1. YAZARLAR

  2. Sümeyye Demir

  3. Hatıralar, Hatıralarımız
Sümeyye Demir

Sümeyye Demir

Yazarın Tüm Yazıları >

Hatıralar, Hatıralarımız

05 Mart 2010 Cuma 13:27A+A-

Hatıralar, tüm yaşanmışlıklardan sonra elimizde kalan bakiyelerdir. İyisiyle kötüsüyle hepimizin hatıraları vardır. Unutamadıklarımız, bizi mutlu eden, aklımıza düştüğünde tebessüm ettiren, ‘ne de güzeldi’ dedirten hoş hatıralar değil, esefle andığımız, varlığı yüreğimizde derin ve kara izler bırakan, kötü hatıralarımızdır. Yaşam boyu bizi terk etmez, belirli zamanlarda, onları anımsatacak yeni olaylarda, hep zorlarlar dimağımızı ve üşüşürler zihnimize.

‘Kötü, güzel olmayan’ diye andığımız hatıraların kimisinde sorumlu bizizdir, kimisin de ise başkaları. Ya ihanet vardır bünyesinde, ya da kalleşlik. Ya nefretle yoğrulmuştur, ya da menfaatler sallamıştır kılıçlarını. Ya dil yarasıdır kaynağı, ya da yitirilmiş güven duygusu. Her ne olursa olsun yakamızdan düşmez, peşimizi bırakmaz acı hatıralar. Kimileyin biz istemeyiz unutmayı, kimileyin unutturmak istemezler. Kimileyin umut olur unutmadıklarımız, kimileyin karanlık yarınlar…

En güzeli ise nedir bilir misiniz? Unutamadıklarımızı kalkan yapıp kendimize, yön vermektir aydınlık geleceklere. Ders almak, bir delikten ikinci kez ısırılmamaktır. Aynanın yalnızca bir yüzünü görmeyip, diğer yüzünü de hesaba katmaktır. Yüreklenmek, cesaretlenmek, yenilenmek ve üstüne gitmektir hatıraların.

Bazı hatıralar bireye, bazısı ortak kişilere, bazıları ise topuma özgüdür. Toplumca hatırlayarak üzülür, toplumca hatırlayarak sevinir veya toplumca hatırlayıp isyan ederiz.

İşte böyle bir toplumsal hatıralardan birinin yıl dönümünü devirdik milletçe, el ele. Bu öyle bir olaydı ki yaşadığımız, her fertte ayrı izler, yaralar, onarılmaz hasarlar, dönüşü olmayan sonuçlar, her gün hatırlamak zorunda kaldığımız acılar yaratmıştır…

Tam on üç yıl önce, unutamadıklarımızın tohumları atılmıştı. Soğuk kış mevsiminin, buz gibi bir gününde yakalamıştı bu süreç bizi. Milletçe (bazı kesimler hariç), soğuk duş etkisiyle öylece kalakalmıştık çaresiz. Asker, demokrasiye balans ayarı yapma zorunluluğunu hissetmişti kendinde. Ayarı yapılacaklar da belliydi zaten. Müslümanlar ve onlara yakın çevreler…

Bu ayar, birkaç şekilde yapılacaktı. Kollar sıvandı, gardlar alındı, atılımlar başladı:

Önce 5 Şubat 1997’de, askerler Sincan sokaklarında 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaptılar. Aynı gün Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan'a birkaç (ayağını denk al babında) uyarı mektubu gönderdi. Teker teker, komutanlar hükümeti uyarma vazifesini üstlendi.

Bazı Refah partililer, süreci hızlandıracak, kovana çomak sokacak söylemlerde bulundukları için (Bekir Yıldız vb) mahkûm edildiler ve söylemleri, partilerinin kapatılmasına delil olarak kullanıldı.

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya “irtica, PKK'dan daha tehlikeli” dedi. 11 Şubat'ta Ankara'da, ‘Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü’ yapıldı. Ve 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısı tam 9 saat sürdü. MGK, laikliğin Türkiye'de, demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu sert bir şekilde vurguladı.

Erbakan’ın imzalamam demesine karşılık, 13 Mart 1997’de MGK kararlarını imzalamak zorunda kalmasıyla, Müslümanlara karşı, daha önce ‘cebren ve hile ile’ yapılan baskılar, artık aleni ve saldırganca uygulanmaya konuldu.

MGK, ivedilikle bu kararların hükümet tarafından uygulanması istedi.  Bu kararlarda, ‘laiklik için yasalar uygulanmalı, tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve MEB'e devredilmeli,  8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli, Kuran kursları denetlenmeli, Tevhidi Tedrisat uygulanmalı, tarikatlar kapatılmalı, irtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medya kontrol altına alınmalı, kıyafet kanununa riayet edilmeli, kurban derileri derneklere verilmemeli, Atatürk aleyhindeki eylemler cezalandırılmalı’ denilmekteydi.

Türkiye’nin alışık olduğu diğer askeri darbelerden farklı olarak, ‘asker-siyasi-medya’ üçleminde hayat bulan bu tahakküme, Postmodern Darbe denildi ve Müslümanların üzerine kabus gibi çöken, yıllar yılı, insanların ardına dönüp baktığında dehşetle hatırlayacağı ve unutulmaz izler taşıyacak olan bir süreç başladı.

