1. HABERLER

  2. YORUM ANALİZ

  3. Halil Berktay, Yılın Pinokyo Ödüllerini Açıklıyor
Halil Berktay, Yılın Pinokyo Ödüllerini Açıklıyor

Halil Berktay, Yılın Pinokyo Ödüllerini Açıklıyor

Halil Berktay, 2018 Pinokyo ödüllerinin sahiplerini belirlemiş:

29 Ekim 2018 Pazartesi 20:50A+A-

Halil Berktay / Serbesiyet.com

Doğu Perinçek

perincek.jpg

Bu sabahın, aşağıdaki konuyla ilgisiz çağrışımı: Ömer Seyfettin “Gayet Büyük Bir Adam” öyküsünde, 1908’de bir kere küçük bir arkadaş çevresince omuzlara kaldırıldıktan sonra o tesadüfî, kazara edinilmiş şöhretin tadına doyamamanın yol açtığı düşüşü anlatır.

Neredeyse on gün oluyor; ilk okuduğumda, kendi kendime aşkolsun, dedim, gördün mü tek bir bireyin özgün iradesi ve benzersiz yeteneğiyle neler yapabileceğini! Nice derin devlet aygıtı yanında haltetmiş. Çerçeveleyecek benzetmeler, metaforlar, mübalağalar aradım. “Kadri bilinmemiş kıymetler” sözü geldi aklıma (yıllar önce, bir zamanların bu kadar bölünmemiş Türkiye’sinde Murat Belge’nin Cumhuriyet’e, sanırım Hasan Cemal’in Cumhuriyet’ine yaptığı sayfalarda böyle eskizler de vardı diye hatırlıyorum). Fakat küçük insanların küçük iddialarına dönük alaycı, sarkastik tonu asla karşılamadı, benim bu muazzam iddia karşısındaki son derece gerçek hayranlığımı.

Oradan Mehmed Âkif’e döndüm. Çanakkale Şehitleri’nde, “bu topraklar için toprağa düşmüş asker” için kullandığı epik, abartılı övgü ve yüceltme ifadelerine baktım. “Bir hilâl uğruna, ya Râb, ne güneşler batıyor” veya “‘Gömelim gel seni târihe’ desem, sığmazsın” veya “Seni ancak ebediyyetler eder istiâb” dizeleri üzerinde özellikle durdum. Bunları bu kabına sığamayan çağdaş kahramanlık değerlerine nasıl adapte edebileceğimi düşündüm. Asla erişilemeyen ama bir türlü de dinmeyen iktidar susuzluğu... Ne pahasına olursa olsun yükselmek, farkedilmek ve bütün platformlarda kendinden söz ettirmek arzusu... Bu uğurda belki kırk kere kimlik değiştirmesi ve gene de her seferinde, ben hep en doğru yerde durdum ve duruyorum diyebilmesi... 1960’lardan bu yana Cumhuriyeti her kritik noktada hep kendisinin kurtarmışlığı... Saygıyla eğildim hepsinin önünde. Ama Âkif’in belâgati ve aruz veznine hâkimiyeti tabii bende yok. Tumturaklı dizelere dökemedim. Nobelim de yok ki vereyim. Geçmişe ve kendisine dair her yeni kurgusunu yüzde yüz inanarak ve içselleştirerek dile getirme kabiliyetini  -- 2018’in bitimine daha iki ay da olsa, bu yükseklikteki bir çıtayı artık kimsenin aşamıyacağı anlaşıldığından -- bu yılın Pinokyo Ödülleri’nde ilk sıra ve altın madalyayla ödüllendirmekten başka çare bulamadım.

Ha, pardon, gerekçeyi de söyleyecektim, değil mi? Yani ne yapmış da bu şerefe hak kazanmış? Bu kadar huşû ve heyecan yüzünden az kalsın unutuyordum. Yeni Akit’te Mehmet Koçak, Doğu Perinçek’le konuşmuş; “merak ettiği” bazı konularda şu cevapları almış ve (onun da sezgisi ve idraki çok yüksek olmalı ki, fazla kurcalamaksızın ve akla gelebilecek en basit bazı soruları dahi sormaksızın) “samimî” bulup 20 Ekim 2018 tarihli yazısında alıntılamış: (1) “...ben ateist değil Müslümanım.” (2) “Bayram namazlarını kaçırmam, Cuma namazlarına vakit nispetinde gitmeye çalışıyorum.” (3) “Hz Peygamberimiz” [burada sadece hitap tarzı ilginç]. (4) “Bugün İslâm dünyasındaki dağınıklık ancak ümmet anlayışıyla aşılabilir.”

