1. YAZARLAR

  2. SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

  3. ’Halebçe Hiroşiması’, 25. Yıldönümünde.. 16 Mart 1988..
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Yazarın Tüm Yazıları >

’Halebçe Hiroşiması’, 25. Yıldönümünde.. 16 Mart 1988..

16 Mart 2013 Cumartesi 21:50A+A-

[email protected]

Irak Baas rejiminin ve onun başında 1968 yılından beri en etkili isim olarak bulunan Saddam Huseyn’in 22 Eylûl 1980 günü, günortasında saldırmasıyla ve 7 günde biteceği hayâliyle başlattığı ’yıldırım savaşı’nın üzerinden 7 yıl geçmesine rağmen bir türlü netice alamıyor, nefes almakta zorlanıyor ve yüzbinleri, 1 milyona yakın insanı eriten korkunç İran-Irak Savaşı, bütün dehşetiyle devam ediyordu.

O dehşetli boğuşmanın boyutlarını anlayabilmek için, savaşın başladığı andan itibaren olan gelişmeleri de hatırlamak gerekir. Saddam, Şah İranı’yla arasındaki ihtilafları gidermek için, 1975 yılında Şah’la birlikte imzaladığı Cezayir Andlaşması’nın, artık kendilerini bağlamadığını açıklayıp, o andlaşma metnini tv. ekranları karşısında yırtarak başlatmıştı o savaşı.. (Fransa Devlet Başkanı J. Chirac, Eylûl-1980 başında Bağdad’a Fransa Başbakanı sıfatıyla yaptığı resmî ziyaret sırasında, Saddam’ın kendisine, İran’a saldıracağını ve savaşın 7 günde biteceğini’ söylediğini, savaşın 7. yılında açıkça itiraf etmişti.)

Saddam Huseyn, başta (kendisiyle Baas ideolojisinin ve partilerinin liderliği konusunda aralarında husûmet bulunan Suriye’deki Baascı Hâfız Esed rejimi ile ve başka saiklerle kendisine destek veren Gaddafî Libyası hariç) hemen bütün arab rejimleri olmak üzere, bütün dünyadan aldığı maddî yardım ve silah desteği alıyordu. İran Körfezi’nin güneyindeki Petro-dolar şeyhlikleri ve Suûdî rejimi ve diğerleri vargüçleriyle Saddam’a destek veriyorlardı. Hattâ o kadar ki, Ürdün Kralı Huseyn ve Mısır Başkanı Husnî Mubarek, hızlarını alamayıp, Saddam’la birlikte cebhelere gelerek, namluları İran siperlerine ve şehirlerine yönelmiş  topları bizzat ateşliyorlardı.

Gerçi, BM. Güvenlik Konseyi, savaşın her iki tarafına da silah yardımı yapılmasının kanundışı olduğuna dair bir karar almıştı, ama, Sovyet Rusya ve Amerikan emperyalizmleri, yıllar sonra yaptıkları güç ve propaganda yarıştırmasında görüldüğü üzere, Saddam’ın yenilmesini önleyenin kendilerinin verdikleri füzeler ve diğer silahlar olduğunu uluslararası zeminlerde açıkça itiraf edeceklerdi, BM.’deki temsilcilerinin ağzından..  1985’lerdeki Fransa Devlet Başkanı François Mitterand ise, ’Irak’ın yenilmesi demokratik güçlerin yenilgisi olacaktır ve buna asla izin veremeyiz..’ diyordu.

*

Zulüm karşısındaki mes’uliyetimiz sadece, ’Yazık!’ demek mi olmalı?

Savaşın ilk aylarında, Ocak-1981’de Cidde’de toplanan İslam Konferansı Teşkilatı’nın, bu savaşı durdurmak adına devlet ve hükûmet başkanlarından oluşan bir heyeti, Bağdad ve Tahran’a gönderdiği günleri hatırlayalım. Kimler yoktu ki o hey’ette.. Pakistan lideri General Ziya’ul Haqq, Bangladeş lideri General Ziyâ-ur’Rahman, Yâsir Arafat,  TC. Başbakanı Bülend Ulusu, nice ülkelerin başbakanları, Dışişleri Bakanları, vs..

İmam Khomenî sözkonusu hey’et mensublarına, Savaşan iki müslüman grup varsa, Kur’an emri gereğince,  derhal onların aralarını bulmak için araya girmeniz ve savaşı durdurmanız ve savaşı durdurmayanın karşısında ise, diğer tarafın yanında savaşa katılmanız gerekir.. Eğer saldırıyı biz başlatmışsak ve saldırıdan da el çekmiyorsak, geçin karşımıza bize karşı da savaşınız.’ diyordu, kısaca..