Baskı, öfke ve nefret gösteriyordu yüzünü. Sokaklar dar geliyordu artık Müslümanlara. Her köşe başında tehdit, aşağılama ve aforoz etme metotlarıyla yüz yüze kalınıyordu. Kadınlara utanmazca hakaretler edilip, sözde tarikat düzmecesine atıfta bulunacak tavırlar sergileniyordu. Gençler hayâsızca, ‘Müslüm Gündüz’ümüz(!) olmak istediklerini haykırıyorlardı meydanlarda.

Okullar, işyerleri, mahalleler… Her yer işkencehane olmuş, insanların analarından emdikleri süt burunlarından getiriliyordu. Okul ve işyerlerinin kapıları, birer şamar gibi çarpılıyordu suratlara. ‘Kılık-kıyafet’ diye bir türkü tutturulmuş, açmayanlar için baskı odaları kurulmuş, sözel tacizler almış başını yürümüş ve kendi memleketlerinde, insanlar ikinci sınıf muameleye maruz bırakılmıştı.

Yeşil sermaye adını verdikleri esnaf ve iş adamları da nasiplerini almışlardı bu darbeden. Müslüman sermaye sahiplerine boykot uygulamış, medya desteğiyle karalanmış, tezgâhlarla çamurlar atılarak iflasın eşiğine getirilmişti.

Dernekler, cemaatler, tarikatlar darmadağın edilmiş, tehditler, zindanlar, ölümler ve kayıplarla Müslümanlar susturulmuş, köşelerine çekilmeleri sağlanmış ve meydanlar kendilerine kalmıştı…

Her 28 Şubat yaklaştığında, bir öfke bulutu sarar, o dönemi görmüş ve yaşamış olanların benliğini. Kınayarak ve lanetleyerek, o süreçte yaşadıklarını anlatırlar bir daha olmamasını dileyerek. Tv kanallarında, sabahlara dek süren programlarla analiz ederler o günleri, getirdiklerini ve götürdüklerini. Kendi kendime söylenerek, kızgınlıktan yerimde duramayarak, yumruklarım sıkılı dinlerim anlatılanları. Yaralarım depreşir, acılarım tazelenir ve ayaklar altına alınan onurları hatırlarım elimde olmadan.

Unutulmaz, unutamadığım olaylar silsilesini kapsar bu dönem. Okul önlerinde ağlaşan, sınıflarına alınmayan (ve hala da etkisi devam etmekte ve kızlar okullarına ve işlerine başörtüleriyle alınmamakta) kızların feryatları gelir her seferinde gözlerimin önüne.

Evladına, ailesine, bir lokma ekmek götürebilmek adına çalışmak zorunda olan kadının utanarak, ‘yer yarılsa da içine girsem’ dercesine tavırları, gözyaşları ve titreyen elleriyle başörtüsünü çıkartmak zorunda kalışı düşer aklıma.

Resmi kurumlarda rejimin ayakçılarının, sokaklarda ise provokatörlerin saldırısına uğrayan, aşağılanan, ‘gericilik, yobazlık’ diyerek kadınların başörtülerine, namuslarına uzatılan ellerin kızıl şiddetini yaşarım yeniden nefretle.

Kendini askerin yavuklusu, aynı zamanda sütten çıkmış ak kaşık zanneden medyanın, hastane köşelerinde başörtülü avına çıkışını, İslam’a dil uzatmak adına tesettürlü bayanlara atılan iftiraları, içki kullanmayan erkeklerin şeriatçılıkla suçlanışını, gümüş yüzüklülerin işlerinden kovuluşunu, karısı ve kızı örtülü diye, askerlikten atılanları düşünürüm apansız.

Her doğan günde, yaşayacağımız sıkıntıların korkuları ve sancılarıyla boğuştuğumuz anlar gelip geçer, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden.  Nereden nereye geldiğimizi düşünürüm bunca süre içinde. Çok şey değişmiş gibi gözükse de, çok az şey değişmiştir aslında.

28 Şubat’ta yaşananların hemen hepsinin düzmece, oyun ve entrika olduğu ispatlanmış olsa da, hala başörtüsü yasak ülkemde. Hala hoşlarına gitmeyen partileri kapatabiliyorlar yükselen çığlıklara kulaklarını tıkayarak. Hala İslam’a azıcık meyli olanlardan dahi korkuyorlar. Ve hala, son çırpınışlar misali darbeler fışkırıyor dört bir yandan.

Geçmişi hatırlarken acılar içinde, hatıraları unutmamanın, onlardan ders almanın bir tecellisi olarak, bugün dokunulmayanlara dokunulduğunu gördük hep birlikte. Ve bıkmadan, cesaretle, hatıralarımızın üzerine gidilmesi gerektiğini öğrendik milletçe. Artık yürekler dağlayan, ölümlere merhaba diyen değil, gönülleri mest eden, latif anılarla dolu geçmişler yad edelim.

Selam ve dua ile.

YAZIYA YORUM KAT

3 Yorum