Şimdi lütfen bırakın ki ben de şu küçük köşemde kendi trans (vecd ve istiğrak) halimi yaşayayım. Gerisini izahtan vareste sayıyorum.

Suudi yönetimi ve Prens Muhammed bin Salman

selman.jpg

2009-2011 arasında Amerika’da üç sezon gösterilen “Lie to Me” dizisi vardı; Türkiye’de de epey izlemiştik, “Bana Yalan Söyle” başlığıyla. Tim Roth’un oynadığı Dr Carl Lightman, sanıkların vücut dili ve mimiklerinden, küçük ifade değişikliklerinden, doğru söyleyip söylemediklerini, ya da sakladıkları bir şey olup olmadığını anlıyordu.

Hâlâ yazabiliyorum, çünkü günler, haftalar geçiyor, ama konu yatışmıyor bir türlü. Kaşıkçı cinayeti ve sonrasında birilerinin burnu habire uzamaya devam ediyor.

Ayrıntılarını herkes biliyor artık. (1) Geçmişte Suudi hanedanına oldukça yakınken zamanla muhalif ve eleştirel bir konuma yerleşen Cemal Kaşıkçı, bir TC vatandaşı olan nişanlısıyla evlenmek için gerekli belgenin ancak Suudi Arabistan’ın Türkiye’deki diplomatik misyonlarından verilebileceği gerekçesiyle, ilk adımda yaşamakta olduğu ABD’den Türkiye’ye gelmeye ikna ediliyor. (2) Her nasılsa inanıyor buna. (3) Nişanlısıyla birlikte, 2 Ekim’de Suudi Arabistan’ın İstanbul konsolosluğu önüne geliyor.  (4) İçeri giriyor ve bir daha çıkmıyor.

(5) “Sonra, malûm olmadı insanlara / Arhavili İsmail’in akibeti” denecekken... birden malûm oluveriyor insanlara, Cemal Kaşıkçı’nın akibeti. (6) Nişanlısı harekete geçiyor, başvurmadık yer bırakmıyor. (7) Türkiye ve Türkiye basını olaya el atıyor; çok büyük kısmı hakkında istihbarat servislerince sızdırıldığı izlenimi hâkim olan bilgileri peşpeşe yayınlamaya başlıyor. Bu çerçevede kamuoyu, (8) Kaşıkçı’dan hemen önce 15 Suudi görevlisinin özel bir uçakla İstanbul’a geldiğini; (9) içlerinden en az dördünün, Veliaht Prens Muhammed bin Salman’a çok yakın ve nüfuzlu konumlarda yer alan istihbarat görevlileri olduğunu; (10) hele birinin, “otopsi uzmanı” olarak tanındığını ve beraberinde özel bir kemik testeresiyle geldiğini; (11) 2 Ekim sabahı Cemal Kaşıkçı’dan önce konsolosluğa girmiş bulunduklarını; (12) Cemal Kaşıkçı’nın konsolosluğa girmesinden bir süre sonra, bir dizi büyük, siyah, pencereleri karartılmış, içi görünmeyen, minibüsümsü veya minivanımsı SUV’un (sport-utility vehicle) konosolosluk bahçesinden peşpeşe çıkıp, başkonsolosun topu topu 200 metre ötedeki evine gittiğini; (13) söz konusu 15 “esrarengiz” kişinin ise, bir kısmı geldikleri özel uçakla, bir kısmı ise normal tarifeli seferlerle hemen o gün İstanbul’dan ayrıldığını öğreniyor. (Nasıl, Rusya’nın Skripal’ler operasyonu hakkında İngiliz güvenlik servislerinin hazırladığı dosyanın ikna ediciliği ile Suudilerin Kaşıkçı operasyonu hakkında Türkiye basınına yansıyan “dosya”nın ikna ediciliği arasında bir paralellik oluşuyorsa, bu kaçış-terkediş aşamasında da, “Petrov” ve “Bushirov”un derhal Londra’dan gitmesi ile Suudi 15’lerinin derhal İstanbul’dan gitmesi arasında da, ilginç bir operasyonel paralellik oluşuyor.)