*

İslam İnqılabı Hareketi’nin 1979 başındaki kesin zaferiyle Şah ve Şehinşahlık düzeni yıkılmıştı.. Şah’ın ve Şahlık düzeninin ideallerine göre düzenlenmiş ve o dönemde Ortadoğu’nun en modern ordusu silahlarla techiz edilip, en güçlü ordusu olarak nitelenen İran ordusunun komuta kademesi de, alt yapısı da büyük çapta yara almıştı. Dahası, tâgûtî bir rejimin ordusundan İslamî idealler üzerine kurulan bir rejimi korumasının beklenemiyeceği de ayrı bir gerçek idi..

Bu durumda İslam Cumhûriyeti, ise, henüz içerde bile düzeni tamamen sağlayamayıp, Mücahidin-i Halk ve Fedâiyân-ı Halk gibi marksizan silahlı gruplar, kendi ideallerine göre bir devrim gerçekleştirmek üzere ülkenin her tarafında silahlı mücadeleler, suikasdler, bombalamalarla kendilerinini hissettirirken, dünyanın en eski komünist partilerinden Tudeh Partisi’nin  bağlıları da, faaliyetlerini Sovyet Rusya destekli olarak içten içe devam ettiriyorlardı. Bundan ayrı olarak, hemen her kavmin ağırlıklı olarak yaşadığı eyaletlerde, azerî-türkçü, türkmenci, kürdçü, arabçı, belûçcu, farsçı nitelikteki kavmiyetçi silahlı ayaklanma teşebbüsleri tezgahlanmakta ve ve bu eyaletlerde kanlı iç çatışmalar sürmekteydi. Daha da ağır olan durum ise, ilk cumhurbaşkanı olarak seçilen Ebu’l Hasan Benî Sadr liderliğindeki Batı eğilimli gruplar ile, İslamî bir dünya düzeni kurmak idealine bağlı olan kesim arasında kıyasıya bir iktidar içi hesablaşma cereyan ediyor ve bu boğuşma, başta İslam İnqılabı’nın en seçkin isimlerinden olan Âyetullah Muhammed Huseynî Beheştî olmak üzere yüzlerce seçkin inqılabçının hayattan çekilmesi ve Benî Sadr’ın da ülkeden kaçmak zorunda kalması gerçekleşiyor ve yerine seçilen 2. Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Recaî ve Başbakan Muhammed Cevad Bâhuner ile nice yüksek dereceli yöneticiler de, henüz iki ay sonra, bir bombalı suikasdle katlediliyor ve ülkenin hemen bütün sanayi tesisleri, yolları, zenginlikleri, şehirleri bombardımanlar altında eziliyor, sivil yerleşim birimlerindeki onbinlerce insan da bombardımanlar altında dünya hayatından çekiliyorlardı.  

Böylesine ağır şartlar altında, Saddam’ın saldırısıyla başlayan savaşta İran’ın kendisini savunmak için, bu şartlar altında gönüllü halk güçlerini oluşturması da o kadar kolay olmuyordu ve zaman istiyordu.

Üstelik, Saddam ordusu, en modern silah ve teçhizatla saldırdığından; pasdarlar denilen halk gönüllülerinden oluşan ve henüz gerekli eğitimi bile alamadan cebhelere koşan İnqılab muhafızlarının bu düzenli ordu karşısında durması da kolay olmuyordu. Saddam rejiminin güçleri ise, 1200 km.lik İran-Irak kara sınırları boyunca bazı noktalarda, İran içlerine doğru 135 km. kadar ilerlemiş; Qasr-ı Şirin, Hurremşehr, Âbâdan, Huveyze, Susengerd, Bustan, Dezful gibi şehirleri yakıp yıkmış, kontrolü altına almıştı.

*

Saddam’ın ’yıldırım savaşı’,  bir ’yıpratma savaşı’ şeklinde geri tepmişti..

Saddam güçlerinin bu korkunç saldırısı karşısında cansiperâne bir savunmayla direnen halk gönüllüleri ise, binler-onbinler halinde eriyor, ama, arkadan yeni halk gönüllüleri dalgaları onların yerlerini dolduruyor ve Saddam’ın, bir haftada bitirmeyi tasavvur ettiği ’yıldırım savaşı’, bu müthiş direnişle, bir ’yıpratma savaşı’na dönüştürülüyor ve Saddam’ın planlarını alt-üst ediyor; Saddam, İran’ı dize getirmek için, cebhelerden bir netice alamıyacağını görünce, İran şehirlerini füze hava bombardımanları ve füzeleriyle vuruymaya başlıyordu.

