türkçü rejimin 80 küsur yıllık resmî ideolojisinin sınırları içinde, ’biz türk, kürd, arab, laz, boşnak, çerkez, gürcü, arnavud vs. demeden, aynı inanç potasında eriyip bütünleşmiş ve bu mânâda tek bir milletiz..’ diye, kendisini ancak o kadar ifade edebiliyor.

*

Osmanlı Devleti’yle birlikte olduğu Almanya gibi ülkelerin Birinci Dünya Savaşı’nda ağır şekilde yenilgiye uğramasından hemen sonra, Osmanlı’yı, o savaşa sürüklemiş olan İttihad ve Terakkî Cemiyeti  kadroları, kendi teşkilatlarını feshetmiş ve o teşekkülün yerine kısa sürede, ’Anadolu ve Rûmeli Müdafaa-y’ı Hukuk Cemiyetleri’ kurulmuştu..

Çekirdek olarak İttihad- Terakkî’den gelen öyle bir cemiyette bile, hedef,  bu yeni cemiyetin ana nizâmnamesinin ilk maddesinde‚ ’Ahali-i İslam’a (müslüman halklara) yapılan mezalime son vermek’  şeklinde dile getiriliyordu. Yani, o nizamnâmede türk veya baaşka bir kavmin ismi geçmiyordu.

Ama, Rızâ Nûr, Türkiye adını resmî metinlere ilk kez ve bir oldu-bitti’yle yazdırmak kurnazlığını şahsının ve ideolojisinin büyük bir zaferi olarak gururla ifade ediyordu.

*

Evvelki gün, Meclis’te, mahkemelerde sanıkların kendilerini en iyi şekilde hangi dilde savunabileceklerse, o dilde savunma yapmalarına imkan vermeyi hedef alan bir kanun düzenlemesinin tartışılması sırasında ortaya çıkan sert tartışma ve kavgalara bakarken, bir daha görüldü ki, beyinler kavmiyetçilik mikrobundan hâlâ da temizlenmiş değil.. CHP m.vekili olan bir kadın parlamenter (Birgül Ayman Güler) , Kürd milliyetçiliğini bana ilericilik ve bağımsızcılık diye yutturamazsınız.. Türk ulusu ile kürd milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz.. Bundan sonra biz savunmadayız, bundan sonra meşru müdafaa hakkı için saldırıdayız..’  diyerek tam bir ırkçı saldırı düzenliyordu, CHP ve MHP sıralarından yükselen yoğun alkışlar arasında..

Kendi partisi içinde de rahatsızlık meydana getiren ve bir Adıyaman m. vekilinin bu sözler üzerine partisinden istifa etmesinden sonra ise, aynı m.vekili, ’Ulus sözü siyasal bir yapılanmadır. Vatandaşlık bağını temsil eder. Eğer kürdler bir ulus ise, iki vatandaşlık bağı kurulması gerekir. Tek mekanda iki ulus olmaz" gibi, acaib sosyolojik (!) yeni tarifler icad ediyordu. 

CHP’nin bu noktada MHP’den çok farklı düşünmediğini tekrara gerek yok.. Unutulmasın ki, 1930’larda, ’türk olmayanların bu ülkede tek bir hakları vardır o da türklere hizmetçilik yapmaktır..’ diyenlerin başında İsmet Paşa ve kabinesindeki Bakan’lar geliyordu.. Onların başında da, M. Kemal vardı, elbette.. O dönemde ve hattâ bugün bile, resmî kimseler, görüşlerini M. Kemal’in görüşlerine dayandırmadan açıklayabiliyorlar mı?

’Ne mutlu türküm diyene..’ sözünü kim söylemişti, sahi?

Bu söz, türk kavminden olmayanı dışlamak ve aşağılamaktan başka ne gibi bir mânâ taşıyordu?