Bu ve benzeri detaylar, adım adım açığa çıkıyor, üstüste biniyor ve (14) Suudi Arabistan istihbaratının Cemal Kaşıkçı’yı bir şekilde yokettiğine; (14a) belki kaçırıp Suudi Arabistan’a götürdüğüne, (14b) belki konsolosluktan canlı çıkarıp sonra başka bir yerde öldürdüğüne, ya da (14c) belki hemen oracıkta öldürüp parçaladığına dair kuvvetli bir kanaat oluşuyor. (15) El altından bilgilendirildiği giderek netleşen Türkiye basını, bütün ağırlığını, Cemal Kaşıkçı’nın hemen oracıkta bir anlamda “tutuklandığı,” sorgulandığı, işkence gördüğü, öldürüldüğü ve parçalandığı tezinden yana koyuyor. Zira (16) süreç içinde, Türk resmî makamlarının elinde bunu kanıtlayan 10-15 dakikalık bir bant kaydının dahi olduğu iddiası, önce bir rivayet, sonra bir kesinlik olarak dolaşmaya başlıyor. (17) Tabii bu, Suudi konsolosluğunun şu veya bu TC kuruluşu tarafından dinleniyor olduğunu imâ ediyor, ama pek durulmuyor işin bu yönü üzerinde. Buna karşılık (18) mezkûr bandın teferrüatına dahi giriliyor; gerek Kaşıkçı’nın işkence altında veya öldürülürkenki çığlıklarının, gerekse özel harekât ekibinin yaptıkları karşısında dehşete düşen konsolosun (mealen) “durun, yapmayın” kabilinden feryatlarının açıkça duyulduğu söyleniyor, yazılıp çizilmeye başlıyor. 

Özetle (19) tam bir “derin devlet” pisliği saçılıyor ortaya. Örtbas edilebilir gibi değil. (20) Dolayısıyla iş ayyuka çıkıyor; sırf Türkiye’de değil, bütün dünyada izlenmeye başlıyor. (21) Diplomatik tepkiler gelmekte gecikmiyor. Suudi yönetimi yaygın olarak kınanıyor; diplomatik usuller açısından çok ağır sayılabilecek muamelelere maruz kalıyor. Gerek bazı ülkeler, gerekse büyük şirketler, Riyad’da yapılacak büyük ekonomik işbirliği ve yatırım toplantısından çekildiklerini (ya da en azından, en üst düzey temsilcilerini çektiklerini ve çok daha aşağıdaki görevlileriyle katılacaklarını) açıklıyor. (22) En önemlisi, bu protesto kervanına ABD, Donald Trump ve bir bütün olarak Trump yönetimi de katılıyor.

Ve işte bu yankı ve sarsıntılar karşısında, Suudi Pinokyosu sahneye çıkıveriyor. Hem de öyle bir çıkıyor ki, Pinokyo’nun anavatanının İtalya değil Suudi Arabistan, yazarının Carlo Collodi değil Muhammed bin Salman olabileceğini ciddî surette düşünmemiz gerekiyor. Bunu da kendi içinde aşamalandıralım. (i) Önce doğrudan ve cepheden yüzde yüz inkâr geliyor. Bir Suudi Dışişleri yetkilisi ekrana çıkıyor; Cemal Kaşıkçı’nın aynı gün konsolosluktan çıkıp gittiğini; başka herşeyin yalan ve iftira olduğunu iddia ediyor. Hattâ (ii) nerede olabileceğini siz asıl Türkiye’ye sorun demeye getiriyor. (New York Times veya BBC dökümlerinden kolayca bulabileceğiniz bu sahneyi defalarca seyrettim; yüzünün her köşesi ayrı oynuyor adamın. Gözlerini kırpıştırıyor ve sağa sola kaçırıyor; yanakları seyiriyor; başını dik tutup tek yöne bakamıyor. 2009-2011 arasında Amerika’da  üç sezon gösterilen Lie to Me dizisi vardı; Türkiye’de de epey izlemiştik, Bana Yalan Söyle başlığıyla. Tim Roth’un oynadığı Dr Carl Lightman, sanıkların vücut dili ve mimiklerinden, küçük ifade değişikliklerinden, doğru söyleyip söylemediklerini, ya da sakladıkları bir şey olup olmadığını anlıyordu. Hani bu Suudi sözcüsünü o diziye çıkarsak, herhalde yalan sinyallerinin beynine aşırı hücumundan ötürü Lightman’ın bu yüzleşmeye beş saniyeden fazla tahammül edebileceğini sanmıyorum. Buna rağmen) (iii) inkâr uzun süre devam etti ve hattâ, Trump’ın ve ABD’nin devreye girip, bakın hesap sorarız demeye getirmesine karşı (iv) (mealen) hiçbir tehdide boyun eğmeyeceğiz gibi millî ve yerli beyanlara kadar vardı.