Evet, bu korkunç savaş böylece, 7 senesini de doldurmuş, 8. senesine girmişti. Irak rejiminin nefesinin kesildiği anlaşılıyor ve İran güçleri, Irak güçlerinin eline düşene şehirlerini kurtardıktan sonra, sınırlı da olsa, Irak topraklarında ilerleyip, Fao Yarımadası ile Mendeli, Pencveyn gibi bazı şehirleri ele geçiriyor, Basra, Suleymaniye ve hattâ Kerkuk gibi stratejik önemi haiz merkezler de  İran güçlerinin eline düşmenin eşiğinde bulunuyorlardı.

İran’a, BM. Güvenlik Konseyi, defalarca çağrı yapmış ve ’ateş-kes’ önermişti.

Çünkü, Saddam rejiminin daha fazla direnmesinin imkansızlığını onlar da görüyorlardı.

İran ise, ’Savaşı dayatabilirsiniz, ama, barışı dayatamazsınız..’  görüşüyle, kendilerine saldıran Saddam ve rejiminin cezalandırılması garantisini vermeyen hiç bir öneriyi kabul etmiyeceğini açıklıyordu. Esasen, İmam Rûhullah Khomeynî, savaşın başından itibaren, ’Savaş 20 yıl da sürse, biz varız.. Zafere kadar savaş..’ diyerek belirliyordu, İran’ın savaş siyasetini..

İşte o sırada, İran- Irak sınırının orta kesiminde, İran sınırına yakın bir yerdeki Halebçe şehri İran güçlerinin eline düşmüştü, ağır bir kara muharebesinden sonra..

*

Ve, Halebçe’nin elinden çıkmasına, Saddam’ın korkunç hışmı..

ve Halebçe, büyük çapta kürd kavminden insanların yaşadığı bir şehirdi.. Ve halk da sünnî müslüman idi.

İran İslam Cumhuriyeti güçleri bu şehre girdiklerinde, halk sokaklara çıkıp, hiç bir korku duymaksızın,  İslamî İran güçlerini ’Allah’u Ekber!’ nidalarıyla, sevinç gözyaşlarıyla karşılamış ve bu sahneler İran televizyonundan dünyaya gösterilmişti.. Hattâ öyle ki, bir şehrin bir başka ordu tarafından ele geçirilmesi sırasında en fazla korku duyanlar genç kızlar ve hanımlar olur ve onlar saklanacak yer ararlarken; bu kez, korku ne demek, bir de kapı önlerine çıkmışlar, yenilgiye uğrayan Baascı ordunun sağa sola serpilmiş olan cesedleri arasından, ’Allah’u Ekber!’ diyerek ilerlemekte olan İslam güçlerini, onlar da ’Allah’u Ekber’ nidâları ve sevinç gözyaşları ile karşılıyorlardı..

Müslüman Irak halkının, İran güçlerini böylesine samimî bir hava içinde ve ’kurtarıcı’ olarak karşılaması Saddam’ı daha bir hışımlandırmıştı.

Öyleyse, Baas ideolojisinin ve partisinin kanlı diktatörlüğü altında ezilmiş olan müslüman Irak halkının benzer sahneleri tekrarlamaması için, Halebçe halkına bir ders verilmesi gerekiyordu.

İşte bunun içindir ki, Saddam’ın savaş uçakları geliyor ve kimyasal bombardımanla bir anda binlerce insanı kavuruyordu.

Çocuklar oyuncaklarıyla oynarken veya analarının kucağında  yemek yerken, öylece bir anda kalı-kalıyorlardı. Sivil halk, kurtulmak ümidiyle sığınaklara girmeye veya şehrin dışına, dağlara doğru kaçmaya çalışırken, çocukları kucaklarında, binler halinde yıkılıyor, yere düşüyorlardı.

Can veren insanların sayısı, 5 binin üzerindeydi. Buna, ayrıca, şehirdeki İran askerî güçlerinin verdiği kurbanların sayısı dahil değildi.

Evet, Halebçe’de ikinci bir Hiroşima tekrarlanmıştı.