Hatırlayalım ki, 10 yıl öncelerde, ’alman kanı asîl kandır, alman olmakla övünülür..’ gibi iddialar üzerine, dönemin Almanya Cumhurbaşkanı müteveffâ Johannes Rau bile, ’kimsenin elinde olmayan bir tabiî durumdan dolayı gururlanmak nasıl olur? İnsan, ancak kendi toplumuna veya insanlığa yaptığı hizmetlerle gurur duyabilir’  diyordu..

Hakan Albayrak kardeşimiz de, geçen hafta, bir tv. kanalında, ’damarlardaki asil kandan bahsetmenin, en katı ırkçılık sapkınlığı olduğunu’ dile getiriyordu, haklı olarak.. Başbakan Erdoğan da, asabiyet davası gütmenin şeytanî bir hedef gütmek olduğunu ifade ediyordu.

Evet, kimsenin damarındaki kan, diğerininkinden daha üstün veya düşük değildir.

Ama, unutmayalım ki, bütün beşer tarihi boyunca bu gibi konulara üstünlük veya düşüklük nisbet edenler hep olmuştur. Halbuki, Kur’an-ı Kerîm, bize, ’En üstün olanınız Allah’tan en çok sakınanınızdır, Allah’ın emirlerine en çok uyanınızdır..’ meâlindeki ’İnne ekremekum indallahe etqâkum..’ âyetiyle, ve Hz. Peygamber (S) de, Vedâ Haccı Hutbesi’nde, ’Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız ve Âdem ise toprakdandı..’ diyerek, bütün insanların maddî varlığının özde topraktan, aynı çamurdan oluştuğunu hatırlatmış oluyordu.

Hatırlayalım, Habeş diyarından Hz. Bilal’e, ’zenci kadının çocuğu’ diye hitab eden bir sahabî bile görülmüştür ve o sahabîyi Yüce Resul’ün,  ’Yâ… ….! Sende Câhiliyye döneminden kalıntılar görüyorum, kendini bunlardan temizle..’ mealindeki hatırlatması ne kadar adüşündürücüdür. Yine Yüce Resul’ün, ümmetinin birgün gelip, birbirlerini yardıma yardıma çağırırken, ’Ey Kâhtanoğulları, ey Yemâmeoğulları diye kan bağlarına, kabile ve kavimlerine göre seslenmelerinden elem duyacağını belirtip, bu durumdan sakındırmaya çalışması, ilginç değil midir?

Evet, kimin kanı diğerininkinden yüksektir?

*

Burada aktarmak istediğim bir anekdot, bu konuda daha bir düşündürücüdür. Rahmetli Ali Yaqub (Cenkçiler) Hoca, yaman bir arnavud müslümanı idi.

Arnavudluk’ta, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Enver Hoca isimli komünist kişinin liderliğindeki komünist partizanlara karşı verilen mücadelede yenik düşünce.. Ormanlardan denize, oradan da bir yol bulup Mısır’a geçer.  

Mısır’da, Ezher Üni.’nin kütüphanesinde 20 küsur yıl boyunca bir taraftan memurluk yapar, diğer taraftan da aynı üniversitede okur.

Çok az türkçe bilir, ama, arablar ona, ’turko’  derler, biraz da dışlayarak..

Sonra, 1965’lerde ömrümde hiç görmediği İstanbul’a gelir..

İstanbul’a gelince görür ki, tam bir impatarotorluk başşehridir burası..

İnsanlar türk, kürd, arab, arnavud, boşnak, pomak, rum, yahudi, ermeni, rus, fars, tatar, azerî, vs. her tip ve kavimden yığınla topluluklar iç-içe yaşamaktadırlar, birbirlerini aşağılamadan..

Orada, Hoca’ya bir dokuma fabrikasında işçilere hocalık yapması vazifesi verirler. Bu arada, türkçesini de geliştirir.. Kimse de kendisini kavminden dolayı dışlamaz..

Bir gün, 1975’lerde İstanbul’un zengin müslümanlarından bir grupla otobüs dolusu bir grup,  Hoca’ya da alarak Umreye gitmek isterler..

Hoca, Anadolu’ya ilk kez çıkmaktadır.