Derken ne olduysa oldu; ağız değiştirdiler, hafif geri adım atmaya başladılar ve aradaki telefon konuşmalarında ne dedilerse, (v) “kendi başlarına hareket eden katiller”in (rogue killers) işi olabileceğini, ama tabii (vi) ne olduysa, Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın tümüyle bilgisi dışında gerçekleşmesinin muhtemel olduğunu, ilk defa bizzat Trump’a telâffuz ettirmeyi başardılar. Bir sonraki aşamada, bu “kendi başına hareket” hikâyesi biraz daha dal budak saldı. (vii) Efendim, her ne kadar, yurtdışındaki bütün muhaliflerin Suudi Arabistan’a geri getirilmesi şeklinde bir politika yürürlükteyse de, (viii) elbette bu, hepsinin kandırılıp derdest edilerek kaçırılması (veya öldürülmesi) demek değildi, ama (ix) gelin görün ki “bazıları” bunu yanlış anlamış ve üstelik “yanlışlıkla” bir ölüme sebebiyet vermişlerdi. (x) Evet, 15 kişilik o özel grup maalesef gerçekti -- ama bir kere daha, kesinlikle Muhammed bin Salman’dan habersiz, istihbarat ikinci başkanı General Muhammed Assiri’nin talimatıyla yola çıkmışlar ve asla Kaşıkçı’yı öldürmeyi değil, sadece sorguya çekmeyi öngörmüşlerdi. Gelgelelim (xi) Kaşıkçı’yla konuşma girişimleri sırasında, Kaşıkçı (her nedense?!) fizikman mukavemet gösterince iş karşılıklı yumruklaşmaya dönüşmüş; bu sırada 15’lerden biri Kaşıkçı’ya “boyunduruk” takmış (choke-hold’a almış)  ve istemeden ölümüne sebebiyet vermişti. (xii) Ancak sonra bedenini parçalamak filân söz konusu değildi; cesedi “halletmesi” için “yerel bir işbirlikçi”lerine teslim etmişlerdi ve gerisini bilmiyorlardı. (xiii) Gene de çok üzücü bir olaydı kuşkusuz -- ve sorumlulukları hakkında mutlaka gereken yapılacaktı. (xiv) Nitekim ilk ağızda 15’ler ekibini tamamı ile üç konsolosluk görevlisi açığa alınıyor; (xv) aynı şekilde, istihbarat ikinci başkanı General Assiri ile (Prens Muhammed bin Salman’ın bütün medya ilişkilerinden sorumlu olan) Kahtanî’ye de işten el çektiriliyor ve (xvi) hepsi hakkında hukukî soruşturma ve kovuşturma süreçleri başlıyordu. (xvii) Suudi basını da derhal yeni çizgiyi yaymaya girişmişti bu arada. Öncesinde, yalan... iftira... belki Türkiye’nin işi... teranelerini tekrarlarken şimdi yeniden hizaya giriyor ve son resmî açıklamayı harfi harfine yansıtıyorlardı. (xviii) Veliaht Prens için dahi aynı viraj söz konusuydu. İki hafta önce, bütün söylentilerin ne kadar yalan ve iftira olduğunu hangi inanç ve samimiyet görntüsüyle dile getiriyorduysa, şimdi de tamamen gıyabında gerçekleşen bir keyfî yetki aşımı sonucu yaşanan bu korkunç cinayeti aynı inanç ve samimiyet görüntüsüyle kınıyor; birilerinin (?) Türkiye ile Suudî Arabistan’a arasını açmaya çalıştığını, ama bunu asla başaramıyacaklarını da ekliyordu.