*

Bu facianın haber filmleri, İran tarafından dünya ajanslarına servis edildiğinde, dünya kamuoyu bu korkunç cinayete gözlerini yummuştu.

Halebçe Bombardımanı’nda 5 binden fazla sivil insan bir anda kavrulmasına rağmen, dünyadan gelen bu bir sessiz tepki, gerçekte, zâlim dünya düzenine karşı çıkan İslam Cumhûriyeti’nin cezalandırılması yönündeki her gaddarlığa, vahşiliğe göz yumulacağının bir işaret fişeği mesâbesindeydi.

Nitekim, Halebçe Faciası’ndan 3,5 ay kadar sonra, bu kez de, Amerikan Donanması, İran Körfezi üzerinde 307 yolcusu ile uçmakta olan bir yolcu uçağını, ’Radarda savaş uçağı zannettik!’  gibi komik bir gerekçeyle vurup, düşürecek ve yüzlerce insan Körfez’in sularına gömülecek ve o cinayet de dünya kamuoyu tarafından yine görmezlikten gelinecekti..

Halbuki, 1986’da bir Güney Kore yolcu uçağı, rotasını şaşırıp Sovyet Rusya hava sahasına girince, üzerinde düşürülen bir yolcu uçağı konusunda bizzat Amerikan makamları ‘Hangi gerekçeyle olursa olsun, bir yolcu uçağı asla vurulamaz..’ diyorlardı.

Ama, şimdi kendileri yapınca..

Zırva te’villere başvuruyorlardı.

*

Halebçe Cinayeti ve devamında gelen zehir içmek merhalesi..

Verilmek istenen mesaj, Tahran’a da aynı şekilde bir kimyasal veya nükleer saldırı olsa, dünyanın sesini çıkarmıyacağı idi. Denilebilir ki, Saddam’ın o cinayeti, denilebilir ki, uluslararası bütün şeytanî güçlerin elbirliğiyle verilmiş bir mesaj durumundaydı.

Dünyanın sergilediği o vurdumduymazlık karşısında, İmam Khomeynî, BM. Güvenlik Konseyi’nin ısrarla dayattığı ‘Ateş-Kes’ çağrısını ve şartlarını kabul etmek ve, ‘Bize teslim ol çağrısında bulunsalardı, asla kabul etmezdim, ama, burada, hesabımı Allah’la yaptım, zerre kadar itibarım varsa, onu ve bütün önceki sözlerimi kenara koydum; İslam ve müslümanların maslahatını düşünerek, bu çağrıyı kabul ettim, zehir kadehini başıma dikiyorum..’  demek zorunda kalıyor ve Saddam’ın cezalandırılmasını Allah’a havale ediyordu.

İlginçtir ki, Halebçe Faciası’ndan sonra, bu büyük cinayete gözlerini, kulaklarını, ağızlarını kapatan, ‘üç maymunlar’ı oynayan bütün şeytanî güçler ve dünyanın kamuoyu, iki yıl sonra, Saddam, bu kez de Kuveyt’i işgal edince..

İran’ın bütün dünyaya iki yıl öncelerde geçtiği Halebçe Cinayeti’yle ilgili haber filmlerine, onları yeni görmüş gibi sarılıyor ve Saddam’ın ne korkunç bir ‘ikinci Stalin’, ya da ‘Hitler’ olduğunu hatırlayıveriyordu.

O mazlumların âhh’ları, feryadları yerde mi kaldı?’  sorusuna gelince..

Saddam’ın sonu mu?

Müslümanlar eliyle olmadıysa da, Allah’u Tealâ’nın, bir haşereye başka haşereleri musallat etmesi şeklindeki hikmete göre, Saddam’ın bu dünyadan nasıl gittiği biliniyor.

Arkasında, 1 milyondan fazla insanın hayatına mal olan cinayetleriyle..

Halebçe mazlumlarının âhhlarını, feryadlarını, gözyaşları bile kurumuş donuk göz çukurlarından dünyada kalanlara yönelttikleri bakışlarının 25 yıl sonrasında da, herkes kendi ölçülerine göre ne hissediyorsa, onu hissedecektir.

Bu satırların sahibi, o mazlumların ruhları ve manevî huzurunda, her zaman olduğu gibi, yüreğinin bütün rikkatiyle eğiliyor, rahmetler diliyor; onların mazlûmiyetine ve geride kalanların acılarına da ortak olmak duygusuyla, her zaman ve mekandaki bütün zâlimlere lanetlerimi tekrarlıyor.

YAZIYA YORUM KAT

7 Yorum