Bursa, Konya, Urfa ve sonra Cizre..

Cizre’ye girerken, dağın yamacında kocaman bir yazı görür.. ’Ne mutlu türküm diyene..’ yazısını..

Bu yazıyı İstanbul’daki bazı kışlaların civarında da, askerî mekanların, kışlaların  veya okulların duvarlarında da görmüş ve pek de üzerinde durmamıştır..

Umre yolcuları, Cizre’de öğle namazı kılarlar, câmide.. Namazdan sonra imam efendi, umreye giden bir gruptan söz eder..

Cemaat, namazdan sonra, bu umre yolcularının otobüsü etrafında salâvat ve, tekbirlerle gelirler, hediyelerle yolcu ederler onları..

Ama, halk türkçe konuşmuyordur, hemen herkes kürdçe konuşuyordur.. Hoca, böyle bir durumu, ilk kez görüyordur..

Otobüs hareket eder..

Ali Yâqub Hoca, umre yolcularına halkı nasıl bulduklarını sorar..

’Çok iyiler de, türkçe bilmediklerinden fazla konuşamadık..’ dediklerinde,

Mâdem ki, öyle.. Şehrin girişinde, dağın yamacına kocaman harflerle yazılmış o, ‘Ne mutlu türküm diyene!’ yazısının burada bir fitne meydana getireceğini düşündük mü?’ der.

Bu söz üzerine, hoca, on yıldır yaşadığı İstanbul’da hiç duymadığı bir sözü duyar:

-Ne o, hoca, arnavutçuluğun mu tuttu?

Rahmetli öyle rahatsız olur ki, ’Evladım, başımdan aşağı kaynar su döküldüğünü hissettim.. Çok kırıldım,  küstüm.. Yüzlerce km. ilerledik, yine de konuşmadım… Mekke-Medine’ye varınca.. O mübarek yerlerin hatırına, o sözleri unutmuş gözüktüm..’ derdi..

Umre sonunda, aynı yoldan geri dönnmektedirler..

Cizre’ye gelmeden, sınırın öte tarafında, sabah namazını kılıp, kahvaltı yaparlar. Güneşin ilk ışıkları Cizre’nin arkasındaki dağın tepe ve yamaçlarını aydınlatmaya başlar..

Hoca orada bir yazı görür.. Kocaman harflerle.. ’Ne mutlu kürdüm diyene!’ şeklinde..  

Garsona sorar, ’Orada ne yazıyor evladım, iyi göremiyorum da..’ der.

Garson da, ‘Hacı emmi, orada, gündüzleri Ne mutlu türküm diyene yazısı vardır,  beyaz taşlarla yazılı.. Gece olunca, birileri orada küçük bir değişiklik yaparlar, ’Ne mutlu kürdüm diyene!’  diye..

Sabah olunca, onları yine değiştirirler askerler..

Bu oyun yıllardır böyle devam eder..’ der..  

*

Rahmetli hoca, daha sonra noktayı şöyle koyardı:

’Arkadaşlara dedim ki, arkadaşlar giderken, size çok kırıldım.. Bakınız, orada ne yaçzıyordu, şimdi ne yazıyor.. Biraz sonra yine değiştireceklermiş.. Ben işte bu fitneden korkuyordum..

Bakınız, buraya eğer, ‘Elhamdulillah müslümanım .. yazısı yazılsaydı, böyle bir fitne yarışı olmazdı..’

*

Evet, bu anekdotun verdiği mesajı hepimiz, bir daha düşünmeliyiz.

Biz İslam Milleti isek, aynı inanç potasında eriyip bütünleşmiş isek, her türlü ayırımcı sözlerden ve hele de her türlü ırkçı, kavmiyetçi söylemlerden kesinlikle kaçınmalıyız. Kaçınmayanların, ıslah olmaları için dua edip, fitnelerinde ısrar edenleri ise, lanetlenmesi gereken, şeytanın askerleri olarak bilmemiz gerekir.

YAZIYA YORUM KAT

10 Yorum