İyi de, amaçları sırf konuşmak, belki sorgulamak idiyse, niye 15 kişiyle ve üstelik, ancak otopsilerde kullanılan bir kemik testeresiyle gelmişlerdi gelirken? Dahası, kimdi o “yerel işbirlikçi” ve asıl önemlisi, Kaşıkçı’nın cesedi neredeydi? Adı belirtilmeyen Türk yetkililerin, sırf bunun için Ankara’ya gelip giden CIA Direktörü Gina Haspel’e dinlettiği söylenen bantta, tam olatrak ne gibi detaylar mevcuttu? Şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan niçin şahsen Veliaht Prensin “elinin kanlı” olduğundan söz ediyor ve aynı zamanda Suudi Arabistan Başsavcısı, (sorgu sırasında kazara ölüm değil) “taammüden” işlenmiş (premeditated) bir cinayet ifadesini kullanıyordu?  

İlk baştaki topyekûn inkâr tavrından, bu kadarını dahi kabul etmeye geçiş, ne kadar radikal bir dönüş anlamına gelirse gelsin, şimdi kurulmaya çalışılan savunma barikatının da çok çürük olduğu ortadaydı. O kadar ki, zaten çok yüksek ahlâk standartlarıyla tanımadığımız Donald Trump bile açıkça söylüyordu bunu; daha önce ilk kendisi, Suudilerce sufle edilen “rogue killers” ifadesini alenen kullanmışken, şimdi “karşılıklı yumruklaşma sırasında boyunduruk takarak kazara nefessiz bırakma” izahını, hayatında duyduğu en kötü örtbas etme senaryosu (worst cover-up scenario ever) diye nitelemekten çekinmiyordu.

Kimbilir böyle kaç örtbas etme senaryosu görmüş, ya da belki kaçına bizzat taraf olmuş (ve olacak) olan ABD Cumhurbaşkanının kişisel uzmanlığına itiraz, bizim ne haddimize? Sırf bu bilirkişi raporu yeter. Gene de, delillerin tamamını dikkatle inceleme sorumluluğunu ihmal etmeyen jürimiz, 2018 Yılı Pinokyo Yarışmamızda ikincilik ödülünü genel olarak Suudi yönetimi ve özel olarak Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın fazlasıyla hak ettiğini kararlaştırmış bulunuyor.  

Birinci sırayı ve Büyük Ödülü Cumhuriyetin 95. Yıldönümünde, 29 Ekim Pazartesi günü açıklayacağız. Özel bir nedeni var. Bizden ayrılmayınız.

Putin, GRU, “Petrov” ve “Bushirov”

putin.jpg

Garip şey. Ortaçağ Gotik katedralleri üzerine doktora tezi yazmıyorsanız, tek bir kent ve tek bir katedral için iki günlüğüne kalkıp gidilir mi Rusya’dan İngiltere’ye? Diyelim ki gittiniz; hava durumuna dudak büküp hemen ikinci günün akşamı apar topar geri mi dönülür? Ya çamur masalına ne demeli?

İyi ki hem korkunç, hem şenlikli bir dünyada yaşıyoruz. Yoksa nasıl, çoğu zaman ağlamanın yanısıra biraz da gülebilirdik, arada sırada bile olsa?

Bu tür törenselliklerde mutad olduğu üzere, alttan başa doğru gideceğim. Son ayların en trajikomik olay ve açıklamaları arasında, bana göre 3. sırada Rusya, Putin, istihbarat servisi ve tetikçileri yer almakta. Biliyorsunuz, bu yılın başlarında İngiltere’de baba-kız Skripal’ler bir parkta zehirlenmiş ve bilinçlerini yitirmiş vaziyette bulunmuş, alelacele hastaneye kaldırılmış ve haftakar süren tedaviden sonra zar zor kurtarılabilmişti. Tarih 4 Mart 2018’di; kurbanlar eski Rus istibarat albayı Sergey Skripal ile kızı Yuliya Skripal’di. Yer, Londra’nın güneyinde, Wiltshire’in (ilinin? eyaletinin?) Salisbury kentiydi. Sergey Skripal İngiltere hesabına casusluk yaptığını itiraf etmiş ve hapse girmişken, Batı’yla bir casus takasına konu olmuş ve sınır dışı edilip gene İngiltere’ye sığınmıştı. Rusya’da yaşamını sürdüren kızı Yuliya ise tam o sırada babasını ziyaret ediyordu.

Putin’in ve yeniden organize ettiği istihbarat servislerinin sınırsız ve sınır tanımaz intikamcılığı, nitekim geçmişte başka bir muhalifi, Alexander Litvinenko’yu, Kasım 2006’da çayına Polonyum-A veya Polonyum-210 karıştırarak zehirledikleri de bilindiğinden, şüpheler bir kere daha Rusya üzerinde yoğunlaştı. Çok geçmedi; Skripal’lerin sadece eski Sovyetler Birliği’nin gizli kimyasal silâh araştırma merkezlerinde imal edildiği bilinen Novichok sinir gazları grubundan biriyle zehirlendiği gündeme geldi. Notalar havada uçuştu. Putin ve şürekâsı hepsini reddetti, iftira dedi, Batı’yı Rusya aleyhine acemice bir kampanya başlatmakla suçladı.

Derken Eylül sonlarına geldik ve bu sefer Kraliyet Başsavcılığının uzun ve derin bir araştırmadan sonra yaptığı resmî açıklama, Başbakan Theresa May tarafından da tekrarlandı. Buna göre, (a) iki sanığın resmî adları Alexander Petrov ve Ruslan Boshirov’du. (b) Her ikisi, Rusya’nın askerî istihbarat örgütü GRU’ya mensuptu. (Daha sonra Bellingcat web sitesi, Ruslan Boshirov’un aslında Albay Anatoliy Chepiga olduğunu duyuracaktı.) (c) Yukarıdaki isimlere göre düzenlenmiş pasaportlarla, 2 Mart 2018’de Aeroflot SU2588 uçuşuyla Moskova’dan Londra’nın Gatwick havalimanına uçmuşlar ve İngiltere’ye giriş yapmışlar; (d) Londra’nın Victoria İstasyonu’na gelmiş ve oradan (e) Waterloo’ya geçmişler; nihayet (e) doğu Londra’nın Bow semtindeki City Stay Hotel’e yerleşmiş ve geceyi orada geçirmişlerdi. (f) Ertesi gün, yani 3 Mart Cumartesi günü öğleden sonra, başka hiçbir yere gitmeyip, trenle Waterloo’dan doğru Salisbury’ye gelmiş ve biraz gezmiş; (g) iki saat sonra gene trenle Londra’ya dönmüşlerdi. [İngiliz polisi bu ilk turu bir keşif gezisi olarak yorumluyor.] (h) Son gün, yani 4 Mart Pazar sabahı, Petrov ve Boshirov bu sefer erken davranmış; sabah 8:05’te metroyla Bow’dan Waterloo’ya gidip (i) oradan trene binerek 11:48’de (Skripal’lerin evine yaklaşık bir buçuk kilometre mesafedeki) Salisbury istasyonuna ulaşmışlardı. (j) On dakika sonra, yani 11:58’de onlarla, artık Skripal’lerin evinin çok daha yakınındaki bir benzin istasyonunun kameralarında karşılaşıyoruz. (k) Bir sonraki güvenlik kamerası görüntüleri 13:05 - 13:08 dolaylarından. Hep kardeş kardeş yanyana yürüyor ve anlaşılan tren istasyonuna dönüyorlar. Resimlerde hiçbir yağmur çamur görüntüsü yok; bunun altını çiziyorum. (l) 13:50’de trene biniyor ve 16:45’te Londra’da iniyor; (m) otellerinden ayrılıp 18:30’da tekrar metroya binerek bu sefer Heathrow havalimanına gidiyor; (n) 19:28’de Heathrow’un güvenlik kameralarınca pasaport kontrolünden geçerken görüntüleniyor; (o) yerel saatle 22:30’da kalkan Aeroflot SU 2585’le Moskova’ya uçuyorlar.

Bu ne telâş? Bu ne kadar tuhaf ve sınırlı bir İngiltere seyahati? Tâ Moskova’dan gelip sadece iki gece kalıyor; Cumartesi-Pazar sırf iki kere Salisbury’ye gidip dönüyor ve sonra başka hiçbir şey yapmaksızın Londra’dan ve ülkeden ayrılıyorlar. Bu arada... onların henüz Salisbury’den Londra’ya dönüş treninde olduğu 16:15 sularında, yani yukarıdaki (l) ve (m) maddeleri arasında, ilk âcil yardım çağrıları yapılıyor. Polis baba-kız Skripal’leri cadde kenarındaki bir bankta kendilerinden geçmiş, ağızları köpük saçar ve sürekli kusar vaziyette buluyor. İlk ekipten bir dedektif (Nick Bailey) de Skripal’lerle temasının ardından aynı semptomları göstermeye başlayınca, hepsi birden hastaneye kaldırılıyor.

Bitmiyor; bir kritik nokta daha var. Araştırma derinleştikçe Petrov ve Bushirov’un giriş çıkışı ve hareketlerinin farkına varan polis, Bow semtindeki City Ctay Hotel’de kaldıkları odada yaptığı araştırmada, çok küçük de olsa Novichok izlerine rastlıyor. Salisbury’de ise en kesif miktarda Novichok, Skripal’lerin kapı tokmağında bulunuyor. Bütün bu verileri yanyana koyan Britanya güvenlik ve savcılık makamları, Petrov ve Bushirov’un 4 Mart Pazar günü saat 12-13 sularında Skripal’lerin evine varıp, (herhalde bir parfüm spray aracıyla) girişe ve kapı tokmağına öldürücü miktarda Novichok sıktığı ve derhal oradan ayrıldığı sonucuna varıyor.

Şimdi tekrar gelelim, işin Rusya ucuna. Eylül sonlarındaki bu iddialar artık çok ciddi, çok temelli ve çok tutarlı. Olaylar dakikası dakikasına anlatılıyor; kamera görüntüleri gösteriliyor; üstelik isimler de belirtiliyor ve her şey doğrudan GRU’ya işaret ediyor. Putin artık genel ve soyut bir yalanlamayla yetinemez. Onun için “Alexander Petrov” ve “Ruslan Bushirov” alelacele “bulunup” televizyona çıkarılıyor; ayrıca kendileriyle uzun mülâkatlar da Putin basınında yayınlanıyor. Şimdi sıkı durun. Özetliyorum; ne alâkası var, diyorlar; biz istihbaratçı filan değil, sıradan iki siviliz. Arkadaşlarımızdan Salisbury Katedrali’nin ününü çok işitmiştik. Hemen sırf onu görmeye gittik, ama Salisbury çok yağmurluydu ve her yer çamurdu. Gezemedik, vazgeçtik ve geri döndük. Hepsi bundan ibaret.

Garip şey. Ortaçağ Gotik katedralleri üzerine doktora tezi yazmıyorsanız, tek bir kent ve tek bir katedral için iki günlüğüne kalkıp gidilir mi Rusya’dan İngiltere’ye? Mesafe 2508 kilometre; uçuş süresi üç buçuk saat gibi. Bilet fiyatlarını bilemeyeceğim, “Petrov” ve “Bushirov”un gelir düzeylerini de bilemediğim gibi. Fakat diyelim ki gittiniz; hava durumuna dudak büküp hemen geri mi dönülür, ikinci günün akşamı apar topar? Ya çamur masalına ne demeli? Bakımlı İngiliz şehirlerinde, çamura rastlayamazsınız genellikle. Çünkü (i) havada toz yoktur; (ii) toprak kayıp gelmez ki sağdan soldan, yağmurla karışıp sıvılaşsın; (iii) zaten bütün yollar, kaldırımlar ve sair zeminler ya taştır, ya da beton ve asfalt kaplıdır. İşe bakın ki ben de birkaç kere gittim Salisbury’ye, 1985-90 arasında, İngiltere’de doktora yaparken. O zaman hayatta olan amcam Orhan Berktay’la birlikte gittik; bu sayede birkaç kere gezdim o katedrali, evet, Ortaçağa ve Gotik mimariye merakımdan. Hepsi de kışındı üstelik. Yağmur vardı da, çamur mu dediniz? Zerresi yoktu ortada, katedralin etrafında bile, zira dümdüz bir taş zemine oturtulmuş bir oyuncak gibi, temelleri dahi yokmuşçasına durur. Ha, tabii bir de iki Rus gencinin İngiltere’nin (güya) yağmuru ve çamurundan yılıp iki adım daha atarak katedrale varamaması var -- herhalde Moskova’nın çok daha mülâyim kışlarından sonra?!

Geçin efendim. Bu kadarı yeterli. Sene sonunu, Aralık ayını beklemeye bile gerek yok. Bu yıl başlattığımız Birinci Geleneksel Pinokyo Ödülleri’mizin ilkinde, üçüncü sırayı ve bronz madalyayı Rusya’ya, Putin’e, GRU’suna ve katillerine veriyoruz. Sevgili seyirciler, bizden ayrılmıyorsunuz. İkincilik ve birincilik ödülleriyle devam edeceğiz.

HABERE YORUM KAT